9 Ağustos 1930. Belki de Cumhuriyet tarihimizin en önemli haber atlatma olaylarından biri yaşanıyordu. Vakit gazetesi, diğer rakiplerinden önce, o mühim haberi duyurmak için gece baskısını durdurmuş manşeti baştan dizmişti. O sabah İstanbulluların kocaman ve renkli puntolarla okuyacağı manşet şuydu;
Yeni Muhalif Fırka.
Kemal Tahir’in Yol Ayrımı romanı tam da bu haberin atlatıldığı gece Vakit Gazetesi’nde başlar. O sıralarda Yalova, yeni açılan kaplıcası ve Gazi’nin köşkünün taşınmasıyla yazlık başkent gibidir. Bütün devlet ricali sık sık Gazi’nin yanına, Yalova’ya toplantılara gidip davetlere katılmaktadır. İşte bu mühim haber de Yalova Kaplıcaları Müdüriyeti tarafından tertiplenen balodan sızacaktır.
O haftalarda ülkenin en sıcak gündemi; Ağrı Dağı ve çevresinde Hoybun’a karşı düzenlenen askeri harekât ve bu mesele yüzünden İran’la gerilen ilişkilerdi. 1929 ekonomik krizi ve yükselen İngiliz Lirası’yla mücadele için İnönü Hükümetinin ilan ettiği tasarruf seferberliği biraz gevşetilmiş gibi duruyordu. En azından yılın ilk aylarındaki yoğunluğunda değildi fakat her halde halkın ekonomik krizden kaynaklı zorlukları gazete sayfalarından saklanamıyordu.
Gazi Hazretleri’yle birlikte Başvekil İsmet Paşa haricinde, haberin yıldızı olacak, Paris Büyükelçisi Fethi Bey (OKYAR) de Yalova’daydı. O da bir askerdi. Aynı zamanda İkinci Meşrutiyet beyannamesini bizzat yazan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimlerinden biriydi. Mustafa Kemal’i de cemiyete üye yapan kendisiydi. Paris Askeri Ataşesi, Büyük Millet Meclisi (BMM) birinci ve ikinci dönem milletvekili, dahiliye vekili, icra vekilleri heyeti reisi, cumhuriyetin ilanından hemen sonra, TBMM Başkanı ve Terakki Perver Fırkanın kapatılmasından sonra kendi isteğiyle atandığı Paris Büyükelçiliği. Şahane bir CV. Gazi’nin en yakınlarında olan ve aynı zamanda herkesçe de saygı gören, ağırlığı olan, bir figür.
Kendisinin memlekete dönüşü olağan yıllık izin gibi gazetelerde yer almıştı ve bu dönüşten böyle bir haber çıkacağını kimse beklemiyordu. Vakit Gazetesinin manşetinden sonra gündem Fethi Bey’in kuracağı muhalif fırka üzerine yoğunlaştı. Önce Fethi Bey’in memleketin sorunlarını tahlil ettiği ve yeni bir fırka kurmak için Gazi’nin onayını talep ettiği mektuba verilecek cevap beklendi. Kısa bir süre sonra gazetelerde bu cevap yayınlanacak, Gazi hazretleri de eskiden beri hür münakaşanın olduğu sistemlere beslediği sempatiyi belirtirken yeni bir fırka kurulmasından, özellikle de en önemli gördüğü laiklik prensiplerine ve cumhuriyete bağlı olma konusundaki ortak mutabakattan duyduğu memnuniyeti ifade edecekti. Şunu da eklemeyi ihmal etmiyordu;
Görev süresinin sonunda, bizzat kurduğu, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) başına geçecekti. Fakat o zamana kadar, görevi gereği, tarafsız kalacağına dair de teminatını veriyordu.
Gazi’den alınan açık onayla yeni fırka artık çalışmalara başlayabilirdi. İlk günler bütün basın Fethi Bey’in yeni fırkasının programının ne olacağını, kimlerin katılacağını merak ediyor, İsmet Paşa’yla yan yana dostane fotoğraflarının yanı sıra Gazi’yle baş başa aynı masada oturduğu fotoğraflar da basılıyor, bütün gazeteler Fethi Bey gibi birinin muhalif bir fırka kuracak olmasının öneminden bahsediyordu.
