Üstatlar “divan”a yayılmış… Akşam yemeklerini yemişler, sunulan mezelerin, meyvelerin eşliğinde içiyorlar. Kıyafetleri “Üstüme rahat bir şeyler alayım” türünden, ayaklarında sandaletler… Ziyafetin rehaveti, sonrasındaki şarabın mahmurluğuyla, uzun oturuyorlar.
Muhabbetleri gece yarısına, sabaha kadar sürüyor. Arada şiirler okunacak, geceye katılan eğitimli, kültürlü kadınlarla hasbıhal edilecek, şarkılar söylenecek, hatta müzisyen kızların çalgıları eşliğinde danslar bile yapılacak. Keyifler kekâ, sohbet ferah-fezâ, görüşler alâimisemâ…
Eh… Ortam böyle olunca mevzu “aşk”a, hatta aşkın felsefesine geliyor tabii. Serbestiyet’te 27 Şubat’ta yayınlanan “14 Şubat bugün değil miydi?” yazımda değindiğim büyük harfle “Aşk”tan devamla… “Aşk felsefesi” bir âlem. “Bana felsefe yapma” diyerek “felsefe”yi ilk kez cümle içinde kullananların bile kayıtsız kalamayacağı bir mevzu.
Antik Yunan filozofu, Sokrates’in öğrencisi Platon’un “Şölen” başlığıyla Türkçe’ye çevrilen “Symposion” kitabı ise bu konuda bir hazine. (¹) Bir kere dedikoducu bir eser. O Şölen’e katılan düşünürlerin her bir şeyi ortada… Felsefeyi bilmem ama -dost arasında- aşkın dedikodusuzu biraz tatsız tuzsuz, yavan oluyor zaten. Gerçi “Aşk felsefesi” de sıra örneklere gelince dedikodunun çağıran alanından uzak durabiliyor mu… Bence bu da esaslı bir mevzu.
Filmi bugün çekilse “Şölen” olur
Antik Yunan entelektüellerinin, elitlerinin “Aşk felsefesi”ni merkeze alan, aşka, sevgiye, güzelliğe övgüler içeren diyaloglarının yer aldığı kitapta anlatılanları okuyunca, dümene muhayyilem de geçiyor arada. Bizzat katılmasam da o Şölen’i, yazımın girişinde kitabına uygun tasvir ettiğim o ortamı, beş aşağı on beş yukarı yeniden canlandırabiliyorum. Ete kemiğe büründürebiliyorum hayalimde. Bazen biraz “Bir varmış, bir yokmuş”a kaysa da… Öylesi kuru kuruya aktarımından daha bereketli, daha hoş geliyor, uydurana.
Kitabı, bir bakıma “gerçek bir olaydan hareketle” sinemaya uyarlıyorsun. Ki o kitabın güncel filmi de esaslı olurdu bence. Gerçi yönetmen Jonathan Miller 1965’de Platon’un o metnini, diyaloglarını, kahramanlarını “The Drinking Party (Symposium)” adıyla filmine uyarlamış. Oxford’lu bir hocayla öğrencilerini bir öğle yemeğinde buluşturmuş. (Yukarıdaki fotoğraf)
Lâkin kurgusu, akışıyla Şölen’deki hınzırlığı, retoriği, havayı pek yakalayamamış, biraz kuru kalmış. Senaryoyu “muzır” erbabına emanet edip, başrollere Max Von Sydow’u, “Gülün Adı” filminin Baskervilleli William’ı Sean Connery’yi, efendime söyleyeyim Charles Bukowski’yi ve Allah uzun ömür versin Anthony Hopkins’i, Jeremy Irons’ı filan koyabilseydin… Seyreyle “Şölen”i. Üzerlerine altı metrelik kumaşla doladıkları Toga da yakışırdı, ellerine kadeh, dillerine felsefe de…
“Ziyafet” değil “birlikte içme”
“Şölen” olarak Türkçeleştirilen Antik Yunan’daki Symposion’un bugünün “Symposium (Sempozyum)”undan önemli, ötesi eğlenceli bir farkı var. Kökenine bağlı kalarak, kelimesi kelimesine çevrildiğinde “birlikte içme” anlamına geliyor.
