Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIGazze direnişinde stratejiler: Söz vs. Silah

Gazze direnişinde stratejiler: Söz vs. Silah

Gazzeliler, bütün bu korkunç şartlar altında, inanılmaz bir itidal ve soğukkanlı bir direniş örneği gösteriyorlar. Asıl direnişin yerlerinden oynamamak olduğunu biliyorlar ve bombalarla yok edilene kadar sabit kadem duruyorlar. Azaldıklarında yok olacaklarını biliyorlar ve maddi hayatın dehşetli bütün şartlarına rağmen nesillerini devam ettiriyorlar. Ve olanca güçleriyle seslerini özellikle Batı başkentlerinde duyuruyorlar. İşte, bu dünyanın kazanma ihtimali en zayıf silahlı hareketi bu üç alandaki mücadelenin kazanımlarını ayrı ayrı baltalıyor. Gazzeliler ölüyor, pozisyonlarını terk etmek zorunda kalıyor ve sözlerinin gücü kırılıyor. Hasılı, bütün direnişlerin ama en çok ve en başta Gazze direnişinin başarısı sözden geçiyor.

7 Ekim 2023’teki HAMAS saldırılarından sonra mütemadiyen Gazze’den İsrail’e atılan füzelere referans verilince, bu füzelerin etki alanlarına bakmak istedim. Gördüm ki, kaçak olarak içeri girenler hariç, içeride imal edilen en gelişmiş füzelerinin menzili 16 km. Gazze İsrail’in yüzde 2’sinden daha az yer kaplıyor ve abluka altındaki bölgeden dışarı atılan füzelerin vurabildiği uzaklık da bu kadarcık. Yani İsrail öldük, bittik, mahvolduk deyip ortalığı ayağa kaldırmak yerine, şehirlerini bölgenin en dibindeki bu şeridin 20 km uzağında durdursa, herhangi bir savunma sistemi kurmasına da gerek kalmayacak.

Peki Yalova kadar yere sıkıştırdığı 2.5 milyon insanın neden burnunun dibine kadar giriyor?

Bu kasıtlı politika bende İsrail’in şehirlerinin vurulmasından rahatsız olmak yerine memnun olduğu izlenimini doğuruyor.

Bölgede yerleşmek istiyorsa yerleşmiş zaten. Çok uzun süren bir çatışmayı aslında fiilen kazanmış. Peki neden o küçücük toprakla ilgileniyor? Oradan yapılan, yapılacak terör saldırıları gibi sebepler hiç ikna edici değil.

İsrail apaçık ki bölgeyi paylaşmak istemiyor, tek bir Filistinlinin kalmasına razı değil.

Öte yandan bir soykırım yapmaya çok hevesli oldukları kanaatinde değilim. Dünyada soykırımcı diye anılmak en son isteyecekleri şey. Bu anlamda Putin tarzı bir pervasızlık içinde değiller. Yoksa Gazze’yi yer ile yeksan etmek için, ne bölgede ne dünyada, kendilerini durdurabilecek herhangi bir güç yok.

Yıllar önce bir konferansta dinlemiştim. Konuşmacı İsrail devletinin kurucularından olan Golda Meir’den aktarıyordu. Şöyle diyormuş: “Barış geldiğinde, belki zamanla Arapları oğullarımızı öldürdükleri için affedebileceğiz, ancak onları bize kendi oğullarını öldürmek zorunda bıraktıkları için affetmemiz daha zor olacak.” Davos’taki meşhur one minute hadisesinde de Şimon Peres saldırıdan önce herkesin cep telefonlarına mesaj gönderdiklerini söylüyordu. Ama onlar evlerini terk etmiyormuş, dolayısıyla İsrail’in bu ölen sivillerden dolayı bir sorumluluğu yokmuş.

Bu sözlerin pespayeliği zaten ortada. Ancak hem bu örneklere hem de uzun bir süredir takip edilen stratejiye baktığımız zaman İsrail’in ilk ve öncelikli hedefinin topluca öldürmek değil, yıldırmak, bıktırmak ve neticeten yorgun ve yaralı Filistinlilerin bölgeyi terk etmelerini sağlamak olduğunu düşünüyorum. Çünkü öldürmenin yükü ağır. Dünya kamuoyunda oluşacak menfi algıyı önemsiyorlar ve böyle bir algının oluşmaması için var güçleriyle çalışıyorlar. Bununla beraber bölgenin tamamına tek başına hakim olma obsesyonu öyle bir seviyede ki, bütün uğraşlarına rağmen yıldırmayı başaramadıklarında, kadın, çocuk, sivil ayırmadan öldürmekte bir an bile tereddüt etmiyorlar.

