Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonraki günlerde sosyal medyada ve whatsapp gruplarda en çok dolaşan yazı Ertuğrul Özkök’ün kalem aldığı “Kendisine yapılan yargı darbesi için bunu söyleyenlerin bu çocuklara ‘vandal’ deme hakkı var mı?” başlıklı yazıydı.
Aslında yazıyı Erdoğan kaleme aldı demek daha doğru olur.
Çünkü yazının çoğunluğu okuduğu şiir yüzünden 26 Mart 1999’da Pınarhisar Cezaevi’ne doğru yola çıkan görevden alınan İBB başkanı Erdoğan’ın kendini uğurlamaya gelen büyük kalabalığa yaptığı konuşmadan alıntılanmıştı.
44 yaşındaki genç Erdoğan, tam bir demokrat gibi konuşmuştu:
“Bütün dünya değişen durumlarla ile uyumlu olmanın yollarını ararken, bizim ülkemizi muz cumhuriyetinin bile gerisine sürüklemek istiyorlar. Hayır, bu ülkeyi dünyanın genel gidişinden sorgulamaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Ve bu millet, bu ülkede başı dik, onurlu, ayrıcalıktan uzak ve birinci sınıf vatandaş olarak aydınlık günlerin kardeşlik şarkılarını söyleyecekler. İşte bu yüzden düşünce özgürlüğünü arıyorum. Doğruları söyleyebilme özgürlüğünü arıyorum. Çeteleşmiş zihniyetin değil, onurlu insanların yönetim anlayışını arıyorum. Büyük bir sevinçle 75. yılını kutladığımız göz bebeğimiz Cumhuriyetimizin kurumları böyle insafsızca yıpratılmamalıydı. Bu ülke cumhuriyetinin 75. yılını, bu anlamsız yasaklarla, baskılarla, tek tip insan yetiştirme gayretleriyle karşılamamalıydı. Bu karar yalnızca ülkemizin hukuk anlayışının değil, bütün bir milletin adalet inancının üzerine gölge düşürdü.”
İmamoğlu’nun görevden alınıp, tutuklanmasından sonra tam zamanında bir hatırlatmaydı bu.
(Aslında bu konuşmayı tam metin olarak iki yıl önce Kaftancıoğlu’nun aldığı cezadan sonra arşivlerden bulup Serbestiyet’te Mahmut Ertürk yayınlamıştı.
https://serbestiyet.com/yazarlar/bu-yol-yol-degildir-91823/)
Ertuğrul Özkök, yazısını şöyle bitirmişti:
“Bu sözler bugün Silivri’deki İstanbul’un seçilmiş belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nda değil, 27 yıl önce, 1998’de yine bir yargı darbesi ile görevinden uzaklaştırılan İstanbul’un o günkü “Seçilmiş belediye başkanı” Tayyip Erdoğan’a ait. Kendine yapılan adaletsizliğe, yargı darbesine işte böyle içi yana yana haykırıyordu. Bundan 27 yıl önce tutuksuz yargılandığı bir davadan sonra dört ay hapis yatmak için bu küçük cezaevine girerken işte aynen bunları söylemişti. Bugün İmamoğlu’nun söylediklerinden ağır sözler söylemişti dönemin yargı darbesi için. Haklıydı bu feryadında… Sonuna kadar haklıydı.”
Ertuğrul bey de sonuna kadar haklıydı.
Fakat, burada küçük bir problem var.
Erdoğan 1998’de İBB başkanlığından alınırken ve bir yıl sonra da hapse gönderilirken Ertuğrul Özkök, Türkiye’nin en büyük gazetesi Hürriyet’in genel yayın yönetmeni ve yazarıydı.
Yani bugün sokaklarda İmamoğlu’na yapılanlara karşı ses çıkaran Z ya da Y kuşağından sorumluluk açısından bir farkı var.
Peki, o zaman“adaletsizliğe”, “yargı darbesine” karşı ne yazmıştı?
“Kendine yapılan adaletsizliğe, yargı darbesine işte böyle içi yana yana haykırıyor. Haklı bu feryadında… Sonuna kadar haklı” mı?
İBB Başkanı Erdoğan hakkında okuduğu şiir yüzünden 31 Mart 1998’de başlayan davada karar 20 gün sonra 21 Nisan 1998’de çıktı.
Adalet hızlı işledi ve 44 yaşındaki İBB Başkanı Erdoğan’a, “Halkı kin ve nefrete tahrik” ten 10 ay hapis cezası verildi.
22 Nisan 1998 günü Özkök’ün genel yayın yönetmeni olduğu Hürriyet bu cezayı manşetten “Tayyip’e şok ceza” başlığıyla verdi.
