Bilindiği üzere 1789 yılında başlayan Fransa devriminden sonra geçen nerede ise 100 yıllık dönem başka ülkelerde pek görülmeyen çalkantılara sahne oldu. Bu dönemde ülke idam edileni dahil dört kral, iki imparator ve üç cumhuriyet tarafından yönetilmiş, kanlı devrimler, ayaklanmalar yaşamıştır. Nihayet 1870’te kaybedilen Fransa-Prusya savaşından sonra savaşın sorumluluğu üzerine yıkılan III. Napolyon ve imparatorluk rejimi devrilmiş, yerine cumhuriyet ilan edilmişti. Aslında o sıralarda Fransız halkının çoğunluğu Cumhuriyetçi değildi. Krallığın yeniden getirilmesinin daha istikrarlı bir rejime imkân sağlayacağını düşünenler en azından yöneticiler arasında çoğunluktaydı. Ancak tahtın iki talibi arasında anlaşma olmayınca çıkış yolu olarak yaşını almış olan taliplerden birinin ölümünü beklemenin makul olabileceği düşünülmüş ve kendisi de aslında Krallık taraftarı olan Üçüncü Cumhuriyetin ilk Cumhurbaşkanı yedi yıllığına seçilmiştir. Hesap, bu süre zarfında taraftarlarınca V. Henri olarak bilinen ve direkt varisi olmayan taliplerden yaşlı ve rahatsız olanının vefatıyla diğer talibin tahta çıkarılabileceği yönündeydi.
V. Henri hemen ölmedi, buna karşılık Fransızlar Cumhuriyete alıştı. 1870 ile 1958 arasındaki dönemde Fransa parlamenter rejimle yönetildi. Cumhurbaşkanının yerini meşruti bir krala bırakacağı hesabıyla yetkileri çok sınırlı kalmıştı. Siyasi partiler bölünmüş olduğu için hükümetler sık sık değişiyor, istikrar ve devamlılık sağlanamıyordu. Fransa bu rejimle Birinci Dünya Savaşını atlattı ama 1940’ta Almanya karşısındaki hızlı yenilginin ve arkadan gelen dört yılı aşkın işgalin sorumluluğunu da iki savaş arasındaki istikrarsızlık nedeniyle gerekli hazırlıkların yapılamamış olmasından dolayı Cumhuriyete ve parlamenter rejime yükleyenlerin sayısı az değildi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni anayasa çalışmaları sırasında savaş dönemi kahramanı ve geçici hükümetin başkanı General De Gaulle Dördüncü Cumhuriyet anayasasının öncekinden farklı olarak Cumhurbaşkanına güçlü yetkiler vermesini istemişti. Ancak siyasi parti liderlerinin bu görüşü kabul etmemesi ve parlamenter rejim üzerinde ısrar etmeleri üzerine De Gaulle istifa etmiş ve Paris’e kara yoluyla birkaç saat mesafede olan evine çekilmişti.
1954 yılında patlayan Cezayir ayaklanmaları Dördüncü Cumhuriyetin de sonunu getirdi. Cezayir savaşının bir müddet sonra Fransa’nın tümünü içine alacak bir iç savaşa dönüşmesi tehlikesi baş gösterince siyasiler yeniden De Gaulle’e dönmüşler ve onu göreve çağırmışlardı. Ülkeyi uçurumdan geri getirebilecek tek kurtarıcı olarak görülen De Gaulle ilk önce Başbakan, birkaç ay sonra da Cumhurbaşkanı oldu. Ancak parlamenter sistemden hoşlanmadığını gizlemeyen De Gaulle kısa zamanda rejimi değiştirerek yarı başkanlık olarak tanımlanan Beşinci Cumhuriyet Anayasasını yürürlüğe koydurttu. Bu anayasanın ilk şekline uygun olarak De Gaulle Parlamento üyeleri, belediye başkanları ve belediye meclisi üyeleri tarafından oluşturulan bir Seçmenler Koleji tarafından Cumhurbaşkanı seçildi. Bu Anayasaya göre yürütme Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından paylaşılmakta ve tabii kanunların öngördüğü frenler Parlamento ve başta Anayasa Konseyi olmak üzere mahkemelerce uygulanmaktadır.
