Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIGeleceğin yasını tutmayı başarabilecek miyiz?

Geleceğin yasını tutmayı başarabilecek miyiz?

Felaketlerin gerçeklikle temas etme anları olduğu söylenebilir. Sanki bir yarık açıldı ve gerçeklik (bir an için de olsa) karşımızda belirdi. Bu muazzam bir toplumsal seferberliğe yol açtı. 17 Ağustos felaketi tıpkı bir flaş ışığı gibi gerçeklikle karşılaşılmasını sağladı. Felaketin yaşandığı gecenin sabahı siviller, acil kurtarma, yardımlaşma çalışmaları dışında koordinasyon gibi kamunun yapması gereken işlevleri de üstlenmek zorunda kalmışlardı. Fakat birinci haftanın sonunda devlet ‘bildiğini’ yapmaya başladı.

Nasıl geçmişte yaşanan travmaların izleri kalıyorsa, gelecekte yaşanması muhtemel travmaların da etkilerinin olduğu söylenebilir. Gelecekte gerçekleşmesi muhtemel afetlerden korkmak, kaygı duymak gibi. Kayıplara verilen tepki biçimlerindeki farklılığa işaret eden Freud’ün söylediklerinden hareketle, onun yas ile melankoli arasında yaptığı ayrımı gelecek travmaları için de zannedersem düşünebiliriz.

Freud’ün yas ile melankoliyi ayırt ederken, birincisini kişinin kaybı kabullenmemesine, yokmuş gibi yapmasına, hafızasından silmeye çalışmasına karşılık ikincisini kaybı kabul edip, hayatını buna göre anlamlandırmaya, yüzleşmeye çalışması olarak yorumladığı söylenebilir, özetle (1). Ona göre travma kimi zaman kayıpla bilinçdışı bir özdeşleşmeye dönüşebilir: “Ölenle ölmek” gibi. Kayba duyulan öfke ve hiddet kimi zaman da kişinin kendisine dönebilir, onu ele geçirebilir ve kendisini suçlamasına, yıkımına da uzanabilir. İnkar, “yapacak bir şey yok, elimden bir şey gelmez” gibi yıkıcı bir ruh hali alabilir. Kayba verilen tepki biçimi kimi zaman direniş çabasını da engelleyebilir. Ürkütücü olan belirsizliktir. Başımıza ne geleceğini bilmeyiz.

Melankolinin sembolik pratikleri, rejimi için temas etmemek, temsil edilmeyeni işaretsizleştirmek bir kural ise, yas için fark etme, gizlememe, bilinmeyen ve temsil edilmeyenle sürekli bir temas arayışı, özneleri bilme eylemine dahil eden merak, eksik kalanı anlamaya çalışma çabası bulunur. Soru şu: Geleceğin yası tutulabilir mi? Yoksa ne olacağını bilmediğimiz gelecek karşısında “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” gibi, “Travma Öncesi Stres Bozukluğu” kaçınılmaz mıdır?

Tarihçi Marc Nichanian kırımların da yalnızca imhayla sonuçlanmadığını söylüyor. “İmhanın da imhası”nı amaçladığına işaret ediyor (2). Kayıplar kimi zaman öylesine sonuçlar yaratabiliyor ki, elden bir şey gelmeme haline sürüklenebiliyor, yaşanan kolektif travmalar sonrasında… Bu durumda kayıpların yası tutulamıyor, yaşanan travmalar kalıcılaşıyor, tekrarlanıyor. Öyle olmadığını gösteren birçok örnek olduğuna göre, bu soruya ben “geçmişin yasını tutabildiğimiz zaman geleceğin yasının da tutabiliriz” diye cevap vereceğim. Burada, bilinmeyen geleceğin yarattığı kolektif bir travma söz konusu olduğunda, buna toplulukların geçmişte nasıl tepki verdiğini sorgulayabiliriz, zannedersem.

99 felaketinden sonra neler yaşandı?

99 felaketinin sonrasında yaşananların hatırlanmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Felaketlerin gerçeklikle temas etme anları olduğu söylenebilir. Sanki bir yarık açıldı ve gerçeklik (bir an için de olsa) karşımızda belirdi. Bu muazzam bir toplumsal seferberliğe yol açtı. 17 Ağustos felaketi tıpkı bir flaş ışığı gibi gerçeklikle karşılaşılmasını sağladı. Felaketin yaşandığı gecenin sabahı siviller, acil kurtarma, yardımlaşma çalışmaları dışında koordinasyon gibi kamunun yapması gereken işlevleri de üstlenmek zorunda kalmışlardı. Zorunda kalmışlardı, diyorum çünkü bilfiil başlarına gelen durum buydu.