“Tayyip” hitabından anlaşıldığı üzere eleştirel bir tarafı yoktu haberin.
Hatta hemen manşetin içinde daha sonra çok atıf yapılacak meşhur “Muhtar bile olamaz” bilgi kutusuna yer verilmişti.
Merkez medyadaki diğer gazeteler de benzer üslupta haberi vermişler, herhangi bir eleştirel tutum almamışlardı. Hatta pek çoğunun “haketmişti” sevinci hissediliyordu.

Erdoğan’ın bu konuşma yüzünden aldığı hapis cezası üzerine 23 Nisan 1998 günü Ertuğrul bey “Tramvaydan atılmak” başlıklı bir yazı yazdı.
O yazıda da “yargı darbesi”nden ya da “adaletsizlik”ten hiç bahis yoktu:
“Mesela Siirt’te söylenen o sözler…
Kimse kimseye bu sözlerin masum amaçlarla söylendiğini yutturmaya kalkmasın.
‘‘Minareler süngü, camiler kışla olacaktır’’ derken neyin kastedildiği, kimlerin hedef alındığı, insanların neye davet edildiği açıkça bellidir.
Kimse kimseyi enayi yerine koymasın. Hepimiz düşünceyi söylemek ile eyleme kışkırtmak arasındaki farkı anlayacak kadar zekiyiz.
İnancın ve dinin mukaddes mekânları ile, süngü, miğfer ve kışla kavramlarının hangi amaçla yan yana telaffuz edildiğini anlamayacak kadar budala değiliz.
Siirt’te telaffuz edilen o sözlerin Batman ve Solhan meydanlarında neye tedavül edildiğini gördük.
* * *
Tayyip Erdoğan ne yazık ki, kalabalık önünde konuşurken kendini kaybeden birçok hatibin düştüğü tuzağa düşmüştür. Veya bunu tercih etmiştir.
Peki bütün bunlardan sonra geldiğimiz nokta nedir?
Bunu etrafınıza sorun. Bakın Türkiye’yi ne hale getirmişsiniz bir görün.
Bazıları, ‘‘Bunu hak etmişti. Az bile yapmışlar’’ havası içinde.
Başka bazıları ise, ‘‘Demokrasilerde böyle şey olur mu? Bir insan söylediği sözlerden dolayı siyasetten men edilir, hapse atılır mı?’’ diyor.
Atılmaz tabii.
Ama bu sözlerin ardından minareler gerçekten Kalaşnikof haline gelmeye başlarsa ne olacak?
Bu sözler bazı kafalara miğfer gibi geçirilir, camiler gerçekten kışlaya döndürülür, kan gövdeyi götürmeye başlarsa bunun sorumlusu kim olacak?
Üç beş radikal ruhu beslemek uğruna söylenen bu sözler, dalga dalga bir fanatizm olarak üzerimize gelmeye başlarsa, bunun hesabını kim verecek?
* * *
Bu günler kritik günlerdir.
Ağızdan çıkan her kelime, haykırılan her cümle, bumerang gibi, kendinize dönebilir.”
Bugünlerde bir demokrasi ve milli irade savaşçısına dönmüş Fatih Altaylı da benzer bir yazıyla Erdoğan’ın tramvaydan indirilmesini kutlamıştı.
Yargının siyasete müdahalesinden, darbeden bahis tabii ki yoktu:
“Tayyip Erdoğan hakkında verilen mahkeme kararı tartışılıyor.
Doğru mu, yanlış mı?
Demokrasiye uygun mu, değil mi?
Erdoğan’ın mahkum olmasına neden olan sözleri hatırlatayım:
‘‘Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz’’ diyordu Tayyip Erdoğan Siirt’te yaptığı konuşmada.
Toplanan çarşaflı, çember sakallı kalabalık da tekbir getirerek alkışlıyordu.
Bu konuşma normal mi?
Ya da nerede yapılırsa normal, kime yapılırsa normal…
Şimdi yazacağım cümleyi okuyun:
‘‘Arkadaşlar, hedefimiz tam bağımsızlıktır. Bunun için gerekirse kan, gerekirse can veririz. Ama boyun eğmeyiz. İşgalci güçler bu ülkeden mutlaka sürülecektir.’’
Bu konuşmayı bir savaş zamanında, bir siyasetçimiz ya da komutanımız yapsa gözlerimiz dolar.
Peki aynı konuşmayı PKK bayrağı altında Apo, bırakın Apo’yu herhangi biri yapsa ne deriz.
Bu örnek çok mu uç oldu?