Şölen erbabının sicilini, künyesini düşünerek “Kafa çekme”, “Kafa bulma” desem, daha uygun düşecek sanki. Sympotes de “kadeh arkadaşı” anlamına geliyor nihayetinde… Şölen’de “şiirler, şarkılar eşliğinde siyasetten sanata türlü konularda fikir alışverişi” yapılıyor. Lâkin kıratıyla, “Ne olacak bu memleketin hali?”nin semtine pek uğramıyor. Öyle “sempozyum”a, öyle muhabbete can kurban.
“Ziyafet”ten de farklı… Zira “ziyafet”te (syndeipnon) şarap içilmiyor, yemek “altlık”. İşret, “ziyafet”ten sonra, dolu midenin üzerine içilen içkilerle başlıyor. Ki meret hemen çarpıp, sohbetin sabaha ermesine çelme takmasın. Doyurucu bir akşam yemeğinin ardından sofralar toplanıyor, hizmetkârların getirdiği suyla “arınılıp” temizleniliyor. Konukların başına çelenkler takılıyor, taştan sedirlere, minderlere uzanılıyor. Minderler ısınmadan, küplerce şarap servisi başlıyor.
“Şölen”deki kadın düşünürler
“Erkek meclisi” gibi ama kadınlar da var. Ancak daha çok, eğitimli, kültürlü “hetaire”lerle, aynı anda iki aulos (flüt benzeri üflemeli çalgı) çalan “aulitris”ler katılabiliyor “Şölen”e. Hetaireler elbette kıymetli; misal Sokrates’in hocalarından rahibe Diotima, önemli kadın filozoflardan… Sokrates “Güzel akıl” Diotima’yı, onun düşüncelerini önemle anarak, gıyabında “Şölen”lerin de başmisafirlerinden birisi yapıyor. Zaten tanrıçalar, bilhassa Aprodithe de mevzuya göre, çoğu homurdan tanrıların pabucunu dama atıyor o muhabbette.
Konuşmacılar da rengârenk. Bazılarının, bazı kaynaklarda kurgu karakter olduğu söylense de… Hepsinin “hakikaten yaşadığı”nı düşünmek gönlümü daha hoş tutuyor. Bazıları “kurgul” da olsa, sadece düşünce alanında da kalsa, o devirde öyle düşünceye, muhayyileye de kurban.
Şölen’deki konuşmacılar, Antik Yunan’ın entelektüelleri, elitleri: Sokrates’in dostu Phaidros, gezgin, coğrafyacı, komutan Pausanias, dönemin ünlü hekimlerinden Eryksimakhos, oyun yazarı, şairi Aristophanes, yazar, şair Agathon, filozof Sokrates, devlet adamı, komutan, Platon’un sıra arkadaşı Alkibiades… Konuşmacılar dışında, arada farklı karakterlerin cümleleri, isimleri de anılıyor.
“Davet”e “davetsiz” gitmenin yolu
Sadece şairliğiyle değil, fiziksel güzelliğiyle de nam yapan Agathon’un evinde toplanıyorlar. Böyle “Şölen”lere genellikle davetliler katılıyor ama işret meclisinin kapıları sımsıkı kapalı değil. Zira sık dillendirdikleri bir atasözleri var: “İyi adamın davetine, kendiliğinden gider iyiler…”
Nitekim Aristodemos da davetsiz gidiyor o Şölen’e. Ancak bir dayanağı, bahanesi var. “Ufak, tefek, Sokrates gibi hep yalınayak dolaşan” Aristodemos, ev sahibi Agathon’un olmasa da, Sokrates’in “Sen de gel”iyle katılıyor. Böyle Şölen’lere davetsiz gitmenin kamburu, davetli birisinin “davetiyle” giderek ve o durum ev sahibine mutlaka vurgulanarak azaltılıyor.
