Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Film icabı” değil…

“Film icabı” değil…

Tam 27 yıl önce 6 Eylül’de ölen Japon yönetmen Kurosawa’nın 75 yıl önceki filmleri bugünün her kötülüğü, rezaleti sıradanlaştıran dünyasında yine güncel. Mesela “Rashomon”u yalanın bir idare, idame enstrümanına dönüştüğü bir dönemde izlemek daha da sarsıcı. Aklına savaşı, nükleeri dâhil soykırımı getiren “Ağustos’ta Rapsodi” desen gözlerimin önünde Filistin. Ölenler, savaşın bedelini ömrünce taşıyacak yaralılar, bir yudum suya, bir lokmaya hasret giden çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Film gibi ama “film icabı” değil.

Ankara’nın bir zamanlar her semte yayılan sinemaları, her çocuğun hatıralarına unutulmaz sahneler, nostaljik film kareleri eklemiştir herhalde. O kuşaklar için beyazperdenin büyüsü başka… İlk “görüntü projektörü”nün 17. Yüzyıl’da “Sihirli fener” olarak adlandırılması boşuna değil. Ankara ohoş tasviri 21. Yüzyıl’da da İrfan-İnci Demirkol’un Kızılay ve Bahçelievler’de açtığı Büyülü Fener sinemalarıyla yaşatıyor. 

İlk gençliğimizde “sanat filmi” gösteren sinemaların, merkezlerin ardından videokasetler de film seçiminin giderek başrollerdeki “star”lara göre değil “yönetmene göre” yapılmasında da etkili. 

Efsanenin adı Kurosawa

İşte o günlerin büyülü yönetmenlerinden birisi de bizi Japon sinemasıyla tanıştıran Akira Kurosawa. Kültürü, dili, oyuncuları, memleket manzaralarıyla sinema evrenimizde farklı bir aşama… O günlerde Dersu Uzalazaten birçok sinemada dillere destan da, Yedi Samuray, Rashomon, sonrasında Ran da unutamadığımız filmlerden. 1990’larda “Ağustos’ta Rapsodi” başka efsane…

Sadece sinema eleştirmenlerinin değil birçok kült yönetmenin de değerlendirmesiyle “en büyük yönetmenlerden birisi”… Onu örnek alan, filmlerinde de yâd eden ünlü yönetmenlerle yapılan o mevzudaki söyleşiler bile ayrı külliyat. 

Bugünün iki filmi

6 Eylül 1998’de ölen Kurosawa’ya “Tarihte Bugün” sitesine bakarken rastlıyorum. Ve bugünün her kötülüğü, şiddeti, yozlaşmayı (tanı(m) listesi uzun) sıradanlaştıran dünyasında hemen iki filmi geliyor aklıma. 

Yaşadıklarımızı “listesi uzun” diyerek geçecektim ama dayanamayacağım… Daha önce “Tanrım onları affet…”yazımda Roy Andersson’un “Siz, yaşayanlar…” filminden aktardığım o repliği tekrar hatırlatacağım. Filmde kilisedeki yaşlı bir kadının “dua”sı olan o sözler, düşüncemde bir süredir beddua gibi seyretse de ortamı, dünyayı tanımlayan her şeyi özetliyor:

Yaşlı bir kadının duası 

“Tanrım, sadece kendilerini düşünenleri affet. Açgözlü ve bayağı olanları affet. Ve aldatan ve dolandıranları veya zavallı maaşlar ödeyerek zenginleşenleri affet. Rüşvet yiyenleri, sahtekârları, yalancıları ve ikiyüzlüleri… Yüce tanrım, affet onları, affet onları.

Ve tanrım, aşağılayanları ve hakaret edenleri affet. Affet işkence edenleri ve öldürenleri… Şehirleri, köyleri bombalayanları, yok edenleri… Gerçekleri halkından saklayan hükümetleri affet. Kalpsizleri, acımasızları, sağduyusuzdavrananları ve çabuk hüküm verenleri affet.