Bir süre, “Yeni fırka sağ mı, sol mu” tartışmaları yürüdü. Fethi Bey’e göre kendisi sola daha yakın duracaktı. Yeni fırkanın kurucuları arasında en önemli isim ise, hali hazırda milletvekili olan, Ağaoğlu Ahmet Bey’di. En az Fethi Bey kadar ağırlığı olan saygın ve mecliste en sıkı muhalefeti yapan önemli bir figürdü. Oluşan çekirdek kadro hızlıca fırkanın kısa programını neşretti. Bugünden baktığınızda tipik bir liberal parti programıydı bu aslında. Tren yolları yapımında uygulanan usulden, vergilerin ağırlığından, inhisarların yarattığı zararlardan, yabancı sermayenin ülkeye cezbedilmesinden, basın hürriyetinden, kadınların seçme ve seçilme haklarından bahsediliyordu programda. Zekeriya Bey (Sertel), yine aynı tarihlerde yayın hayatına başlayan Son Posta gazetesinde, böyle bir parti programının sol olamayacağını anlatan köşe yazısı yazıyor hatta üçüncü ve tam manasıyla sol bir partinin de kurulması gerektiğini belirtiyordu.
Partinin ilginç üyelerinden birisi Gazi Hazretleri’nin kız kardeşi Makbule Hanım’dı. Pek çok kadın yeni partinin Nazlı Han’daki ilk merkezine başvuru yapıyor, ülkenin dört bir yanındaki şehirler toplu halde partiye kaydolmak için telgraflar yolluyor, bu telgrafları ilgili şehirlerin belediye başkanları yalanlıyor, hangi eski veya yeni milletvekilinin halk fırkasını bırakıp bu yeni karşı partiye katılacağıyla alakalı dedikodular yazılıyordu. Hatta o kadar ki Beyoğlu Şahkulu Mahallesinden bir heyet gelerek bütün mahallenin toptan yeni fırkaya geçmek istediğini beyan etmişti. Gazetelerin o sıralarda genel tavrı yeni fırkanın aslında mevcudundan pek bir farkı olmadığı yönündeydi. Gazeteler onları iki kardeş fırka ya da birbirlerinin aynadaki yansımaları gibi görmeyi tercih ediyorlardı. Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) kendisinden “Karşı Fırka” olarak bahsedilmesini tercih ediyordu. Muhalif kelimesinin olumsuz hatıraları çağrıştırdığını söyleyerek. Sadece kendileri değil İsmet Paşa da aynı fikirdeydi; muhalif kelimesinin olumsuz hatıraları vardı.
Aradan çok kısa zaman geçmeden Fethi Bey ve Ağaoğlu Ahmet Bey hükümete karşı tenkitlere başladılar. Parti programında yer verdikleri şimendifer siyaseti, inhisarlar, vergiler vs. üzerinden hükümeti eleştiriyorlardı. O sıralarda Yalova’da bulunan ve dişlerini tedavi ettiren İsmet Paşa ise bütün bu eleştiriler karşısında sessizdi. Daha doğrusu vereceği cevabı hazırlıyordu. Milliyet Gazetesinin sahibi Siirt mebusu Mahmut Bey’e (Soydan) göre bu eleştirilere karşı hem hükümet gazetelerinin hem de İsmet Paşa’nın sessizliğinin sebebi, halkın içindeki birikmiş öfkeyi atmasına müsaade etmekti.
Bu sessizlik sırasında resme Adliye Vekili Mahmut Esat Bey (Bozkurt) girecekti. Kendisi bir soru üzerine “Karşı fırka”nın adalet sistemine yönelik eleştirilerine Kayseri’de cevap veriyor ve manşete çıkan “Halk fırkasının, bir can borcu müstesna, Allah’a bile verecek hesabı yoktur” sözlerini, Fethi Bey eleştiriliyor ve adliye vekilinin Halk Fırkası adına konuşmaya yetkili olmadığını, bunun ancak İsmet Paşa’dan beklenebileceğini söylüyor ve iki gün süren bir polemik başlıyordu.
Çok kısa sürede gerilmeye başlayan ortamda Yunus Nadi’nin gazetesi Cumhuriyet, olağan bir haber gibi verdiği, Yeni fırkanın Nazlı Han’daki merkezine dün kimler kaydoldu konulu haberinin içine fırka binasının önünde yürüyen sarıklı bir adamın resmini basıyor ve resmin açıklamasına “Bir sarıklı efendi fırkadan çıkarken” diye yazıyordu. Böylelikle başka bir tartışma daha doğmuş oldu. Yeni fırkaya üye kaydederken yeterli inceleme yapılmadığı yönünde eleştiriler dillendiriliyor ve bunun üzerine Karşı fırka da Terakki Perverciler ve irticacıların fırkaya kaydolduklarına dair iddiaları kesin bir dille yalanlıyordu.
Esas önemli nokta 1930 senesinde belediye seçimlerinin yapılacak olmasıydı.
