Hamas ile İsrail arasındaki savaş dördüncü haftasını doldurdu. İlk günlerde savaşın dar sınırlar içinde tutulamayacağı, bütün Orta Doğu’yu saracağı endişesi epey yaygındı. Savaşın İsrail ile artan sayıda Arap ülkesi arasında İbrahim anlaşmalarının başlattığı yakınlaşmaya darbe vurduğu için belki de tek kazançlı ülkesi olarak görülen İran’ın Lübnan’daki maşası Hizbullah vasıtasıyla ikinci bir cephe açacağı beklentisi en azından şimdilik gerçekleşmedi. İran ihtiyatlı davrandı. İsrail-Lübnan hududunda meydana gelen ufak tefek çatışmalar genişlemedi.
Savaşın ekonomik etkisi de sınırlı kaldı. 1973 savaşından farklı olarak petrol üreticisi Arap ülkeleri İsrail’i destekledikleri gerekçesiyle bu defa Batı ülkelerine boykot uygulamadılar. İran’ın bir müdahalesinin Körfez’den sıvılaştırılmış gaz ihracatını etkileyeceği endişesiyle doğal gaz fiyatları hızla yükseldi. İsrail’in Mısır’a gaz satışlarının durdurulması da fiyatlar üzerinde olumsuz bir etki yarattı. Ancak bu artışların ne kadar kalıcı olacağı bilinmemektedir.
Savaş şaşırtıcı olmayan bir şekilde hem cephede hem de dünya kamuoyu önünde cereyan etmektedir. Batının ilk tepkisi İsrail’in kendini koruma hakkına sahip olduğunu vurgulamak ve karşı taarruzunu desteklemek olmuştur. Rusya’nın Ukrayna’yı istilası nasıl dünya kamuoyunu Ukrayna’yı destekleyen demokratik Batı ülkeleriyle diğerleri arasında bölmüşse, aynı bölünmeyi İsrail ile Hamas’ı destekleyen ülkeler arasında görüyoruz. Gerçi günler geçtikçe hem Batı hükümetlerinin hem de kamuoylarının daha dengeli bir tavır benimseye başladıklarını görüyoruz. Diğer taraftan kendisi de terörden muztarip olduğu için İsrail’e sempatiyle bakan Hindistan Hamas’a karşı mesafeli davranmış ve örneğin BM Genel Kurulu’nda ateşkes çağrısı konusunda yapılan oylamada çekimser kalmıştır.
Kamuoyunu etkileme savaşını ilk aşamada Hamas kaybetti. Bir saldırıda kadın, çocuk, genç, yaşlı, sivil, asker ayırımları yapmaksızın körü körüne 1400 kişiyi katletmesi ve Türkiye’de pek dağıtıma girmemiş olmasına rağmen, Batı’da çok izlenmiş olan genç bir Hamaslı teröristin küçük çocukların önünde babalarını katletmesini, arkadan hiçbir şey olmamış gibi evin buzdolabından meşrubat ve yiyecek aşırması ve bütün bunları kendisinin çektiği videoya kaydetmesi, ayrıca 85 yaşında bir kadının başına neyin geldiğini anlamaz bir ifadeyle başka genç bir terörist tarafından rehin alınarak motosikletle Gazze’ye kaçırılması ilk anda büyük bir infiale yol açmıştır. İsrail’in arkadan gelen ölçüleri kaçıran tepkisi dengeyi biraz düzeltmiştir. Ancak Hamas’ın 7 Ekim saldırısı düzenlerken İsrail’in de buna en sert tepkiyi göstereceğini bilmemesi mümkün değildi. Hamas’ın Gazze’nin masum sivil halkını canlı kalkan olarak kullanmayı göz önüne almayı, bu suretle tüm Arap ve belki İslam dünyasını ona karşı ayaklanmasını sağlamayı amaçladığı açıktır.
Ancak beklediği olmadı. Arap dünyası sessiz ve tepkisiz kaldı. Hatta Mısır, korkunç bir mezalime tabi tutulan Gazze halkına kapılarını kapatmıştır. Mısır halkı Ahmet Davutoğlu’nun onların Cumhurbaşkanı olmadığına sevinmelidirler. Davutoğlu’nun bir benzeri Mısır’ı yönetiyor olsaydı, onun Suriye’den 3,5 milyon mülteciyi aldığı gibi, Gazze’nin 2,5 milyonluk nüfusunu Mısır’a alırdı. Davutoğlu’nun Suriyeli mültecileri Türkiye alması Esat’in işine nasıl yaramışsa, Mısır da Gazze’nin nüfusunu ülkesine alsaydı bu Netanyahu’nun işine yarayacaktı.