Agathon da onu -Sokrates’in davetlisi kotasından- muhabbetle karşılıyor, hatta önceden davet etmemesini “Dün aradım durdum seni çağırayım diye, ama göremedim bir türlü. Tam vaktinde geldin” diyerek telafi etmeye çalışıyor: “Gel, geç uzan şöyle Eryksimakhos’un yanına”…
Ancak Şölen’ler yolgeçen hanı da değil; itibarı taşıranlara, kendi deyişleriyle “asalak”lara (parasitoi) pek hoşgörü yok. Hatta bazıları, davetsiz gelip de “Şölen”in görgüsünü, havasını bozanların “sopalanması” gerektiğini bile savunuyor.
Aşk’ın etiketi damgası, cızı cazı yok
Muhabbet, ev sahibi Agathon’un “Bütün tanrılar mutludur ama Eros en mutlusudur çünkü en güzel, en mükemmel tanrıdır” girişinin ardından aşk, arzu tanrısı Eros’a sırayla yapılan övgülerle, aşk, sevgi üzerinden başlıyor. Mevzu aşkta, arzuda engel, sınır tanımayan Eros olunca, aşkın her hâli masadaki yerini alıyor.
Antik Yunan’da “Aşk” ve aşkın duygusal, cinsel yönelimi, sadece kadın-erkek üzerinden tanımlanmıyor zaten. Cinsel tercih bir kimlik meselesi, göstergesi değil. Şölen’deki konuşmacılar da, hemcinse duyulan aşkı parantez ya da tırnak içine almıyor. Gizlisi saklısı, etiketi damgası, ayıbı günahı, cızı cazı filan da yok. Filozofunda, kulunda da öyle, Eros’unda, tanrısında da…
Mevzuyu farklı yerlerinden ele alsalar da, farklı yönlerini öne çıkarsalar da hepsi kendi meşrebince Aşk’ı övüyor. Kimse insanın insana büyük harfle Aşk’ının çirkin bir şey olduğunu söylemiyor. Ortak fikir; “Âşıkları memnun etmek gerekir”… Ki hepsinin sık vurguladıkları gibi “tanrılar da aşkla ilgili çabaları, erdemi, o güzelliği özellikle onurlandırıyor, destekliyor”.
“Aşk”a hevesli tanrıların müsâmahası
Tanrıların Aşk’a desteği, müsâmahası deyince… İki yıl önce, 8 Mart 2019’da Serbestiyet’te yayınlanan “Suret-i aşk” yazımda uzun uzun anlattığım Yunan mitolojisindeki tanrılar geçiyor aklımdan. Damardan özetlemeye (²) çalışırsam… Demircilik (aslında sanayi) tanrısı Hephaistos, eşi Aphrodite’le savaş tanrısı Ares’e tanrılar huzurunda cürmümeşhut yapıyor.
Hephaistos, Olimpos tanrılarının “mermerden yontulmuş” güzelliğinin tersine, çirkin, topal bir figür. Tanrısal zanaatının etkisiyle kambur da hafiften. Hephaistos’un gece gündüz, geç saatlere kadar atölyesinde çalışması, Aphrodite’in susuz tenine tuz serpiyor, onu savaş tanrısı bitirim Ares’in kollarına sürüklüyor. Ve bir tanrıça, bir tanrıyı başka bir tanrı ile aldatıyor!