Seçim, birkaç ay önce mecliste hızlıca geçen yeni belediye kanununun gözetiminde olacaktı. Valilik ve belediye başkanlığı birleştirilmiş, şehirlerin sınırları güncellenmiş, yerel idarelerin yetkileri arttırılırken bir yandan da bir nevi kayyum rejiminin de zemini hazırlanmıştı. Ağaoğlu Ahmet Bey aceleyle geçirilen ve demokratik bulmadığı yönleri olan bu kanununa karşı tavrıyla meclisteki tartışmaları yönlendirenlerin başında geliyordu. Kanunun en önemli yeniliklerden biri kadınlara belediye azalığı seçimlerinde aday olabilme hakkı getirmeseydi. SCF, önünde çok kısa bir zaman varken belediye seçimlerine katılmaya karar verdi. Yıllarca bu uğurda mücadele eden, kurucusu olduğu Kadın Birliği başkanlığından zorla koparılan Nezihe Muhittin de aza namzetliği için bu yeni fırkaya kaydolanlar arasına girecekti.
İsmet Paşa sessizliğini Yalova’da hazırladığı 41 sayfalık nutukla bozdu. Hem de Sivas demiryolunun açılış merasiminde.
41 sayfalık bu uzun nutukta tek tek Fethi Bey’e ve Serbest Fırka’nın eleştirilerine kendi tezleriyle cevaplarını verdi. İş Lozan günlerine kadar gidiyor ve Fethi Bey’i Chester Anlaşmasıyla alakalı suçlayıcı ifadeler yer alıyordu. Aslında olanlar, günümüzde de karşılığını bulabileceğimiz bir siyasi iletişim hatasıydı Fethi Bey açısından. Kastım Chester Anlaşması değil, o konuda Fethi Bey’in cevabı netti. Konu tren yolları meselesiydi. Fethi Bey; tren yapım işlerinde hükümetin kaynakları doğru yönetmediğini ve bu yüzden vatandaşın üstüne ağır yükler bindirildiğini, bu tarz işlerin maliyetlerinin zamana yayılması gerektiğini fakat mevcut şartlarda bazı komisyoncuların haksızca para kazandığını söylüyordu. Ancak İsmet Paşa’nın nutku sonrasında hükümet taraftarı gazetelerde Fethi Bey ve SCF’nin adeta tren yollarının yapımına karşı olduğu yönünde yazılar ve karikatürler yayınlanmaya başlamıştı bile. İsmet Paşa Sivas’ta “kendi imkanlarımızla yaptığımız” tren yolunu açarak Fethi Bey’i baştan mat etmişti. En azından hükümet gazetelerindeki hava bu yöndeydi. Ankara-Sivas arasındaki günlerce süren yolu, üç dört gün gibi kısa bir süreye indirmeyi başarmıştı sonuçta. Fethi Bey kendisinin tren yolu inşasına karşı olmadığını sık sık tekrar etmesine rağmen hükümet gazeteleri bunu böyle görmek istemiyorlar gibiydi.
Bütün bu gazeteleri okurken şunu düşünüyordum; gerçekten hâlâ çalışmayan bir siyasi iletişim metoduydu bu. Yolların pahalıya mal olmuş olması, havaalanlarının, köprülerin yapımındaki israf vs üzerinden yapılan muhalefetin bugün de pek bir karşılığı olmuyor. Hele yakın zamana kadar muhalif (güncel anlamda) mahallenin iktidarı destekleyen vatandaşları karikatürize eden “ama yol yabdılar” taklitleri de uzunca süre hayatımızın içindeydi. Bizler şehirlerden, özellikle de İstanbul, İzmir gibi metropollerden baktığımızda yol; hayatın olağan akışında zaten var olan, olması gereken ve hiç eksik olmayan bir şeydi. Heyet raporu almak için büyük şehirlere zorlu yollar aşmak zorunda kalmamıştık. Ya da ülkenin en gözde üniversiteleri zaten bize iki minibüs durağı uzağımızdaydı. Dolayısıyla diğer şehirlerdeki insanlar için yolun ne anlama geldiği sanırım pek kavranamadı. Ve bu sırada makul muhalif tepkiler de bugünkü iktidar medyasının propagandasına malzeme oldu. Tıpkı Fethi Bey’in yaşadığı gibi.