Neticede savaş en şiddetli haliyle devam etmektedir. Hamas siyasi hedefi olan İsrail’i denize dökmekten ve bu amaca ulaşmak için terör operasyonlardan vazgeçmedikçe İsrail ile masaya oturmasını beklemek beyhudedir. Batı ülkeleri tarafından terörist olarak görülen Hamas’a İsrail diz çöktürmedikçe savaşın bitmesi veya Batının İsrail’e desteğinin kesilmesi şüphelidir. Batı ülkelerinin ılımlı Arap ülkeleriyle birlikte hareket ederek Gazze yönetimin savaş bittikten sonra bir ortak barış gücüne bırakılması konusunda şimdiden bazı temasların yürütülmekte olduğu basında görülmektedir.
Bu savaşın gösterdiği bir şey de Orta Doğu söz konusu olduğunda etki sahibi olan tek bölge dışı ülkenin ABD olduğudur. Bundan birkaç ay önce Çin’in onun yerini alabileceğini düşünen, çoğunlukla da arzuları bu yönde olduğu için bunu ifade eden yorumcular Çin’in aczi karşısında hayal kırıklığına uğruyorlardır. Kendi iç bölünmeleri nedeniyle Orta Doğu’da hiçbir etkinliği olmayan AB bu savaşta da yine seyirci kalmakta, tek yapabildiği para dağıtmaktan ibaret kalmaktadır. Örneğin 10 gün önce BM Genel Kurulu’nda büyük çoğunlukla kabul edilen ancak ABD’nin olumsuz oyu nedeniyle işlevsiz kalan ateşkes çağrısına bazı AB üyeleri olumlu, bazısı olumsuz oy vermiş, bazısı da çekimser kalmıştır. AB’nin aczi daha açık bir şekilde dünyaya ilan edilemezdi.
Bazı ülkeler çözüm için içi boş iki devlet formülünü tekrar pişirmeye kalkmaktadırlar. Ne yazık ki BM tarafından 1947 yılında teklif edilen Filistin topraklarının iki devlet arasında paylaşılması planını reddeden Arap ülkelerinin kendileri olmuştur. Haritaya bakınca taksim planının Filistin için ne kadar avantajlı olduğu hemen görülüyor. Ancak Mısır, Ürdün ve Suriye başarısız bir şekilde yaptıkları denemelerde birkaç defa İsrail’i denize dökmeye kalkmışlar ve her seferinde İsrail topraklarının biraz daha genişlemesine yol açmışlardır. Kıbrıs’ta saatlerin 1974 Barış Harekatı öncesine geri götürülmesi ne kadar imkansız ise İsrail’in ülkemiz gibi bir çok ülkenin resmi politikası olduğu şekilde 1967 öncesi hudutlarına geri dönmesini beklemek de imkansızdır. Hele İsrail’in topraklarının bir kısmını terk edeceği Filistinlilerin önemli bir bölümünün barışı değil savaşı tercih ettikleri gerçeği karşısında imkânsızlık boyutları daha da büyümektedir.
Bu demek değil ki İsrail’in işi kolaydır. Tersine işgal altındaki topraklarda ve İsrail’deki Arap nüfusu oransal olarak Musevi nüfustan daha hızlı arttığı için bir süre sonra İsrail’in nüfusunun Arap çoğunluklu olacağı hesaplanmaktadır. Böyle bir durumda İsrail’in demokrasi olmaktan vazgeçip, 1991 öncesi Güney Afrika gibi azınlığın çoğunluğa hükmettiği ve ikisinin birbirinden tamamen ayrıldığı bir apartheid rejimine dönüşmesi kaçınılmaz olabilecektir. Haklı olarak Orta Doğu’nun tek demokrasisi olmakla övünen İsrail için bu çok iç açıcı bir perspektif olmayacaktır. Dolayısıyla Filistin sorununun çözümü kolay değildir.
Yanı başında meydana gelen bu kriz karşısında ülkemiz yanlış söylemlerinden dolayı kendini oyun dışı bırakmıştır. Söylem diyorum çünkü bu konuda da söylem ile eylem arasında yine alışmış olduğumuz şekilde bir uçurum mevcut.