Şimdi gelelim genelde Filistinlerin, özelde Gazzelilerin direniş enstrümanlarına. Bu araçların 4 kategoride toplanabileceği kanaatindeyim: (1) Terketmemek (2) Çoğalmak (3) Konuşmak (4) Silaha sarılmak.

Gazze ablukası 17 yıldır sürüyor. Dünyada karşılığı olan bir mal ve hizmet üretemiyorlar, üretseler satamıyorlar. Dışarı çıkamıyorlar. Hasbelkader çıksalar çok uzun süre giremiyorlar. İsrail’in yıldırma politikası bu. Türkiye’deki ve dünyadaki krizlere bakalım. İnsanların bu ekonomik buhranlardaki ilk davranış değişikliklerinden biri daha az çocuk sahibi olmak oluyor. Ama Gazze’de durum öyle değil. Belki ambargo olmasa daha çok olacaklardı ama, küçücük bir sahil şeridinde hala 2.3 milyon insan yaşıyor. Ablukadan sonra doğmuş dünya kadar çocuk görüyoruz videolarda. 2021 yılında doğurganlık oranı 3,38. Bu durum İsrail’in muhtemel planlarının aksine bir gelişmeye işaret ediyor. Bu insanlar bütün bu korkunç şartlara rağmen ne vatanlarını terk ediyorlar ne de nesillerini sürdürmekten geri duruyorlar. Dolayısıyla uzunca bir süre içerisinde azalarak bitmesi beklenen bir topluluk hala bütün canlılığıyla ayakta. Kanımca İsrail’in abluka sonrası için planları tutmuş olsaydı nüfus iyice azalmış ve sorun da kendi kendine “çözülüvermiş olacaktı”. Birkaç yüz bin kişiyi yerlerinden etmekse çok daha az enerji gerektirecekti. Ama rakam milyonlar olunca haliyle kolay olmuyor.

Üçüncüsü konuşmak demiştim. Dünya kamuoyuna mağduriyetlerini anlatmak. Bu hususta da Filistinlilerin epey gayretli ve başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Daha fazlası yapılabilir tabii ki ama Filistin diasporasının kötü bir iş çıkardığını düşünmüyorum doğrusu. Bu konuya bilahare döneceğim, zira direnişin en önemli ayağının söz ve sözün gücü olduğu kanaatindeyim.

Dördüncüsü silahlı direniş. Gazze’de bu direnişin öznesi bilindiği üzere HAMAS. Harp ederek Gazze’nin üzerindeki ablukayı kırmaya çalışıyorlar. Devletlerle çatışan ilk örgüt değil HAMAS. Hem tarih boyunca hem de günümüzde bütün dünyada bu şekilde binlerce hareket var. Ancak çatıştıkları güce nispetle bunların en zayıflarından birinin HAMAS olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır. Çünkü özellikle ABD destekli bir İsrail’le çatışıyorlar. Ayrıca bağımsız lojistik ikmal yolları yok. Şunu demek istiyorum. Suudi Arabistan’la çarpışan Yemen, çatıştığı gücün iznini almadan İran’dan destek alabiliyor. Hakeza zamanında Rusya’ya isyan eden Çeçenler Ruslardan müsaade almadan gıda, silah, tekstil malzemesi vs. temin edebiliyordu. Örnekler arttırılabilir. Ancak HAMAS’ın böyle bir imkanı yok. Yaptıkları kaçakçılık faaliyetleri sınırlı. Herhangi bir silahlı mücadeleyi sürdürebilecek çapta değil. Bir başka deyişle ne tüketiyorlarsa, ne kullanıyorlarsa, hepsi kendilerine karşı savaştıkları gücün müsaadesiyle ve müsaade ettiği miktarda veriliyor. Bu da mağlubiyeti mukadder kılıyor. Hangi devlet, yiyeceğini, giyeceğini temin ettiği, suyunu, elektriğini, internetini kontrol ettiği bir güce mağlup olur?