Tabii kimse 1930 senesinde İsmet Paşa’yı ve şimendiferi sevgiyle karşılayan Sivaslı vatandaşları “ama tren yabdılar” diye dalga malzemesi haline getirmedi. Aksine o birkaç günlük havada hükümet gazeteleri, İsmet Paşa’yı köylünün yanında, onların penceresinden dünyaya bakan bir lider; Fethi Bey’i ve onu destekleyenleri ise halktan kopuk, “kibar muhitlerin tırnakları boyalı hanımları” olarak gösteriyordu. Karikatürize edilen Serbest Cumhuriyetçilerdi. SCF’nin buna bir cevap vermesi gerekiyordu. Fethi Bey, İsmet Paşa’nın bu uzun nutkunu edebi kuvveti yüksek fakat tutarsız hatta biraz da maksatsız bulduğunu söylemekle yetinmiş ve gerekli cevabı yakında İzmir’de mitingde vereceğini bildirmişti. Evet! SCF ilk mitingini yapacaktı.
Fethi Bey ve SCF heyeti Konya vapuruyla İzmir’e doğru yola çıktılar. İzmir’de çıkan Yeni Asır, Hareket ve diğer bazı gazeteler açık açık SCF’ye destek olacaklarını beyan ediyorlardı. İzmir’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF’nin) destekçisi olacak tek yayın ise Anadolu Gazetesi gibi görünüyordu. Konya vapuru beklenenden bir buçuk saat geç vardı. Fethi Bey’i, sabah saat ondan itibaren rıhtımda toplanmaya başlayan, Akşam Gazetesi’ne göre elli bin, Milliyet’e göre ise beş bin kişi heyecanla bekliyordu. Süratiyle bilinen ve bu yüzden de sık sık erken geldiği de vaki olan Konya vapurunun geç gelmesi üzerine dedikodular da çıkmıştı. Cumhuriyet Gazetesinin yalanlayacağı bu dedikodulara göre; Konya vapuru yolda telsizle uyarılarak yavaşlatılmış bu sayede beklemekten sıkılan kalabalığın dağılacağı umulmuştu.
Geciken Konya vapuru yüzünden vatandaş sıkılmış veya kalabalık dağılmış gibi görünmüyordu. Aksine heyecanlı kalabalık rıhtımda polislerle tartışma yaşamış, üç polis memuru denize düşmüş, Türk bayrakları asıldıkları balkonlardan jandarma zoruyla sökülürken de gerginlikler çıkmıştı. Evet, bugünden bakınca şaşırtıcı ama bayraklar jandarmalar tarafından, bayramlar dışında bayrak asılamayacağı yönündeki kanun maddesine dayanılarak sökülmüştü. Vapur rıhtıma yanaşırken etrafı kayıklarla çevriliydi. Kalabalık bir gurup Fethi Bey’i görmek için vapura çıkmış, o kargaşalıkta Fethi Bey, kimi gazeteye göre gözyaşlarına boğulmuş, kimine göre de kısa bir baygınlık geçirmiş ve yanındakilerin yardımıyla bir kayığa alınarak karaya çıkartılmıştı. Fethi Bey İzmir’e ayak bastığında tezahürat şöyleydi: “Yaşa Gazi, varol Fethi, yaşasın Serbest Cumhuriyet!”. İlgi o kadar yoğundu ki Fethi Bey konaklayacağı İzmir Palas’a doğru giderken ceketi yırtılmıştı. İzmir Palas’a vardığında vatandaşlara hitaben balkondan konuşma yaptı ve en kısa zamanda izinlerin alınıp içtima yapacaklarını belirtip teşekkür etti ve kalabalık dağıldı
Karşılama sırasında yaşanan itişmeler, bayrakların zorla sökülmesi ve denize düşen polisler gibi hadiseler sebebiyle İzmir Valisi Kazım Paşa (Dirik) ve emniyet müdürü Ömer Bey tenkitlere cevap vermek durumunda kaldılar. Aslında her ikisi için de 1930 senesi çok da iyi gitmiyordu. Özellikle İzmir Valisi Kazım Paşa (Dirik) için zor bir sene olsa gerekti. Çünkü sevgili kızı Şükran Hanım Mart ayında aktör Muammer (Karaca) Bey’le maceralı bir şekilde İstanbul’a kaçmış, iki gün sonra Şükran Hanım’ın anneleri ve İzmir emniyet müdürü Ömer Bey İstanbul’a giderek çifti Mis sokakta bulunan, Muammer Bey’in pansiyon odasından zorla almıştı. Muammer Bey İzmir Emniyet müdürü tarafından darp edilmiş ve Şükran Hanım İzmir’e geri getirilmişse de birkaç ay sonra yine kaçmayı başarmış ve çift İstanbul’da herkesin gözü önünde mutlu bir ilişki yaşamaya başlamıştı. Kazım Paşa kendisine kızını affedip affetmeyeceği yönünde sorulan suallere “Asla” diyerek cevap verirken, emniyet müdürü Ömer Bey de çokça bu hadise yüzünden eleştirilmiş, hatta, kendisi hakkında soruşturma açılacağı da rivayet edilmişti.