Sanayi tanrısı Hephaistos, yaptığı demirden bir ağ düzeniyle onları yatağında kıskıvrak yakalıyor. Ve bedenini tunç gibi saran aşk acısıyla haykırarak çağırıyor tüm Olimpos sakinlerini, “suç mahali”ne. “Buyrun” diyor, “Zevcem Aphrodite ile Ares’i yatağımda yakaladım”. Beklentisi tanrıların onları ateşler yağdırarak cezalandırmaları, en azından Olimpos’tan kovmaları…
Olimpos tanrılarının mezhebi geniş
Ancak Tanrıların mezhebi geniş. Mitoloji, iki dünya güzelini, Aphrodite ile Ares’i yatakta gören tanrıların, ceza yerine -o koca ağızlarını dev elleriyle kapatarak- kaçamak gülümsemelerle, umursamazlıkla yetindiklerini yazıyor. Yakışmışlar yahu birbirlerine…
Zaten Aphrodite adı üstünde aşk tanrıçası… Platon’un Şölen’ine katılanlar da onun “afrodizyak” etkisine, karşı konulmaz cazibesine sık atıfta bulunuyor. Eros’un da okuyla altını çizdiği gibi, o devirde de ateşle güherçile yan yana durmuyor.
(Yukarıdaki ilk resim, Fransız ressam Alexandre Charles Guillemot’un Ares, Aprodithe ve Hephaistos’u (Roma mitolojisinde Mars, Venüs ve Vulkan) tanrıların gözü önünde resmeden tablosu (1827). İkinci kare ise Botticelli’nin ünlü “Venüs’ün doğuşu” tablosundaki detay.)
“Allasen söyle nedir, aşkın aslı astarı?”
Neyse… “Şölen”e katılanlar sırayla başlıyor konuşmaya… Aşk var mıdır, yok mudur? Öz müdür, töz müdür (cevher, değişmeden kalan şey)? Önce insan mı vardı, yoksa aşk mı? Yani nedir, necidir, nicedir, sınırları nedir? Encamı, insicamı, yani Can Yücel’in deyişiyle kısaca “Allasen söyle nedir, aşkın aslı astarı?”
Yücel’in W.H. Auden’den “Türkiyelileştirdiği” şiirdeki gibi “bir çocuk” mudur, “kuş” mudur, yoksa “kalp kuruş” mudur… “Aç kurtlar gibi ulur mu dersin”, “Bando gibi gümbürder mi yoksa?”, “Borç alır borcunu ödemez mi?”, “Pat diye gelir mi dersin, gelişi yoksa havalardan anlaşılır mı?” Platon’un kitabında böyle mevzuları Antik Yunan düşünürlerinden okuyunca, insanın aklı da, dili de kamaşıyor doğrusu.
Aşk, öyle ya da böyle övülesi bir mesele… Sokrates zaten en baştan “Ben ki aşktan başka marifet bilmem” diyerek tutumunu belli ediyor. Aristophanes desen “işi gücü şarap tanrısı Dionysos ile aşk tanrıçası Aphrodite”… Phaidros da konuşmasına “Eros’un tanrılar içinde en eskisi olduğunu” vurgulayarak başlıyor.
“Aşk en büyük iyiliklerin kaynağı”
En eski tanrı olduğu için saygıyı baştan hak ediyor. “En büyük iyiliklerin kaynağı da o” diyen Phaidros, şöyle devam ediyor: “Çünkü ben, daha baharında bir genç için iyi bir âşıktan ve iyi bir âşık için de iyi bir sevgiliden daha iyi bir şeyin olduğunu söyleyemem. Bu düstur güzelce yaşamak isteyen insanlara yaşam boyu yol göstermeli. Ne akrabalık, ne mevkiler, ne zenginlik ne de başka herhangi bir şey, aşk kadar güzel aşılayabilir bunu.”
Phaidros Eros’un âşıklara “cesaret üflediğini” de belirtiyor ki, o cesaretle “âşıkların âlemi kör, dört yanını duvar sanması” da, fakir kız Penia’nın, bolluk içinde yüzen zengin oğlan Poros’u baştan çıkarıp, ondan Eros’u peydahlaması da -M.Ö.’den beri- işten değil.
İkinci konuşmacı Pausanias ise sitemkâr giriyor meseleye: “Bu konuşmanın önümüze konulması, yani Eros’u böyle basitçe övmeye davet edilmemiz bana hiç de doğru gelmiyor Phaidros. Eğer Eros bir tane olsaydı, tamamdı. Ama değil, çünkü bir tane değil”. Evet, başka tanrılar, Aphrodite de var mesela… Aşk’ı hemen hepsi kendi iştigaline göre bir köşesinden tutuyor.