2015 yılında yayınlanan, İsrail yapımı Fauda dizisini izlediniz mi bilmiyorum. İzlemediyseniz kesinlikle tavsiye ederim. Dizide şöyle bir sahne vardı. HAMAS komandoları gizli bir şekilde İsrail’e giriyorlar. Bu gelişme ülkede çok büyük bir dehşet yaratıyor. Sonrasında İsrail özel kuvvetleri kendileri ile çatışıyor, kayıplar da veriyorlar ama vatandaşlarını koruyorlar. Ancak bu komandolar öyle bir tasvir ediliyor ki, sanırsınız insan üstü varlıklar, çok cüsseliler, aşırı yetenekliler, çok güçlüler ve çok acımasızlar. Burada abartmak marifetiyle bir algı oluşturma gayreti olduğunu düşünüyorum. Şunu hiç unutmamak lazım. Gazze şeridi 17 senedir abluka altında ve İsrail kuş uçurtmuyor. Yani esasında o çok dehşetli komandoların pazularındaki kasları oluşturan proteinleri içeren gıdalar bile İsrail’in kontrolünde ve izin verdiği ölçüde gitmiş. Ancak bu hakikati aşikar etmek iki tarafın da işine gelmiyor. Zira İsrail mağdur olmak istiyor. Bu bilgi mağduriyetin fabrikasyon olduğunu ortaya çıkarıyor. HAMAS da aciz görünmek istemiyor, halbuki aciz. Hem de acizlerin arasında en acizi.

Şimdi gelelim İslam dünyasına. Bu dünya bu trajedi karşısında uzun yıllardır ne yapmaktadır, ne gibi tepkiler göstermektedir, çözüme dair anlamlı bir sözleri var mıdır?

İslam dünyasının çok çeşitli olduğunu, her bir ülkenin kendi içinde farklılıklar içerdiğini biliyoruz. Burada asıl kastımız İslamcı gruplar.

Biraz geri çekilip baktığımızda bu konu ile ilgili bir takım konvansiyonel tepki kalıplarının oluştuğunu görmek mümkün. Mitingler düzenlemek, bu mitinglerde onlarca sene ne güftesi ne bestesi değişen sloganlar atmak, duvarlara bir takım çıkarmalar yapıştırmak, ateşli konuşmalar yapmak, şiirler yazmak, ya da yazılmış şiirleri belediye organizasyonlarında okumak vs.

Açık söylemek gerekirse ağlak ve arabesk bir halet-i ruhiyeye her seferinde tekrar be tekrar şahit oluyoruz. Arabeskten kastım şu. Problemi çözmek yerine, derdin kendisiyle dertlenmek, kederden zevk almak, acı ile yoğrulmak. Tabiri caizse, acı biber yiyen bir kişinin hem ağzının yanması, gözlerinin yaşarması hem de bu acıdan aldığı zevk sebebiyle yemeğe devam etmesi gibi. Çözüm, rasyonalite, makuliyet diyenlere de “dokunmayın çok fenayım” tadında mukabelelerle karşılaşıyoruz.

Evet, bu tablo ve bu davranış kalıpları nerdeyse hiç değişmeden on yıllardır büyük bir istikrarla devam ediyor.

Neticeye hiçbir faydasının olmadığı bilindiği halde İslamcılar bir usul değişikliğine gitmeyi gündemlerine bile almıyorlar.

Halbuki şu an Filistin’de olan şey apaçık bir zulüm ve bu zulüm durdurulabilir. Zulmü yapan bunu kuvvetle icra ettiği için başka bir kuvvetle bu eyleme son verilebilir. Bunun içinse pek tabii ki İsrail’in saldırgan ve yayılmacı politikalarını dizginleyebilecek güçlerin varlığına olan ihtiyaç gündeme geliyor.

Peki var mı böyle güçler İslam dünyası içinde?

Yok.

Peki bir araya gelseler, yani on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan o büyük İslamcı ideal hakikat olsa, ittihad-ı İslam gerçekleşse durdurabilirler mi?

Tabii ki hayır.

Teşhis yanlış olduğu için tedavi önerisi de yanlış oluyor. İslam dünyasının ana derdi tefrika demek, diğer çok daha önemli problemlerin aslında çok önemli olmadığını zımnen kabul etmek anlamına geliyor ki hakikat hiç de öyle değil.

Peki nedir asıl derdi İslam dünyasının?

Sorarsanız, hemen ve bir seferde dış güçlerin, özelde de batılıların planlarının, düzenlerinin, kötü niyetlerinin ve habis emellerinin dile getirildiğini görürsünüz. Nesilden nesile aktarılan, doğruluğundan hiç şüphe edilmeyen basmakalıp açıklamadır bu. En son söyleyeceğimi lafı uzatmadan söyleyeyim:

İslam dünyasının bin sorunu varsa bunun ancak bir tanesi dış faktörlerle açıklanabilir.

Cesamet itibariyle önde gelen birçoğunun genç nüfus eksikliği diye bir problemi yoktur mesela, ki bir ülkenin kalkınmasının önündeki mühim engellerden biridir. Yahut denize çıkışımız yok, dolayısıyla üretiyoruz ama satamıyoruz diyemezler. Yine birçoğu topraklarımız verimsiz, ürün yetişmiyor dese kimse inanmaz. Yahut, vatandaşlarının kollektif bir zeka geriliği ile malül olduğunu destekleyen bir veri bulunamaz.