Lütfen tanrım, onları affet. Çok ağır hükümler veren ya da masumu mahkûm eden mahkemeleri affet. Halkı yanlış yönlendiren gazete ve televizyonları affet. İnsanların dikkatini önemli şeylerden önemsiz şeylere yöneltenleri affet. Ey tanrım, onları affet. Onları affet…”

Yalanlar, hakikatler… 

Kurosawa’nın değineceğim ilk filmi de “bana her şey o duayı hatırlatıyor” makamından esasında… Tam 75 yıl öncesinden1950 yapımı Rashomon. Ama yarattığı çağrışımlar güncel. Hakikat, yalan, gerçek dışılık üzerine. Anlattığı hikâye filmden de eski… 12. Yüzyıl Japonya’sında bir cinayet ve tecavüz davası. 

Uzaktan yakından “tanık”ların hepsinin ifadesi, hikâyesifarklı. Gerçekler, yalanlar, farklı algılar, ezberler, insanların kendilerini ya da “güç”ü kollayan, yücelten zihinsel kurguları, tavırları birbirine karışıyor.

Gerçeğin dışına savrulan hikâyeler, tanıkların “gerçekliğin” neresinde durduğuyla da ilişkili. Filmi izleyen seyirci bile “duruş”uyla bazen o sarmalın içinde. Filmdeki “tanık”larmisali yalan da olsa inanmak istediği şeyler kafasını karıştırıyor muhtemelen. 

Güncelliğiyle de sarsıcı

Bütün bunları yalanın haram, günah sayıldığı bir ortamdaseyretmek bir yana… Yalanın bir sorun, bir şekilde bedeli olan bir ayıp olmaktan çıkıp, bir idare, yaşam, idame biçimine, hatta bir tür hak, güç, kibir enstrümanına dönüştüğü dönemde izlemek de filmin etkisini arttırıyor. Başkan Donald Trump’ınyalanlarıyla ilgili bir makaleyi üç ay önce yazmıştım. (“Dev bir kampanya olarak seri yalan”)

Her gün seyrettiğimiz “film”in başrolündeki oyuncuların performanslarını hastalık, mitomani, patolojik yalancılık filan diye değerlendirip geçmen de imkânsız. Taammüden, “kör kör parmak gözüne” olması da bünyeni sarsıyor. 

“Ağustos’ta Rapsodi”deki o an

Kurosawa’nın 1991 yapımı “Ağustos’ta Rapsodi” filminin etkisi, yarattığı duygular da bugün ağır. Film Japonya’ya 6 ve 9 Ağustos 1945’de atılan atom bombalarından 44 yıl sonrasını anlatıyor. 

Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarının yarattığı “o an”ı okuduğum kitaplar, izlediğim filmlerden şöyle hatırlıyorum: “Korkunç bir göz… Bir anda patlayan fırtınanın gözü. Ve kör edici ışığı, önce tarifsiz kamaşan, sonra korkuyla (da) kısılan gözbebeklerimizi esir aldı, içimize yerleşti. Kasıp, kavurdu… Kimimiz o an, kimimiz sonra, sanki sırayla öldü.Ben yaşadım ama belleğimde hep o an kaldı.”

Sözlü tarihi de dayanılmaz

Kurosawa’nın filmi yaşatıyor “o an”ı: “O gün, kardeşimin saçları döküldü ve utanarak kendini odasına kilitledi. Çıkmadı bir daha dışarı, önündeki kâğıtlara hep o gözü çiziyordu.”Sadece o “göz”ü… Karakalem.

Sakue Simohira o gün 10 yaşındaydı. Kız kardeşiyle birlikte “kurtuldu”. Kardeşinin saçları, ömrü dökülmeye başladı kısa süre sonra… Çocuktu, ufacıktı… Utandı o hâlinden. Kendini bir trenin altına attı.

 Ablası da denedi aynı yolu, olmadı. Uzun yıllar sonra White Light /Black Rain belgeselini çeken Steven Okazaki’ye anlattı: “İki türlü cesaret var. Ölmek ve yaşamak… İkisi de cesaret ister. Ben yaşamayı tercih ettim”.