Rıhtımda yaşananlarla alakalı olayları çıkarttığı iddia edilen kişiler hakkında soruşturma açıldı ve tutuklamalar yapıldı. Ama bu karşılama CHF’de de panik yaratmış gibiydi. Aynı gün İzmir’de bulunan ve CHF’yi en üst düzeyde temsil eden bir kişi daha vardı: Mahmut Esat Bey (Bozkurt). Fethi Bey’le gazeteler üzerinden münakaşaya giren, Fethi Bey’in CHF hakkında konuşmaya yetkili görmediği Adalet Bakanı. Onun için de 1930, o zamana kadar gayet ilginç ve kavgalı bir seneydi. Avukat Haydar Rıfat Bey (Yorulmaz) tarafından Gazi Hazretleri’ne; kendisinin adliye işlerinde nüfuzunu kötüye kullandığı, gazeteciler davasını hukuksuzca Bursa’ya naklettirdiği ve İzmir suikastı davasına (Bu bildiğimiz İzmir suikastı değil) etki ettiği gibi suçlamaları içeren mektuplar yazılmış, günlerce gazeteleri bu konu meşgul etmiş, Mahmut Esat Bey dava açmış ve bizzat Adaliye Vekili sıfatıyla Ankara’da görülen duruşmada hakim önünde savunmasını yapmış ve mesele, Haydar Rıfat Bey’in altı ay hapis cezası almasıyla son bulmuştu.
O akşam CHF’de Mahmut Esat Bey’in katıldığı bir toplantı yapıldı. Büyük bir gövde gösterisi yapmaya karar verildi. Ertesi gün civar şehirlerden de gelen kalabalık guruplar Bahri Baba Parkı’nda toplandı. Bundan sonrasını Akşam Gazetesi’nden okuyalım:
“Saat beşe doğru burada toplanan on bine yakın halk, önlerinde davul zurna olduğu halde Kemeraltı tarikile Fethi beyin misafir olduğu İzmir palas oteline doğru hareket etmiştir.
Fakat bu kafile Kemeraltı’ndaki Halk Fırkası mahfeli önüne geldiği vakit nümayişçiler birden bire: “Biz halk fırkasını tanımayız, yaşasın Fethi bey” diye bağırmışlardır.
Bunun üzerine Halk fırkası erkânı balkona çıkarak: “Yaşasın Halk fırkası diye mukabele etmişler ve el çırpmışlardır”…..
… “Halk bunların şu mukabelesi üzerine “yaşasın cumhuriyet yaşasın Fethi bey, yaşasın Serbes fırka” diye bağırmıştır. Bu sırada yukarıdan biri “Namussuzlar” diye bağırdığından kalabalık dehşetli bir heyecan ve öfke ile fırkanın içine hücum ederek fırka erkanını dövmeğe kalkışmıştır…
“Bu sırada Beyler sokağı bir ucundan diğer ucuna kadar bir biri üzerine istif edilmiş insan kalabalığı arzediyordu. Bütün bu kalabalık el çırparak “Yaşasın cumhuriyet, yaşasın Fethi Bey, yaşasın serbes fırka” diye bağırıyordu.”
Yukarıdan “Namussuzlar” diye bağıran kişi İzmir kaza fırka mutemedi Sabri Beydi. Zekeriya Bey olaylardan çok önce Son Posta’daki köşesinde “Bu da İnhisarın Başka Türlüsü” başlıklı yazısında Fırka mutemetlerinin durumunu eleştirirken aslında muhalefete olan yoğun ilginin de sebeplerini biraz olsun anlamamızı sağlıyor:
“İzmir’de Salih Bey isminde bir fırka mutemedi vardır. Bu adam meclisi umumii vilâyette azadır. Belediye meclisinde azadır. Tayyare cemiyetile diğer cemiyetlerin residir. Onun emri, onun müsadesi ve onun malûmatı olmaksızın hiç bir şey yapılamaz…”
“…Fazla misal zikrine lüzum görmüyorum. Çünkü memleketin her tarafında bu, hemen hemen hep böyledir.”