Peki, Siirt’e giden İstanbul Belediye Başkanı’nın durduk yerde, kubbeleri miğfer, minareleri süngü yapması uç değil mi?
Apo, militanlarına Atatürk’ün sözleriyle seslense ve sonra da mahkemeye çıkıp, ‘‘Bunlar Atatürk’ün sözleri’’ dese yırtacak mı?
Söz mü önemli, o sözün hangi amaca hizmet için söylendiği mi?
Ama adil düzencilerin sözde demokrasi muhabbetinden öyle etkilendik ki, iş demokrasi adına, suçu cezasız bırakmaya kadar gidecek.
Hem o Erdoğan değil miydi, ‘‘Demokrasi bizim için tramvaydır. Götürdüğü yere kadar gideriz’’ diyen.
İşte Erdoğan’ı tramvaydan indirdiler.”
Tayyip Erdoğan’ın aldığı ceza 6 Kasım 1998 günü Yargıtay tarafından onaylandı ve Erdoğan İBB Başkanlığı’ndan alındı.
Yine Özkök’ün genel yayın yönetmeni olduğu Hürriyet, bunu 7 Kasım 1998 günü yine “Tayyip”li bir başlıkla şöyle verdi:
“Tayyip’in başkanlığı bitti”
Üstelik 1 milyon İstanbullunun oylarıyla seçtiği İBB Başkanı’nın görevden alınması ancak küçük bir haber olabilmişti.

Özkök, Erdoğan’ın görevden alınması üzerine 28 Eylül 1998’de Hürriyet’te “Köşk’te Tarih Dersi” başlıklı bir yazı daha yazdı.
Yazı karar üzerine Ecevit ve Demirel arasında geçen bir diyalogu aktararak başlıyordu:
“Ecevit aynen şunları söylüyor:
‘‘Tayyip Erdoğan’a verilen bu ceza yanlış oldu. Ben, 12 Eylül’de bize verilen cezalardan bu yana hep ömür boyu siyaset yasaklarına karşı çıktım. Onun gibi bu da yanlış oldu.’’
Sonra çarpıcı bir örnek veriyor:
‘‘Bir solcu çocuk düşünün. 18 yaşında duvara afiş asarken yakalanıp ceza yerse ömür boyu siyaset yapamayacak. Bu çocuk belki ilerde fikir değiştirecek, sağcı olacak.’’
Cumhurbaşkanı Demirel, dikkatle dinledikten sonra şu cevabı veriyor:
‘‘Haklısınız Sayın Ecevit. Fakat şunu hatırlamamız lazım. Biz sizinle 40 yıldan beri siyasetteyiz. Siz benden önce parlamentoya girdiniz. Sizinle 20 yıla yakın rakip olarak siyaset yaptık. Birçok konuda kavga ettik. Husumet içinde olduk. Hatta kırıcı ve sert tartışmalarımız oldu. Ama dikkat edin, bir tek konuda sizinle hiç kavga etmedik.’’
Cumhurbaşkanı bu sözleri söyledikten sonra şu çok çarpıcı noktaya geliyor:
‘‘Evet bir tek konuda hiç kavga etmedik. O da cumhuriyettir. Sizinle biz cumhuriyet konusunda kavgaya girişmedik. O cumhuriyetin de iki temel ayağı vardır. Laiklik ve demokrasi.”
Ecevit, kendisinden beklenen geç kalmayan demokratlığı yine göstermişti.
Ama yazı siyasi yasağın “Türkiye’nin şartları” yüzünden savunulduğu bir finalle bitiyordu:
“Siyaset yasağının ne demek olduğunu belki de herkesten iyi biliyorlar.
Çizdikleri coğrafya, Türkiye’de bir arada yaşamanın asgari sınırlarını çizen sağlam bir coğrafyadır.
Başka deyişle, siyasetin herkes için geçerli meşruiyet hudutlarını çiziyor.
Evet, Tayyip Erdoğan’a verilen siyasi ceza gerçekten ağırdır. Demokratik ülkelerde kolayca kabul edilebilecek bir ceza değildir.
Ama Demirel’in çizdiği ortak yaşama alanı da, demokrasinin vazgeçilmez gerekliliği değil midir?
Siyasetçilerin telaffuz ettikleri cümlelere özen göstermeleri işte bu yüzden çok önemlidir.
Çünkü meşruiyet dediğimiz şey sadece yapılanlardan ibaret değil.
Halka söylenenler de o ortak varlığın bir parçası.
Televizyonda Tayyip Erdoğan’ın geçen cumartesi günü yaptığı konuşmayı izliyorum.