Yüzbinlerle ifade edilen gönüllüleri yönlendirmek için Taksim Meydanı dahi kullanıldı. Bu toplumsal seferberliğin gölgede kalan tarafı, deneyimli kişiler yanında yüzlerce gencin de katıldığı bir koordinasyon ağının oluşturulmasıydı. Bu ağ ilk günün sabahında, Açık Radyo’nun da katkısıyla örgütlendi. Bütün haberleşme kanallarına, hatta resmi kurumlara dahi bilgi bu ağın içinden ulaşıyordu. Hiç bir deneyimleri olmamasına rağmen ilk günden itibaren esnek bir ilişki yapısıyla yönetim ihtiyaçlarını karşılar hale gelmişlerdi. Açıkça söylemek gerekirse koordinasyonu, yani yönetimi kamu otoritesinin tek başına yapması mümkün değildi.

Şaşırtıcı ama neredeyse her konuya ait bir örgütü bulunan, uzmanlık alanları olan devletin henüz böyle bir durumda koordinasyonu sağlayacak bir organı bulunmuyordu. Ayrıca bugün olduğu gibi, merkezi yönetimin yerel yönetimlerle, kamu kurumlarının birlikte çalışma deneyimi de yoktu. Koordinasyon Merkezi (ve ayrıca deprem bölgesindeki yerel koordinasyon merkezleri) bu bürokratik yapıların dışında çalışmıştı, ister istemez.

Örneğin daha birinci gün kara trafiği kilitlendiğinde, atıl durumda terminallerde bekleyen deniz otobüslerinin yanaşabileceği yerler araştırılmış ve yeniden planlanmıştı. İlaçlar, jeneratörler, kurtarma ekipmanları, v.s. için daha hızlı bir başka ulaşım kanalı yoktu. Devletin içindeki en örgütlü bürokrasi, ordu bile orgeneraller düzeyinde bu merkezle bağlantı kurmuştu.

Gönüllü insanların kurduğu bu merkez aylarca bütün yardım çalışmalarını koordine eden, uluslararası ve yerel yardım kurumlarının, medyanın bilgi aldığı, birlikte çalıştığı yegane yer olmuştu… Örneğin kurtarma çalışmaları sırasında potasyum birikiminin böbrekleri felç ederek ölüme yol açmasına karşı, bu merkezlerdeki insanlar daha ilk gün nasıl müdahale edileceğini gelen yabancı STK’lardan, doktorlardan öğrenmişlerdi ve anında harekete geçmişlerdi. Kamu bürokrasisi gümrük ithalat belgesi, vergisi, ruhsatlandırma v.s. gibi gerekçeler ileri sürerek bunu engellemeye kalktığında, acil ilaçları havaalanından almak için kendilerini kapılara zincirlemek de dahil her türlü eylemi göze alarak, sonuç almışlardı.

Siviller o kadar etkili olmuşlardı ki, bir tepki verildiğinde hemen bakanlar telefonla arıyor, “hemen çözüyoruz” diyorlardı. Sivil seferberliğin nasıl koordine edildiğine, nasıl çok yönlü çalışmalarla güçlendiğine kamuoyu da, politikacılar da tanık olmuşlardı. Geçici barınma sorununun çözümü için bile yalnızca devletin hep yaptığı gibi moloza dönüşecek evler değil, kaliteli ve yeşil alanları, meraları ziyan etmeyen, geri kazanılabilir on binlerce konut üretilmişti, bağışlarla. Bunların içinde kalıcı konutlardan bile daha nitelikli oldukları ve genişleyebildikleri için hala kullanılanlar var. 

Ama bence en önemlisi, afet bölgesinden başlayarak tüm şehirsel yerleşim alanlarının yeniden yapılanması için önerilen yerleşim programıydı. Siviller yalnızca afet sonrası koordinasyonda değil, gelecekteki yaşama çevresi için de farklı bir deneyim ortaya koymuş olacaklardı. Bu program da Bakanlar Kurulu’nun gündemine alındı, tartışıldı. Hatta uygulama için birkaç adım atılmaya çalışıldı. Ancak olağanüstü koşullar sona erdiğinde, güçler yerine oturmaya başladı. Merkezi otorite yerel yönetimleri zaten çoktan arka plana itmişti. Devlet aklı çalışmaya başlayınca işler tersine döndü. Sivillerin seferberliği zaman içinde törpülendi. Onlar gönüllü işlerini bırakıp, tekrar normal işlerine geri döndüler.

Devlet gerçekten yetersiz mi kalmıştı?

Felaketin sonuçlarına bakıldığında hep devletin yetersizliğinden, buna karşılık sivil toplumun uyanışından falan söz edildi. Oysa devlet “yetersiz” falan değildi. Sivilleri kontrol altına altına almaya, kaynaklarını, yardımları engellemeye girişti. Kısacası devlet koordinasyonda sivillerin öne çıkmasından rahatsız olmuştu. Doğal refleksini gösterip, engellemeye çalıştı. Ama bunu başarması o koşullarda mümkün değildi. Sivil girişimler bu engel karşısında beklenen tepkiyi gösterdiler, bütün gazetelerde tam sayfa yayınlanan bir duyuru hazırladılar. Devletten engelleri kaldırmasını ve işbirliği yapmasını istediler. Duyurunun altında ikiyüz STK’nın imzası vardı. Ertesi gün Cumhurbaşkanı basının karşısına çıktı. Sivil girişimlere teşekkür etti, engelleri kaldırdığını ilan etti. İstenenler de anında yerine getirildi. Sorun yalnızca bir yardım koordinasyonu değildi, aynı zamanda bu dinamizmi yok etmek isteyen güçlere karşı bir direnişti. Bu sayede kamu politikalarında bir değişim gözlemlendi.