Suya bile hasret gittiler

İlk aşamada 200 bin insan öldü iki şehirde. Ardından on binlercesi de zaman içinde ağır ağır, acılar içinde hayatını kaybetti, kalıcı yaralar aldı, sakat, “arızalı” kaldı. Yapayalnız: “Boynuma sarılma gülüm, benden sana geçer ölüm”… (¹)

Radyasyon tüm suları zehirlediği için, patlamadan “o an” kurtulanlar, son günlerini içi-dışı kavruk bedenlerinde ağır bir susuzluk içinde yaşadılar. Son nefesini farklı yerlerde, anlarda verirken, on binlerce insanın son sözü benzerdi: “Su… Çok susadım…”

 Bugün o bombanın düştüğü yerde, ölen insanların anısına üzerinde “9 Ağustos 1945. 11.02” yazan mermer bir kaide var. Ve ölenlerin torunları, çekilen o susuzluk nedeniyle, her ziyaret ettiklerinde o kaideyi bol suyla yuğuyorlar.

“Hepsi savaş yüzündendi”

Filmde o anıtı ziyaret eden torunlar, eve dönünce ABD’nin “ne büyük düşman” olduğundan dem vuruyorlar haklı olarak. Velâkin o günleri bizzat yaşayan yaşlı büyükannenin sözleri, onları (belki bizi de) şaşırtıyor:

“Amerika ile ilgili kötü duygularım çok uzun zaman önceydi. Şimdi Amerika’yı ne seviyorum, ne nefret ediyorum. Hepsi savaş yüzündendi. Çok Japon öldü, çok Amerikalı da… İnsanlar ‘her şeyi’ sadece savaşta, kazanmak için yapar. Ve bu sınırsızlık, herkese zarar verir, yok eder…”

Gözümün önünde Filistin

Aynı Andersson’un filminde dua eden o yaşlı kadın gibi, Japon büyükannenin sözleri de bana hoş geliyor. Ama o hoşgörüyü, o erdemi, olgunluğu bugün ne kadar gösterebildiğim şüpheli. Gözümün önünde Gazze, Filistin… Her gün. Ölenlerin sayısı kaynaklarda 60-80 bin arasında. Yaralananlar 140 bin… Yaşayanların mahkûm edildikleri yaşam koşulları da ortada.

Büyükannenin İkinci Dünya Savaşı terazisindeki Japonya ve Amerika da yerini İsrail’e, güncel ABD’ye bırakıyor. Teraziyi,Nazi Almanyası ile “soykırım”ın tarihe en açık örneğiyle yerleştiği o savaşta karşı cephedeki ABD’nin karşılığını “nükleer soykırım” söylemiyle kursak da İsrail’in Gazze’deki çok yönlü soykırım girişimi “müstesna” bir kategoriyi hak ediyor.

İsrail tarihe nasıl geçiyor 

Güncel çağrışımı da öyle zaten. Yıldıray Oğurun geçen yıl Japonya’ya atılan atom bombalarının 79. yıl anmalarına değindiği yazısı somut bir örneği. Hiroşima Valisi konuşmasında savaşlarda öldürülen çocuklardan, kadınlardan bahsederken töreni yayınlayan kanal İsrail’in Tokyo Büyükelçisi’ni çekmeye başlıyor.

Vali İsrail’den ya da Filistin’den bahsetmese de “neredeyse zoom yapılan büyükelçi kendisinden bahsedildiğininfarkında”, telaş içinde… Nagazaki’deki törene ise İsrail, ABD elçileri davet edilmiyor: “Dünyanın en büyük toplu katliamlarından biri olan Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombasının yıldönümünde bile suçlayıcı bakışların çevrildiği bir ülke artık İsrail. (…) Gazze Katliamı’nın tarihe nasıl geçtiğini ve geçeceğini anlatmak için başka delile gerek var mı?”

“Tanrı affetse de…” 

Kurosawa’nın filmlerindeki “tarihi destan”lar bugün destandan öte bir gerçekliğe, güncelliğe ulaşabilmiş. Savaşlar gibi zulüm, yalan, haksızlıklar, her türden kıyımlar da “dün”dekalmıyor. Tarihte hak ettiği müstakil yerine er geç yerleşiyor. O gün çocuk, genç olanların hikâyeleriyle, tanıklarıyla, belgeleriyle sözlü tarihi de öyle. “Tanrı affetse de, tarih affetmez” mi demeli!

(¹) “Japon Balıkçısı”, Nâzım Hikmet.

- Advertisment -