Evet, temel sorun bu alanlarda da değil.

Ama gelişmişliğin en kritik şartlarından olan hukukun üstünlüğü, demokrasi, çoğulculuk, insan hak ve hürriyetleri, fikir, ifade, inanç ve basın özgürlükleri gibi sahalarda bu ülkeler çok kötü sınavlar veriyorlar. Bu alanlardaki başarısızlık ne tesadüfi ne de dış dayatmalarla irtibatlı. Aksine büyük çoğunlukla kesif bir iştahla arzulanan, vecd ile talep edilen politikaların neticesi. İslamcılar tek adam kendilerinin tek adamı ise bundan rahatsız olmuyorlar. Yani rejim ile değil, rejimin sahibi ile ilgili meseleleri var. Yahut ehliyetsizlik meselesinde objektif bir pozisyon almıyorlar. Muhalefette oldukları zaman kendilerine yapılan haksızlıkları, bu haksızlıkları yapan ve onlara maruz kalanların kimliklerinden arındırmıyorlar. Dolayısıyla sistematik olarak haksızlığı kaldırmak yerine, sorunu kendi lehlerine, muhalif oldukları kesimlerin aleyhine olacak şekilde, yani, liyakatsizliğin yönünü değiştirerek “çözüyorlar”. İktidarda değilken pek sevdikleri demokrasi idealini kısa bir süre içinde unutup, toplum içinde azınlık kalmış kesimleri pek kolay dışlayabiliyor, hatta özgürlüklerinden mahrum tereddüt etmeyebiliyorlar.

Ancak bütün bunların çok bilinen bir neticesi var. Yerden petrol ya da doğalgaz fışkırmıyorsa, bu alanlarda yapılan totaliter tercihlerin sonucu ekonomik krizler, sefaletler oluyor. Kendi vatandaşına hayrı olmayan bir ülkenin, haliyle başka memleketlere de bir faydası olamıyor. Bir başka deyişle önümüzde şöyle bir paradoks var:

Ya demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, liyakat gibi değerler yüceltilecek. Bunun sonucunda bazı kesimler ekonomik durumla orantısız olarak pastadan daha büyük dilimler alamayacak. Özelleştirirsek, iktidara gelen İslamcıların şirketleri, vakıfları, dernekleri, cemaatleri, STK’ları bu tercih sebebiyle mevcut ekonomik kazanımlarından vazgeçecekler, organik yollardan hak ettiklerine razı olacak ve onunla iktifa edecekler. Ancak bunun karşılığında vatandaşı oldukları devletler daha iyi ekonomilere sahip olacak ve mazlumlara daha etkin yardım edebilecek ve zulmedenlerin zulmüne mani olabilme kapasitelerini artıracaklar.

Yahut, mevcut düzen sürecek. Yani iktidarda olmanın avantajlarını kullanıp kendi partiküler ekonomik menfaatlerini maksimize edecekler. Buna karşılık ise, mezkur değerlerdeki tekasül sebebiyle, genel ekonomileri ciddi sorunlar yaşayacak, ağır krizler geçirecek. Ve bu sebeple İslamcılığın gereği olan diğer mazlum Müslüman coğrafyalara yardım edemeyecekler. Hatta öyle olacak ki, o kardeşlerine zulmedenlerle yaptıkları ticareti dahi kesemeyecek kadar zayıflayacaklar.

Bir İslamcı, en evvel, bu ikilemin nasıl çözüleceğini mesele etmeli, buna kafa yormalıdır.

Filistin probleminin çözümüne odaklanacak olursak, sır ittihatta değil ittifaktadır.

İslam ülkelerinin ittihadı hem bir ham hayaldir, hem de, farz-ı muhal, gerçekleşse bile neticeye ciddi bir tesiri olmaz.

Burada yapılması gereken, Batı dünyası içinde bu davaya destek olan, veya destek olmaya meyyal olan, liberal ve sol kesimlerle ittifaklara girmek. Çünkü dünya tarihinde bu çağ, halen yeterince etkili olmasa da, sözün en tesirli olduğu çağ. Kamuoyları var ve bu kamuoylarını etkilemek mümkün. Filistin davasını mesele edenlerin en çok vurgu yapmaları gereken alan bu olmalıdır. Ve bu alanda çalışırken Batı içindeki sivil toplulukların desteğini almak akıllıca olacaktır. Şurası açık ki, İslamcılığın dünyada itibarı uzunca bir süredir çok azaldı, azalmaya devam ediyor. Sempatik bir hareket değil, insanları endişelendiriyor. Bu noktada ittifakın önemi daha da artıyor.