Gezgin komutan Pausanias bir edimin, bir işin kendiliğinden güzel olamayacağını da savunuyor: “Yapılan bir edim kendiliğinden ne güzeldir, ne de çirkin. Aksine nasıl yapılıyorlarsa öyle bir renge bürünür edimler. Aşk ya da âşık olmak da tümüyle güzel ve övülmeye değer değildir bazen. Sadece güzelce sevmeye itendir güzel olan…”
Aşk zorbaların, tiranların işine gelmez
Aşkın başka bir şeye dönüşebileceğini, erdeminden uzaklaşabileceğini Phaidros da söylüyor. Ama “ama”sı var ve bu “öz”ünün, büyük harfle “Aşk”ın kıymetini azaltmıyor: “Bir insan iyi bir aşığı memnun edip de bu aşığın dostluğu sayesinde kendisinin de daha iyi bir insan olacağını zannetse ve onun kötü ve erdem yoksunu bir adam olduğu gün yüzüne çıktığında aldatılmış duruma düşse, yine de güzel bir aldanmadır bu.” Zira daha iyi, daha güzel bir insan olmak, o güzelliği paylaşmak için çıkmıştır yola…
Bir mevzuya daha giriyor ki, aşkla ilgili önceki yazımda değinmeye çalıştığım “aşkın siyasetle, iktidarla geçimsizliği” meselesinin kulaklarını Milattan Önce çınlatıyor: “Bana sorarsanız yönetilenler arasında yüksek düşüncelerin, sağlam dostluk ve birlikteliklerin doğması yöneticilerin işine gelmiyor. Ionia’da ve insanların barbarların boyunduruğunda yaşadıkları başka pek çok yerde aşk çirkin sayılır. Çünkü aşk, zorba yönetimlerinden dolayı felsefe kadar çirkindir barbarların nazarında. Zaten tiranlar da deneye yanıla öğrendiler bunu.”
Hatalar Aşk’ın kıymetini azaltmaz
Üçüncü konuşmacı Hekim Eryksimakhos da Phaidros’un aşkı ikiye ayırmasını, “yerinde bir ayrım” olarak görüyor ama eksik buluyor. Ve bugünün aşk üzerine “politik” söylemlerinin kulaklarını çınlatırcasına küçük harfle “aşk”ın alanını “ilahi, kutsal bütün işler”e, bazen de çiçeğe, böceğe genişletiyor.
Ayrıca “bir hekim” olduğunu kibirle vurgulayarak, aşkın “hastalıklı ve sağlıklı” yönlerini, “organizma”sını yaklaşımının merkezine alıyor. Ötesi o hoş muhabbette, incelikli sohbette fikrimce kalın bir benzetme yapıyor: “Çünkü hekimlik, özetle söylemek gerekirse, dolma ve boşalmayla ilgisi bakımından bedenin aşkla ilgili bilimidir ve aşkın güzelini çirkininden ayırt edebilendir en marifetli hekim.” Bu işin de sağlıklısı tabii “ölçüsünde, düzgünce, uygun” olmasından geçiyor. Yani “Aradaaa sıraaada, özel günlerde bir-iki kadeh içmenin mahzuru yok tabii ki” babından bildik “hekim” tavsiyesi.
Aşkta tavsiye “hekim”den alınmaz
İşi oraya getirince de huşû içinde, bol şarapla kutsanan muhabbetin bence keyfi kaçıyor biraz. İnsan âşık olunca ve “aşk”tan söz edince, o muhabbette en az “Hekim”i dinlemeli fikrimce. Zira mevzu oralara, aşk siyatiğine, kireçlenmesine, damar tıkanıklığına, kalp yetmezliğine, tansiyona filan gelince sadece aşk değil her muhabbet kadehi bırakıp hastaneye gidiyor.