Hamas’ın terörist saldırısı üzerine iktidar ilk başta dengeli bir tutum benimsedi. Kendisi de terörden epey çekmiş ve çekmekte olan ülkemiz için Hamas’ın 7 Ekim saldırısından şoke olmamak mümkün değildi. Ancak günler geçtikçe iktidar partisinden mümkünse daha İslamcı, minicik iki partinin köpürttükleri İsrail fobisi iktidarı da etkilemeye başlamış olacak ki kullanılan dil gittikçe sertleşmeye başlamıştır. En vahimi Hamas’ın terör örgütü değil milli kurtuluş hareketi olduğuna inanıldığının birkaç defa tekrar edilmesidir. PKK belasından bir türlü kurtulamayan ve bazı ülkeleri haklı olarak PKK’yı terör örgütü olarak görmemekle suçlayan iktidarımız PKK konusunda eleştiri oklarımızı yönelttiğimiz Batı ülkelerinin Hamas’ı terör örgütü olarak tanımlamasını görmezden gelip aksini iddia etmek PKK konusunda işini şüphesiz zorlaştıracaktır.
İsrail ve lideri hakkında kullanılan ölçüleri kaçıran lisan da muhakkak ki kamuoyunun tatmin ediyordur. Gerçi ilk günlerin heyecanından sonra kamuoyunun dikkati başka konulara yönelmeye başlamıştır. Halkın kendi inisiyatifiyle Hamas’a destek hareketleri düzenlediğine pek rastlanmamaktadır. İlk günlerin heyecanı içinde iktidara pek de yakın sayılmayan bir haber kanalının yorumcusu İsrail bombalarının Hiroşima’ya atılan atom bombasından daha fazla zarar verdiğini iddia edecek kadar ileri gitmişti. Sonradan aynı kanal dengeyi düzeltmiş ve Hamas’ın sebep olduğu şiddete de dikkat çekmeye başlamıştır.
Ancak kullanılan söylem karşısında ülkemizin savaşın müteakip aşamalarında herhangi bir rol alması imkansızlaşmıştır. Nitekim bölgeyi turlayan liderler Türkiye’ye uğramamakta, İsrail dışında bir ülkeye gitme gereğini duyduklarında Mısır veya Ürdün’ü tercih etmektedirler. Uzun uğraşlardan sonra 6 Kasım günü ülkemizi ziyaret etmeyi kabul eden ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in daha ziyade TBMM tarafından onaylanması gereken ancak ağırdan alındığı izlenimi verilen İsveç’in NATO üyeliğini ve Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını ele alması muhtemeldir.
İktidarın söylemi ateşli olmakla beraber, eylem konusunda çok ihtiyatlı gittiğini görüyoruz. İsrail ülkemizin 10’uncu ticaret partneri ve fazla verdiği nadir ülkelerden biridir. İhraç kalemlerimizin başında çimento ve çelik geliyor. Bazı kaynaklara göre Türkiye’nin ihraç ettiği bu ürünler İsrail’in işgal altındaki toprakları ve Gazze’yi tecrit etmek için inşa ettiği duvar ve bariyerler için kullanılmaktadır. İsrail ile ticarette boykot çağrısı yapılmamış olması, atılacak adımlarda dikkatli davranıldığının bir işaretidir. Örneğin Azerbaycan’ın Türkiye üzerinden yaptığı petrol ihracatının durdurulacağı konusunda basında herhangi bir habere rastlamadım. Buna karşılık bazı İsrail market zincirleri Türkiye kaynaklı ürünlerde boykot uygulamaya başlamışlardır.
İktidarın ticari alandaki sessizliğine ilaveten diplomatik ilişkilerde de hareketsiz kalması dikkat çekicidir. İsrail güvenlik sorununu öne sürerek Hamas saldırısından birkaç gün sonra Ankara’daki Büyükelçilik ve İstanbul’daki Başkonsolosluktaki diplomatlarını geri çekmiştir. Ancak İsrail’de görevli Türk diplomatları görevlerine devam etmişler, sadece Büyükelçi o da savaş başladıktan tam dört hafta sonra geri çekilmiştir. Geçmişte çok daha önemsiz olaylar karşısında iktidarın ilk işi Büyükelçilerin karşılıklı olarak geri çekilmesini sağlamak iken bu defaki ihtiyat ilişkilerin muayyen bir noktadan daha ileri gidecek şekilde bozulmasını istemediğini gösteriyor. Zaten Kazakistan dönüşünde yaptığı açıklamalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan niyetinin İsrail ile köprüleri tamamen atmak olmadığını açıkça beyan etmiştir.
Özetle, her iki tarafın da farklı ölçülerde de olsa sayısız cürümlerden sorumlu olduğu ve ikisinin de masum olmadığı bir savaşta sadece bir tarafı tutmak her bakımdan yanlıştır. Batı bile İsrail’in karşı taarruzunun ölçüsü kaçmaya başladıktan sonra daha dengeli bir tavır almak suretiyle inandırıcılığını muhafaza edebilmektedir. Keşke iktidar aynı şekilde hareket ederek kapıları tamamen kapatmamış olsaydı.