Bir diğer mesele ise Filistinlilerin her birinin bu ideolojiyi paylaşmadığı hakikati. Lisansüstü çalışmalarım sırasında hem Arizona’da, ABD’de, hem Durham’da, İngiltere’de birçok Filistinli arkadaşım oldu. Bunların bazıları düzenli ibadet ediyordu, bazıları bu hususta bu kadar disiplinli değildi. Birisi aktivist, seküler bir kadındı, diğeri Hıristiyan bir genç erkekti. Edward Said gibi olmak istediğini söylüyordu. Sonra irtibatım koptu, hedefine ulaştı mı bilmiyorum. Yani bir çeşitlilik mevzuubahis. Ancak biz bu çeşitliliği Filistin meselesinin ifade ediliş biçiminde göremiyoruz. Bazen bir piskoposun konuşması paylaşılıyor, bazen işgale karşı çıkan Filistinli bir Hıristiyanın bir sözü paylaşılıyor ama genel havaya tesir edecek miktarda ve yoğunlukta olmuyor bu. İslamcıların zaten istediği bir şey de değil. Onlar bu davayı pür İslamileştirmek istiyorlar ve başarılı da oluyorlar. Öte yandan şurası açık ki, bu alandaki başarı direnişin başarısızlığını netice veriyor. Özellikle Türkiye’de sık sık duyarız şu şikayetlenmeyi: Sekülerler Filistin davasına neden destek vermiyor? denir durulur. Halbuki, mücadelesinde başarılı olduğu takdirde HAMAS’ın İslam şeriatına dayanan bir devlet kuracağı apaçıkken, sekülerlerin fazla bile destek verdiğini söylemek lazım. Bu beklentiler makul beklentiler değil. Hem bütün dünyadaki sekülerlerin ya da gayrımüslimlerin desteğini istemek, hem de İslam devleti dava etmek birbiriyle çelişen talepler. Eğer bu destek talebinde ciddi iseler, ki bence ciddi olmalılar çünkü muhtaçlar, o zaman HAMAS’a ve benzeri hareketlere arka çıkmamalılar. Ama böyle bir tavır görmüyorum. Yukarıda dediğim gibi rasyonel bir çözüm arayışından çok, arabesk bir matem havası gözlemliyorum. Gayrimakul, irrasyonel talepleriyle, inlemeler, ağlamalarla gelecek mukadder bir mağlubiyeti tercih ediyorlar.

Şunu da açıkça ifade etmeli; silah söze ket vuruyor. Söz alanındaki direnişe katkıda bulunmuyor, aksine onu zayıflatıyor, boşa düşürüyor. Abluka sırasında doğmuş çocukların ilk gençliklerinde yapacakları makul olmayan eylemlerini bir nebze anlaşılabilir buluyorum, ancak Gazze dışındaki İslamcıların irrasyonel eylem, karar ve destek tercihlerine kesinlikle anlam veremiyorum.

Bana kalırsa Gazzeliler, bütün bu korkunç şartlar altında, inanılmaz bir itidal ve soğukkanlı bir direniş örneği gösteriyorlar. Asıl direnişin yerlerinden oynamamak olduğunu biliyorlar ve bombalarla yok edilene kadar sabit kadem duruyorlar. Azaldıklarında yok olacaklarını biliyorlar ve maddi hayatın dehşetli bütün şartlarına rağmen nesillerini devam ettiriyorlar. Ve olanca güçleriyle seslerini özellikle batı başkentlerinde duyuruyorlar. İşte, bu dünyanın kazanma ihtimali en zayıf silahlı hareketi bu üç alandaki mücadelenin kazanımlarını ayrı ayrı baltalıyor. Gazzeliler ölüyor, pozisyonlarını terk etmek zorunda kalıyor ve sözlerinin gücü kırılıyor.

Hasılı, bütün direnişlerin ama en çok ve en başta Gazze direnişinin başarısı sözden geçiyor.

Ne acıdır ki, bütün bu öneri ve temennilerimin hakikate dönüşmeyeceğini biliyorum. İsrail uzun süren yıldırma politikasının yetersiz olduğu kanaatine sonunda vardı zannımca. Ve son çare olarak düşündüğü katliam kararını aldı ve bölgeyi ilhak ediyor. Hasılı bu mesele olabilecek en trajik şekilde sonuçlanıyor. Korkarım bir süre sonra Filistin ve Gazze sadece tarihçilerin tartıştığı bir meseleye dönüşecek.

- Advertisment -