Alanda ‘‘İşte komutan, işte ordu’’ sloganları atılıyor. Erdoğan sloganları kesiyor ve şunu söylüyor:
‘‘Bizim bir tek ordumuz, bir tek komutanımız var. O da Silahlı Kuvvetlerimiz.’’
Öyleyse, şiirdeki ‘‘kışlaya’’ çevrilen camiler, ‘‘süngü’’ haline getirilen minareler ne oluyor?
Kime karşı oluyor?
Meşruiyet işte bu soruların herkes için kabul edilebilir cevaplarının verilebildiği noktada başlıyor.
Umarım bu sağduyu çizgisi siyasetimizin ortak muhiti haline gelir.
Biz de bu siyasi yasak ayıplarından kurtuluruz.”
Artık Erdoğan’a hapis yolu gözükmüştü. Hapishane günleri yaklaşıyordu. Cezası bir kere ertelenmişti.
29 Ocak 1999’da Hürriyet, bu durumu yine “Tayyip”li bir başlıkla verdi:
“Tayyip 53 gün daha dışarıda”

Ve 26 Mart 1999.
Erdoğan binlerce kişinin doldurduğu meydanda Özkök’ün de İmamoğlu sonrası yazdığı yazıda “Haklıydı bu feryadında… Sonuna kadar haklıydı” diyerek yayınladığı konuşmasını yaptı.
Peki, o “feryadında haklı olduğu” konuşma ertesi günkü Hürriyet’te tek satır bile olsa haber oldu mu?
Hayır.
Ertesi gün Hürriyet, Erdoğan’ın yaptığı konuşmadan tek bir cümleye bile yer vermediği haberine şu başlığı attı:
“Allah kurtarsın”

Diğer gazeteler de farklı değildi.
Milliyet; “Erdoğan’dan son gösteri”

Cumhuriyet; “Erdoğan için şeriat gösterisi”

Yine bir bayram arifesiydi ve eski İBB Başkanı bayrama hapiste girmişti.
Kötücül başlıklarla hapse uğurlanmış, üzerine yazı bile yazılmamıştı.
Bugünlerin hep taze rövanşizmini, kutuplaşmasını, yargının sopa gibi kullanılması biraz da o günlerin eseri.
Toplumun bir kesiminin diğerini kendisinin varlığına kastetmiş, nefes aldırılması ve ne pahasına olursa olsun iktidar yüzü gösterilmemesi gereken düşman olarak görmesi ve herhangi bir ahlaki, demokratik sorumluluk hissetmemesi de…
Bugün de başka gazeteler, gazeteciler, siyasetçiler İmamoğlu’nun tutuklanması için sevinçlerini saklayamayan “Ekrem”li, “Eko”lu başlıklar atıyor, aynı anda 35 yıl önceki diploması iptal edilip, hem yolsuzluk hem de teröristlik yaptığı bulunuvermiş bir siyasetçinin tutuklanmasını ekranlarda savunuyorlar.
Hatta çoğunun yanında Özkök’ün ve Hürriyet’in başlık ve yazıları medeni eleştiriler olarak kalıyor.
Üstelik Ertuğrul bey, Türkiye’de pek değer verilmeyen sadece üzerine tepinilen özeleştiri yapabilen nadir insanlardan biri. Bir sonraki yazısında şöyle yazdı:
“Bunları size söylüyorum, çünkü geçmişte de bu tür hatalar yapıldı.
Bizler de hatalar yaptık.
Ama yıllar çabuk geçiyor ve insan geriye, sonra yaşananlara bakınca bunları daha iyi görüyor.”
Herhalde bu 30 yıllık döngüde hem Erdoğan’ın hem de İmamoğlu’nun başına geleni eleştirmiş ancak bir avuç insan bulunabilir.
Bunların çoğunluğu bu gazetenin yazarları ve liberal demokratlar aydınlar.
Ama maalesef bu kısır döngüyü bitirecek kadar güçlü değiller.
Bumerang yeniden dönecek.
Muhtemelen 10 yıl sonra şimdi İmamoğlu’nun tutuklanmasına sevinenleri de İmamoğlu’nun bugünkü konuşmalarından alıntılarla o günkü haksızlıklara karşı çıkarken göreceğiz.
Ama yine çok geç kalmış olacaklar.
Maalesef Türkiye bir geç kalmış demokratlar ülkesi.
Bir türlü kimse elinde güç varken demokrat kalamıyor, gücü kaybedince ise demokratlığa sarılıyor
O yüzden de tarih sürekli kendini tekrar ediyor.
İlk seferinde trajedi olarak ama sonra komedi olarak…