Bir ülkedeki siyasi partilerin demokratik değerlere ve adalete bağlılığını ölçmede başvurulacak en güvenilir kıstaslardan biri, onların toplumdaki en zayıf ve en kırılgan kesimlere dair eylem ve söylemleridir. Daha açık bir anlatımla, siyasi partiler, elleri kolları bağlanmış bulunan ve en temel hakları türlü nedenlerle ayaklar altına alınan birey ve gruplarla hemhal oldukları ve onları kamusal alanda savundukları ölçüde demokrasiye ve adalete yakınlaşırlar. Buna mukabil siyasi partiler, zayıflara karşı aldıkları menfi tavırlar nispetinde de demokrasi ve adaletten uzaklaşırlar.
Türkiye’de bugün mülteciler/sığınmacılar/göçmenler, en zayıf ve en kırılgan kesimlerin başında geliyorlar. Bilhassa Suriyeliler korkunç bir iç savaştan geçtiler, geçiyorlar. Canlarını kurtarmak için gittikleri ülkelerde, elbette Türkiye’de de, en ağır şartlar altında hayatlarını idame ettirmeleri yetmiyormuş gibi bir de çok yönlü nefrete muhatap oluyorlar.
Mülteciler, sürekli hedefe tahtasına oturtuluyorlar. Varlıklarını onların yokluğu üzerine bina etmiş siyasiler tarafından ateşe sürülmek isteniyorlar. Ülkenin yaşadığı her sorunun müsebbibi olarak gösteriliyor, yalan yanlış bilgi ve haberlerle kriminalize ediliyorlar. En kesif önyargılar onların üzerine boca ediliyor, en basit insani ihtiyaçlarını karşılamaları bile onlara çok görülüyor ve hakarete maruz kalıyorlar.
İnsanlıktan çıkarılıyor mülteciler, aşağılanıyorlar. Kem gözlerle onlara bakanlar karşılarında kendileri gibi anne, baba ve evlat olan birini, yani bir insanı görmüyorlar. Aksine onlardan insan-altı bir varlıktan bahseder gibi bahsediyorlar. Şeytanlaştırılıyor, kötülükle özdeşleştiriliyorlar ve düşman olarak kodlanıyorlar. Onlara yönelik her çeşit gayri-insani müdahale de, bu kodlama sayesinde, mubah kılınıyor.
Uğursuz Bir Yarış
Hülasa mülteciler, günümüz Türkiye’sinin en zayıflarını oluşturuyor. Düşman olarak mimlendiklerinden onlara yönelik hukuk dışı tedbirlerin alınmasında bir beis görülmüyor ve temel insan hakları mütemadiyen ihlal ediliyor. Dolayısıyla bu insanları ve haklarını savunmak, memleketin en kritik demokratlık ve adaletperverlik imtihanına dönüşüyor.
Ve ne yazık ki bu imtihanı veremeyenlerin sayısı fazla!
CHP de bu imtihanda fena çaktı. 31 Mart yerel seçimlerinden sonra mazbatasını alan bazı CHP’li belediye başkanları, şehirlerinde ivedi olarak yapılması gereken başka bir iş yokmuş gibi, ilk iş olarak mülteci karşıtlığını körüklemeye başladılar. CHP’nin belediye başkanlarından bazıları “Sığınmacıları amasız, fakatsız, lakinsiz göndereceğiz” dedi, bazıları sudan bahanelerle mültecilerin işyerlerine alayı vala ile kilit astı. Kimi Arapça tabelaları indirmek için aslan kesildi, kimi de “Nerden gediği belli olmayan yabancı öğrencilerin ulaşım ücretlerine astronomik zam yapacağız” gibi yüz kızartıcı bir ifadeyi büyük bir marifetmiş gibi sarf etti.
Sanki bir yarış var CHP’de, uğursuz bir yarış; en ırkçı, en ayrımcı, en yabancı düşmanı hareketi kim yapacak yarışı!
CHP Genel Merkezi’nden de bu akıl tutulmasına karşı çıkan, “dur” diyen bir uyarı gelmiş değil. Oysa bu mesele, memleket için olduğu kadar, CHP için de hayati bir önem taşıyor.
Zira CHP, yaklaşık yarım asır sonra bir seçimi ilk kez en önde tamamladı ve gerçek bir iktidar alternatifine dönüştü. Parti yönetimine göre bunun altında yatan faktör belliydi: CHP, uzun bir süre Kürtlere ve muhafazakâr-dindarlara gözünü ve kulağını kapamıştı. Onların sorunları ve talepleriyle alakadar olmamış, temsiline soyunmadığı bu çevrelerle arasına büyük bir mesafe koymuştu. Sırtını sınırlı bir çevreye dayayarak siyaset yapmış, bu tarz siyaset tabiatıyla CHP’yi dar bir alana sıkıştırmış ve onun demokratik bir seçimi kazanma ihtimalini ortadan kaldırmıştı.
İşte CHP kendisini başarısızlığa yazgılı kılan bu dışlayıcı ve hak-özgürlük karşıtı çizgisini terk etmiş, bunun yerine kapsayıcı ve hak-özgürlük taraftarı bir çizgiyi ikame etmeye yönelmişti. Toplumun geniş kesimleriyle arasına aşılmaz bariyerler koyan anlayışını rafa kaldırmış, halkla arasındaki buzları kıracak doğru yolu bulmuştu. Artık bu doğru yoldan geri dönmesi düşünülemezdi; tersine CHP bundan sonra kendisini halka yakınlaştıracak bu yolda daha hızlı adımlarla ilerleyecekti.
Dün Kürtlere ve dindarlara, bugün mültecilere
Ancak seçimin ardından CHP’li belediye başkanlarının tatbikatı bu okumayla örtüşmüyor. Irkçı, ayrımcı ve yabancı düşmanı dil ve pratik, CHP’li belediyelerde bir virüs gibi yayılıyor. Bu dil ve pratik , CHP’nin hem kapsayıcı olma hem de hak ve özgürlük taraftarı olma iddialarının altını boşaltıyor ve CHP’deki değişimin daha derinden sorgulanmasını gerektiriyor. Bunun özsel bir değişimden ziyade bir makyaj tazelemesine tekabül ettiği yönündeki şüpheleri kuvvetlendiriyor.
Zihniyet değişimi, ayrımcılığın bütünüyle reddini gerektirir. Maalesef, CHP’de böyle net bir tavır yok. Dün Kürtlere ve dindar-muhafazakârlara yapılanları, bugün mültecilere reva gören bir damar var CHP’de. Bu da CHP’de olanın, zihni bir dönüşümden ziyade taktik değişiklik olduğuna işaret ediyor. Yani ayrımcılık baki kalıyor ama ayrımcılığa tabi tutulanların kimliği değişiyor. Anlaşılan o ki CHP’deki dışlayıcı ve ayrımcı damar ölmüş değil, o hep canlı duruyor ve sadece hortlamak için uygun fırsatı kolluyor.
“Bana karşı nazik olup bir garsona kaba davranan kişiye güvenmem. Çünkü garsonun yerinde ben olsaydım, bana da aynı şekilde davranacaktı” der Muhammed Ali. Haklı, hem de sonuna kadar.
Mültecilere kötü davrananlara da güvenilmez. Çünkü hâlihazırda mülteciler için uygun gördükleri kötülükleri, yarın koşullar değişip de zayıf halka konumuna düştüğünüzde sizin başınıza getirmekten imtina etmeyeceklerdir.
CHP yönetimi, elini tez tutmalı ve insanlık dairesinin dışına çıkan belediye başkanlarını insanlık sınırlarına çekmeli. Geç olmadan!