Eryksimakhos aşkın “dağlara taşlara” yan etkilerini prospektüs hacminde sıralasa da, finalde mevzuyu tatlıya bağlıyor. “Aşk”ın korunması gerektiğini, sonuçta bir bütün olarak ele alındığında çeşitli güçlere, büyük güçlere sahip olduğunu, kısacası her şeye gücü yettiğini söylüyor: “O sayede birbirimizle konuşup anlaşabilir ve dost olabiliriz, hatta bizden çok daha üstün tanrılarla bile…”
Bayılıyorum böyle herkese katılarak, aslında hiç kimseye katılmayanlara… Her türüne, çeşidine…Bilhassa -güncel örneklerde- karşısındakilerin apaçık çarpıtmalarına, yanlışlarına, hatta küstahlıklarına rağmen dediklerini cımbızlayıp “şuracığında” katılacak genelgeçer bir şey bularak, kendini uyumlu, şirin, azıcık da muhalif göstermeye çalışan yorumculara… Ve tabii her mevzuda ahir zaman “feylosof”larına.
“Sağlam kafa-sağlam vücut” demode
Ama değinmeye çalıştığım “Şölen”le ilgili hissiyatım, muhabbetim bundan çok farklı elbette. Şölen’deki konuşmacıların bazı çözümlemelerine, misal Eryksimakhos’un hemen her şeyi o meşhur ve her devirde cazip, kullanışlı beden-organizma örneklendirmeleriyle, benzerlikleriyle açıklamaya çalışmasına… Hekimliğinin ona böyle bir ayrıcalık, hak kazandırdığını kibirle ortaya koymasına katılmıyorum tabii. “Sağlam kafa-sağlam vücut” çoktan demode abiler.
Yine de bugünkü yaşına-başına, üstatlığına, o inanılmaz, hayranlık uyandırıcı, “efsane” tarihe -içtenlikle- hürmeten, davetsiz olduğum bu muhteşem “Şölen”de, Eryksimakhos’a da “Sen de haklısın” demek geçiyor içimden. Özünde Hoca Nasreddin vâri olsa da, “İyi ki vardın, Eryksimakhos”… Sensiz bu sohbet sağlıksız sayılabilirdi belki.
Eryksimakhos gümbür gümbür konuşmasının ardından da Şölen’de olması gereken tevâzuyu hatırlayarak topu arkadaşına atıyor: “Aşk’ı överken istemeden de olsa ihmal ettim birçok şeyi. Ama eksik bir şey bıraktıysam eğer, onu tamamlamak senin işin Aristophanes”. Aristophanes ise müstehzi; “Durdu durmasına, ama ben aksırıncaya, aksırığa başvuruncaya kadar da durmak bilmedi. Ben aksırınca duruverdi birden”.
“Tanrıların en insancılı odur”
“İlahi Aristophanes!” diyor Eryksimakhos da ve karşılığı sert, alaycı geliyor: “Yaptığın şeye bak. Konuşmaya başlayacağına soytarılık ediyorsun ve artık rahatça konuşabileceğin halde, olur da ağzından gülünç bir laf kaçırırsın diye konuşmana dadılık etmek zorunda bırakıyorsun beni.”
Aristophanes gülerek, bu sözleri hiç dert etmeden devam ediyor: “Doğru söylüyorsun da… Bence insanlar aşkın gücünü tam olarak anlamış değil; anlasalardı eğer onun için görkemli tapınaklar ve sunaklar inşa eder, en gösterişli adaklarını ona sunarlardı. Hiçbiri yapılmadı ona. Sonuçta tanrıların en insancılıdır o; hem insanların koruyucusu, hem de iyileştirildiğinde insan soyuna en büyük mutluluğu getirecek olan hastalıkların şifacısıdır.