De Gaulle yeni anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini sağlayacak bir değişiklik daha kabul ettirdi ve Beşinci Cumhuriyetin ilk direkt Cumhurbaşkanlığı seçimi düzenlendi. Bu sisteme göre Cumhurbaşkanı adaylarından biri ilk turda oyların çoğunluğunu alamazsa ikinci tura ilk turda en fazla oy almış iki aday katılmaktadır.
1965 yılından bu yana yapılan hiçbir seçim, kurtarıcı De Gaulle’ün bizzat katıldığı ilk seçim dahil birinci turda sonuçlanmamış, hepsi ikinci tura kalmıştır. Beşinci Cumhuriyet rejimi 1958 yılından bu yana devam etmekte olup, aradan geçen süre içinde meydana gelen belli başlı en önemli değişiklik Cumhurbaşkanının görev süresinin yedi yıldan beş yıla indirilmesi olmuştur. Bunun nedeni basittir: Cumhurbaşkanları ile Parlamento arasında özellikle Cumhurbaşkanlarının ikinci dönemlerinde uyuşmazlıklar meydana gelebilmekte, Cumhurbaşkanı karşısında kendisine uymayan bir çoğunluk bulabilmekte ve iktidarı Parlamentoda çoğunluğa sahip olan ancak kendisine muhalif bir Başbakan ve kabine ile paylaşmak zorunluluğunda kalabilmektedir. Son yıllarda bu meydana gelmemiş olmakla beraber gerek Mitterrand gerek Chirac ikinci dönemlerinde kendilerine karşı başbakanlarla yönetimi paylaşma mecburiyetinde kalmışlardı. Diğer taraftan Beşinci Cumhuriyet döneminde iki defa yedi yıllığına seçilen tek Cumhurbaşkanı olan Mitterrand’ın 14 yıl gibi bir süreyle başta kalması fazla uzun bulunmuş, Başkanın görev süresi 2000 yılında biraz da o nedenle iki defa beş yıla indirilmiştir. Yine bilindiği üzere şimdiki Cumhurbaşkanı Macron kendisinden önce gelen iki selefinden (Sarkozy ve Hollande) farklı olarak ikinci bir dönem için seçilmeyi başarmıştır. Ancak Macron bile Parlamento içinde çoğunluğa sahip olmadığı için geçirmek istediği kanunlar için pazarlıklara veya güven oylamasına müracaat etmek durumunda kalmaktadır. Yetkilerin bu şekilde paylaşılması haliyle ülkenin tek adam rejimine dönüşmesini engellemekte ve ülkenin uzlaşma ile yönetilmesini zorunlu hale getirmektedir. Macron’un şansı karşısındaki muhalefetin bölünmüş olması ve tek bir bütün teşkil etmemesinden de kaynaklanmaktadır.
Benzer bir iki turlu seçim sistemi Millet Meclisi seçimleri için de kullanılmaktadır.