“Mutemetler ekseriya eşraf arasından seçilmişlerdir. Bunlar her devir hâkim fırkanın mümessilleri olmak fırsatını kaçırmazlar. Bunlar halk fırkasının prensiplerini anlıyacak kıratta kimseler değildirler. Çoğu iki satır yazı yazmasını doğru dürüst söz söylemesini bilmezler. Bütün gayeleri cümhuriyet akidelerini neşretmek değil, kendi menfaatlerini gütmektir…”
“…İşte bizce Halk Fırkasının nüfuz ve haysiyetini kıranlar onun yüksek prensiplerine hıyanet edenler bunlardır…”
CHF tarafından planlanan gösteri kontrolden çıkmıştı. Bir gün önce Fethi Bey’i karşılamaya giden kalabalık için “Para karşılığı gelmiş ayyaşlar” olarak bahseden Anadolu Gazetesi’nin binası da bu öfkeden nasibini alacaktı. Öfkeli kalabalık binayı basmış ve Nuri Bey’e hücum ederek SCF aleyhine yazmayacağına dair yemin ettirmişlerdi. Neredeyse bütün İstanbul gazetelerinin muhabirleri de aynı binadaydı. Bir şekilde çatılardan inip çıkarak bir üzüm deposundan kendilerini dışarı atabilmiş ve derhal Fethi Bey’e telefonla ulaşmışlardı. Fakat; Fethi Bey olay yerine intikal edeceğini söylediğinde artık olanlar da çoktan olmuştu. Polis ve Jandarma kalabalığı dağıtmak için gelmiş, silahlar patlamış ve on dokuz yaşında Yusuf oğlu Mehmet, yirmi dört yaşında Nuri oğlu Mustafa, yirmi sekiz yaşında Nuri oğlu Hafız Ali ve yirmi yaşında Zekeriya ağır surette, üç kişi de hafif surette yaralanmış, 12 yaşlarındaki talebe Necati de vurularak ölmüştü.
Gazetelerin anlatısına göre Necati’nin naaşını alan halk Fethi Bey’in yanına gitmiş ve “Al Fethi Bey emanetin!” diyerek çocuğu ona göstermişlerdir. Peki halk bu olay yüzünden Fethi Bey’e öfkeli miydi? Son Posta Gazetesi’nde çıkan habere bakarsak öyle değil gibi gözüküyor.
“…küçük Necatiye bütün İzmir muazzam bir cenaze merasimi tertip etmiye karar vermiştir. Bu merasime iştirak etmek için Urla, Kemalpaşa, Karşıyakadan binlerce halk İzmire taşınmıştır. Bütün bu halk İzmir palas önünde toplanıyordu…
…Halk kafile halinde hastaneye gidecek, ceset alınacak, mezarlığa nakledilecekti. Bu sırada babası çıka geldi. Gözleri yaşlı idi.
-Çocuğumun ölüsünü vermiyorlar!
…biçare ihtiyarın hastaneden uzaklaşmasından bilistifade yüz elli, ikl yüz kişilik muntazam bir müfreze ile cenaze kaldırılmıştır…
…Bu hadise üzerine Fethi B. balkona çıkmış ve halka sükûn tavsiye etmiştir…
…Fethi bey Necatinin babasına yüz lira vermek istemiş peder bunu kabul etmemiş ağlıyarak:
“Gazi için ve senin için daha on evlâdım feda olsun” demiştir…”
Bu haberden anladığımıza göre halkın tepkisi Fethi bey aleyhince cereyan etmemiş, Fethi Bey’in çağrısını dinleyen halk sessizce dağılmıştı. Bu arada şunu da belirtmeden geçmek olmaz. Fethi Bey’in Necati’nin babasına vermek istediği yüz lirayı şimdiyle kıyaslamak doğru olmaz. Vali Kazım Paşa’nin kızıyla kaçan aktör Muammer Bey’in maaşı 16 liraydı.
Ertesi gün olaylar yatışmış, İzmir’de sükun hakim olmuş, tutuklamalar yapılmaya başlanmış, İsmet Paşa herkesin hür biçimde fikri tartışma yapabileceğini, şiddete mahal vermeden, ifade serbestisi olduğunu belirten bir beyanname yayınlamıştı. Necati’nin polis kurşunuyla ölüp ölmediği konusunda soruşturma hemen başlayacaktı. Fakat kurşun parçalanmış olduğundan daha detaylı tetkikat yapılması gerektiğinden de bahsediliyordu. Son Posta, savcının görgü tanıklarını dinlemek yerine onları sorguladığından şikayet ediyordu. İzmir’de atmosfer oldukça gergindi. Bu şartlarda SCF mitingini yapabilecek miydi? Vali Kazım Paşa Fethi Bey’den konuşmasını ertelemesini rica etti. Fakat bunun için Dahiliye Vekaleti’nden alacağı cevap şu olacaktı;
“Fethi Bey nutkunu kanuna riayet etmek şartıyla istediği yer ve zamanda söyleyebilir Vali sıfatile vazifeniz buna mani olmak değil, her ne pahasına olursa olsun asayişi muhafaza etmektir.”