Bu yüzden ben size açık açık anlatmaya çalışayım onun gücünü. Bütün kadınlara ve erkeklere söylüyorum ki… Eğer aşkımızı bir sonuca vardırırsak ve her birimiz kendi sevgilisiyle karşılaşır da baştaki doğasına geri dönerse, ancak bu şekilde mutlu olabilir bizim soyumuz. İşte Eryksimakhos, Aşk üzerine benim konuşmam bu. Onun için konuşmamı alaya alma da Agathon ile Sokrates’in ne söyleyeceklerini dinleyelim”.
Bugüne “M.S.” dememek mahcubiyetten
Kitaptaki diyaloglar, tatlı atışmalar, retorik çekişmeler, bugünün bazı şipşak “yorumcu”larını dut yemiş bülbüle çevirecek, kurduğu cümlelerle bile onun dil haznesini târumar edecek seviyede. Hele mevzu kerhen aşk olunca, sıraladıkları o haşmetli pop ya da hop klişeleri, dizi dizi işporta incileri düşünürsen… Antik Yunan’daki o diyalogların M.Ö. 400-300’lerde yaşandığını düşününce, bugünümüze neden M.S. 2022 demediğimizi de kendimce anlıyorum. Biraz mahcubiyet var sanki…
Önümüzdeki pazar Antik “Aşk felsefesi”ne Sokrates ve koca şair Agathon’la devam edeceğim. Ama haddim olmayarak biraz güncellemeye, -o ne kelime!- daha doğrusu (ve edeplisi) güncel örneklerle değinmeye çalışacağım. “Gerek var mı ki?” sorusunu da kafamdan kovacağım. Bazen gereksiz şeyler de, muhabbetin tuzu biberi… O da “Şölen” gibi eğlenceli olacak bence. Mesela birlikte kafa çekilen, şairlere bayılan, onları başüstünde tutan o “Şölen”e davetsiz başka misafirleri, misal edepsiz ihtiyar ayyaş Charles Bukowski’yi birkaç cümleyle de olsa katmaya cüret etsem, fena mı olur, kıyamet mi kopar?
(¹) Şölen, Platon, Eski Yunanca’dan çeviren: Eyüp Çoraklı, Alfa Felsefe Yayınları.
(²) “Damardan özet”: Bu deyişime bir örnek vermeliyim: Bir zamanlar, video kulüplerin her yanı sardığı dönemde Milliyet Gazetesi kupon karşılığı “Videoda, TV’de 5000 film” kitabını dağıtmıştı. Tam 475 sayfalık kütük gibi kitapta, her filmin konusu bir, bilemedin iki satırla özetleniyordu. “Love Story” filminin oradaki özetini bugün gibi hatırlıyorum: “Fakir bir kızla, zengin bir delikanlı âşık olur, evlenir. Kız kanser olur, ölür.” İşte damardan özet budur; başını, sonunu, tüm meseleyi bir cümleye sığdırırsın, filmi seyretmeye bile gerek kalmaz.
YAZI FOTOĞRAFI: ŞARABI SEYRELTMEK USTALIK İSTER Antik Yunan “çan krateri”nin üzerindeki Symposion figürü. Örneklerine farklı müzelerde rastlanan “çan krateri”, “Şölen”lerde şarabın suyla seyreltildiği kulplu bir çömlek, bir tür kapaksız küp, koca bir kupa. Şölen’in “usta şarap seyrelticisi ”, “içeceğin efendisi” gruba, ortama, muhabbetin saatine, türüne göre şarabın ne kadar, ne zaman seyreltileceğini tadını kaçırmadan ayarlıyor, bazen çakırkeyifliğin, alkolün ince ayarını konukların isteklerini de göz önüne alarak yapıyor. Muhtemelen eski şarapların yüksek alkol derecesi nedeniyle, standart ayarı uzun sohbetlerde 1 şarap/3 su, eğlence de varsa 1/2, koyver gitsin âlemlerde “Elini korkak alıştırma” diyorlarsa 1/1… Sâki değil, şarabın ayar ve lezzet ustası, bir bakıma Şölen’de esrikliğin düzenleyicisi…