İki turlu seçim sistemi siyasi partileri ikinci turda uzlaşmaya zorlamaktadır. Yirmi birinci yüzyılda Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin çoğunda ikinci tura aşırı sağın temsilcisi baba-kız Le Pen’lerden biri kalmıştır. Bu olduğunda tüm diğer partiler Le Pen’lerin yolunu kesmek için diğer adayı destekler olmuşlardır. Örneğin 2002 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda mevcut Cumhurbaşkanı Jacques Chirac %20 oy alırken, ikinci turda nerede ise tüm partiler aşırı sağın yolunu kesmek amacıyla Chirac’a destek olmuş ve Jean-Marie Le Pen’e karşı %82 oy ile kazanmıştır. 2017 seçimlerinin ilk turunda şimdiki Cumhurbaşkanı Macron %24 almış, ikinci turda ise yine çoğu partilerin aşırı sağ aday Marine Le Pen’e karşı birleşmesiyle oylarını %66’ya çıkarmıştır. 2022 seçimlerinde ise aynı senaryo tekrar edilmiş ancak bu sefer Macron’un oyları ikinci turda %58’e düşmüştür. Marine Le Pen’inkiler ise %41’e çıkmıştır. Chirac’ın 2002 yılında elde ettiği çoğunluğa nazaran Macron’un aldığı oyun epey düşük çıkması aşırı sağın gittikçe yükselmekte olduğunun bir göstergesi sayılmaktadır. Gerçi bu neticede Marine Le Pen’in babasının kurduğu ve kuruluşunda aşırı sağ kimliğini gizlemeyen, hatta İkinci Dünya Savaşında işgalci Almanya ile işbirliği yapmış olan siyasileri ve onların uyguladığı siyaseti savunmaya kadar giden, o dönemde işlenen savaş suçlarını önemsizleştirmeye çalışan aşırı partiyi ortaya çekmeye ve daha ılımlı bir hüviyet kazandırmaya çalışmasının da etkisi olduğuna şüphe yok. Ayrıca geleneksel orta sağ partilerin parasal skandallarla çalkalanmasının ve Sosyalist Partinin iç tartışmalar sonucunda tarihi bir hezimete uğramış olmasının payı Le Pen’in partisinin bu kadar çok oy kazanmasında çok büyüktür. Sosyalist Parti küçüldükçe meydan çoğu Fransız seçmen için kabule şayan olmayan aşırı sola kalmış ve Bayan le Pen ile partisi aradan sıyrılma imkanını bulmuşlardır.
Millet Meclisi seçimlerinde de buna benzer manzaralar görüyoruz. Birinci turlarda %25’lere kadar yükselen oylar alabilen aşırı sağ ikinci turda karşısında oluşan cepheyi aşmakta en azından 2022 seçimlerine kadar büyük bir güçlük çekmiştir. Geçen seneye kadar aşırı sağın 577 üyeli Millet Meclisine sokabileceği üye sayısı bir elin beş parmağını pek geçemiyordu. Ancak 2022 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yukarıda bahsettiğim özellikleri Millet Meclisi seçimlerinde de kendini göstermiş ve Le Pen’in partisi ilk defa 88 sandalye elde etmiştir.
Fransa örneğini ayrıntılarıyla anlatmamın çeşitli nedenleri var tabii. Fransa, Cumhurbaşkanını halka seçtiren tek Avrupa ülkesi değil. Portekiz, Finlandiya, Avusturya, İrlanda gibi başka ülkeler de bunu yapmaktadır. Ancak Fransa bu ülkelerin en büyüğü, Cumhurbaşkanının yetkilerinin de en geniş olanıdır.
Diğer dikkatleri çekmek istediğim husus, 1965 yılından bu yana yapılan hiçbir seçimin ilk turunda iki adayın yarışmadığı, her seferinde irili ufaklı nerede ise tüm partilerin Cumhurbaşkanlığı için aday gösterdiği ancak ikinci turda yolunu kesmek istedikleri adaya karşı birleştikleridir.
Ülkemizde Cumhurbaşkanlığına direkt seçim tarihimizde sadece üçüncü defa yapılmaktadır. Ancak belki de bu konuda Fransa’dan alabileceğimiz dersler olduğu en azından benim için açıktır. Tabii ki Fransa ile ülkemizin siyasi gelenekleri birbirinden çok farklıdır. Ama daha vakit varken onun tecrübelerinden yararlanmanın mümkün hatta gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu konuda yalnız olmadığımı ve ilk turda tek veya çatı aday çıkarmak yerine tüm partileri serbest bırakmanın ve ittifak arayışlarının ikinci tura bırakılmasının yerinde olacağını düşünenlerin az olmadığını görüyorum. Buna da memnun oluyorum. Ancak çeşitli nedenlerle buna karşı olanların mevcudiyetini de kabul etmem gerekiyor. Bu konudaki geçmiş tecrübemizin sınırlı, Türk seçmeninin de Fransız karşıtından çok farklı olduğunu inkâr etmek tabiatıyla mümkün değildir. Belki de önümüzdeki seçimlerden çıkartılacak dersler ancak ondan sonraki seçimlere ışık tutabilir. Tabii 2023’ten sonra ülkemizde bir daha serbest seçim yapılacağı varsayımıyla.