Fethi Bey bu asabi ortamda bir pazar günü Alsancak stadında katılımın yoğun olduğu bir miting düzenledi. Sahne yapraklarla bezenmişti ve büyük bir Mustafa Kemal resmi kürsünün önünde duruyordu. Fethi bey son iki günde yaptığı konuşmalar neticesinde sesi yorulduğu için bazı bazı kendisini duyurmakta zorlansa da onun söylediklerini umumi katip Nuri Bey yüksek sesle tekrar ediyordu. Fethi Bey nutkuna şunları söyleme ihtiyacı duyarak başlıyordu;
“… Fırkanın teşekkülünden memnun olmıyanlar da yok değildir. Tek fırkalı idarenin intaç ettiği mes’uliyetsizliği hoş görenler, bu yeni teşekkülü menfaatlerine muavfık bulmuyorlar. Fırkamıza dil uzatmaktan hâli kalmıyorlar.
Bize gayri meşru bir fırka olduğumuzu, bütün vergileri kaldıracağımızı, fes giydireceğimizi, eski arap harflerini iade edeceğimizi atf ve isnat etmekten çekinmiyorlar.Efendiler;
Fırkamız ne mürtecidir, ne de fırka fikrini şahsi menfaat addeden bir teşekküldür. Bilâkis inhisarlardan halkın zararına olarak ceplerini doldurmak isteyenlerin gayri meşru hareketlerine karşı mücadele edecektir.”
Devamında hem tren yollarıyla alakalı duruşunu anlatıyor, hem de İsmet Paşa’nın Sivas nutkuna madde madde cevap veriyordu. Bir ara liberalizm bahsini açıyor, devletin her işe girişmemesi gerektiğini ifade edip ağır vergileri eleştiriyordu. Hükümet gazeteleri bu konuşmanın halk tarafından anlaşılmadığı veya yanlış anlaşıldığı fikrindeydi. Fethi Bey, konuşmasını şu şekilde bitirecekti:
“Fırkamızın programı zekânın tatbikı ve mesainizin inkişafı için geniş sahalar açmak istidadını haizdir. Bu güzel, zengin ve feyzli ülkenin halâskârı ve bütün milletin mürşidi olan Büyük Gazinin Serbest Cümhuriyet fırkası teşkili hakkındaki fikrini hassasiyet ve memnuniyetle karşılamış olduğunu burada yadetmeği bir minnet ve şükran borcu bilirim.
Yaşasın Türk milleti, yaşasın onun büyük dâhi mürşidi, yaşasın Serbest Türk Cümhuriyeti, yaşasın sevgili çalışkan İzmirliler.”
Fethi Bey’in İzmir seferinde en başından beri gazetelerin yazdığı sloganlardan, hatta kendisinin de arada araba içinden bağırdığı “Yaşasın Gazi, yaşasın Serbest Cumhuriyet” sloganı bazı gazetelerde endişe yaratmış gibiydi. Onlara göre İzmir halkı Gazi Hazretleri’nin CHF’yi bırakıp yeni fırkayı kurduğunu düşünmek gibi bir hata yapılıyordu. Oysa bunun gerçekliği pek âlâ yoktu. Çünkü Gazi, Fethi Bey’e yazdığı mektupta bunu açıkça beyan etmişti. Zaten Fethi Bey İzmir’deyken de baş sayfalarda Gazi ve İsmet Paşa’nın bir arada fotoğrafları basılıyordu. Belli ki ortada bir yanlış anlaşılma vardı fakat bunu birkaç cılız baş makale dışında düzeltmeye çalışan da yok gibiydi.
Fethi Bey İzmir’den sonra Manisa’ya hareket etti. Orada da yoğun ilgiyle karşılandı. Yol üstünde durup konuşmalar yaptı. Ziraat Bankası’nın gerçek anlamda çiftçiye yardım eden bir banka hâline getirileceğinin sözünü verdi. Aydın ve Balıkesir’de de konuşmalar yaptı. Hepsinde büyük ilgi görüyordu. Kendisi adına başarılı geçen bu memleket turu sonunda İstanbul’a döndüğünde geriye Adliye Vekili Mahmut Esat Bey’in, Fethi Bey’e yapılan tezahürattan rahatsız olduğu için Kuşadası’na gittiği, 5 Eylül olaylarının olduğu gün Bahri Baba Parkında konuşma yapmasına müsaade edilmediği, arabasının taşlandığı ve hatta protesto olur korkusuyla aracının farlarını söndürterek seyahat ettiği için bir genci çiğnediği gibi rivayetlerin yanı sıra akılları kurcalayan ama tam da dillendirilemeyen bir soru kalıyordu:
Gazi neden bir şey dememişti? Yoksa gerçekten “Bizi terk etmiş” olabilir miydi? Kendi kurduğu CHF’ye darılmış mıydı?
Sonunda Yunus Nadi, Cumhuriyet Gazetesinde “Gazi Hazretleri’ne Açık Mektup” başlıklı bir mektup kaleme alıp yayınlama ihtiyacı hissetti. Büyük Gazi’ye açık mektup! Bu endişe böylelikle kamuoyu önünde görünür hale gelmişti. Açık açık, Gazi Hazretleri’ne “Siz hangi taraftasınız bunu bizimle paylaşır mısınız” diye soruyordu Nadi. Şöyle uzun bir cümleyle birlikte:
“Bu meyanda ezeli ve ebedi Şefimiz olarak bildiğimiz zatı devletlerini başka ve yeni fırkaların kendilerine mal etmiye çalıştıklarını görerek öyle dahi olsa biz kendimizi yeddi emanetimize tevdi olunan cumhuriyetin muhafazası vazifesini kemalile ifaya muktedir biliyoruz.”
Bunun cevabını almak için çok beklemeye de gerek kalmayacaktı. Hemen ertesi gün Gazi Hazretleri sessizliğini bozarak bu açık mektuba cevap verdi. İzmir’de yaşanan olaylardan duyduğu üzüntüyü belirterek Yunus Nadi’ye ve onun aracılığıyla endişeli CHF’lilere şu cevabı veriyordu;
“Resmi vazifemin hitamında Cumhuriyet Halk Fırkasının başında fiilen çalışacağım. Bu noktada tereddüde mahal yoktur. Benim bu esasi vaziyetim, bir sene nihayetinde hitam bulacak olan bugünkü muvakkat resmi vazifemin bana tahmil ettiği bitaraflığı ihlal edemez.”
Aslında bu yazıyı sadece İzmir olaylarını başlatan garip CHF mitingini anlatmak için yazmak istemiştim. Kısa bir yazı olacaktı. Fakat Mustafa Kemal Atatürk’e gazete köşesinden biraz rest çekme kokusu aldığım (belki de ben abartıyorumdur.) bir açık mektup yazdıran panik bana son günlerde yeniden hayatımıza giren konuya da başka türlü bakmamı sağladı.
Mahallemde küçüklüğümden beri var olan bir slogan yeniden gündemdeydi: “Mustafa Kemal’in askerleriyiz.”
Belki de bu slogan da, kollara Atatürk imzası yaptırmalar da, çocukluğumda arabaların arkasına yapıştırılan “Atam izindeyiz” stickerları da (ki sonra dalga geçiliyor diye o yapışkanlar “Atam senin izindeyiz” olarak değişecekti) hepsi aslında Gazi’ye birer açık mektup olabilir miydi?
Gazi’nin onları terk edip terk etmediğini, yalnız kalıp kalmadıklarını, Atatürk hayatta olsaydı gerçekten kimi destekleyeceğini anlamak istiyorlardı. Hâlâ da Gazi’yi paylaşamama, onu sadece kendi fikrinin koruyucusu kılma hali, bu merak devam ediyor gibi görünüyor. Fakat şu an kimse Yunus Nadi kadar şanslı değil. Gazi, bu yakarışlara cevap veremez. Bu durumda, yakarmaya devam edildikçe onun adına cevap verme kudretini kendilerinde gören insanların insafına kalmaktan başka çare de kalmıyor haliyle.
Atatürk hayattayken bile merak uyandırmış olan “Acaba kimi destekliyor” sorusunun cevabını yıllar sonra hâlâ sormanın ve buna bir yerlerden cevap beklemenin anlamını çözmek gerçekten beni aşıyor. Vefatından neredeyse yüz yıl sonra dahi belli periyodlarla “Atatürk nasıl bir liderdi” konulu yayınlar yapılıyor. Atatürk’ün nasıl anlaşılabileceği hakkında fikir beyan edenler ortaya çıkıyor. “Gerçek Atatürkçülük” tartışması mutlaka bir yerlerde duyuluyor. Ve illa ki birileri ülkedeki farklı fikirlere karşı fikir mücadelesinde Atatürk’ün kendisinden yana olduğunu ilan ediyor. Bu bazen, 300-400 teğmen de olabiliyor, binlerce insandan oluşan kalabalık mitinglerin sahipleri de.
Farklı profiller üzerinden ortaya çıkan o eski ve aynı sorunun cevabı, adeta bir Gazi simülasyonu yapılarak, aranıyor: Gazi onlarla değil bizimle beraber öyle değil mi?