Gerçekte devlet o kadar yeterliydi ki, uzun vadede sivil toplumun enerjisini söndürmeye. Kamu yönetimleri o zaman da kendilerini o kadar “yeterli” hissediyorlardı ki, (bugün de olduğu gibi) yaşanan felaketlere rağmen burunlarından asla kıl aldırmıyorlardı. Bu yeterliliğin gizli öznesi de bildikleri ile gözümüzü kamaştıran teknokratlardı.

Bir süre sonra çok boyutlu, çok aktörlü yeniden yapılandırma imkanını bir hayal olarak ellerinin tersiyle bir kenara ittiler. Oysa 99’daki deprem felaketi olmasa onların yeterliliğinden de zaten kimse şüphe duymayacaktı.

Bu nedenle hiç bir gücü, iktidarı olmayan siviller bir anda onların yapamadıklarını yaptı, ama sonra filizlenen her gelişmeye, yeni bir duruma karşı çalışan güçler durumu tekrar olağan haline getirmeyi başardılar. Planları, projeleri kendi başlarına, kapalı kapılar ardında hazırlayan ve hiç şehirle temas etmeyen olağan sistem devreye girmişti. İstanbul için “Deprem Master Planı”nı büyük bir iştahla hazırlamaya giriştiler. “İstanbul’u kurtaracak” bu plan şömizli bir cilt olarak afişlerle halka tanıtıldı. Halkın katılımı meselesi de böylece geçiştirildi. Büyük bütçelerle Master Plan’ı hazırlayanlar katılım bölümünde bile sivillerin sürece nasıl katıldığını, insan kaynaklarını nasıl seferber ettiğini ve nasıl başardıklarını merak etmemişlerdi. Gene bildikleri nesneleştirici, erkmerkezci ve tek yönlü bir ilişki biçimini tekrarlıyorlardı. Mikro ölçeklere inebilen, sokak sokak çalışılan, apartman yönetim toplantılarına bile nüfuz edebilen Risk Azaltma Atölyelerini bile unuttular. Master Plan depreme güya bir çözüm olarak Büyükşehir billboard tanıtım materyellerinde yer aldı ve raflarda tozlanmaya bırakıldı.

Gözlerimizi kamaştıran gerçekler neyin görülmesini engelliyor?

99 depreminden sonra İstanbul’daki yapı stoğunun neredeyse yarısının kısa süreler içinde yenileneceği “müjde”si verildi. Ancak zaman içinde bunun şehrin ancak yüksek rant elde edilen bölgelerindeki sağlam yapı stoğunun dönüşümü olarak gerçekleştiği görüldü. Bu nedenle içine sivilleri almayan, bu erkmerkezci, bürokratik ve piyasacı kentsel dönüşüm neoliberal bir dayatma oldu. Yaşanan gelişmelerin, sivillerin tırnaklarıya kazıyarak elde ettikleri başarıların üzerine sünger çekilmesinin nedeni belki de bu.

Sesleri çıkanlar kamu aracılığıyla elde ettikleri imtiyazlar, disipliner güçleri, fay hatları ile gözlerimizi kamaştırıyorlar, bu işleyişi gizlemek için. Bildiklerini zannettikleri şeyler bilmedikleri şekilde geri dönüyor. Sonuçta bu yenilikçi işbirliği deneyimine çok yazık oldu. Günümüzde kentsel dönüşüm piyasa ilişkilerine teslim olmuş durumda.

Bu nedenle erkmerkezci bilgi üretiminin olağan işleyişi içinde felaketin yaratacağı sonuçları unutmayı tercih etmek, olumlu yöndeki bir dönüşümü kurgulamaktan sanki daha kolay gibi gözüküyor. Kamunun gücü, nesneleştirici, erkmerkezci kapasitesi. Yıkıcı olan zaten bu. Acil durum yönetim planı, bilgi paylaşımı, görünürlük, altyapının gözden geçirilmesi, yönetimler arası haberleşme, mahalli dayanışma ağlarının, eylem planlarının açık ilişkilerle, bağlar kurularak oluşturulması. Felaketlerle baş etmek için küresel ölçekte bir işbirliği, dayanışma ihtiyacı ortada. Asıl fay hattı bu olağan modeli halka dayatanlarla, farklı bir şehircilik deneyimi arasında.

Bu fay hattı sürekli yeniden inşa edilip durdukça, ne yazık ki daha çok felaket yaşamak zorunda kalacağımız çok belli.

_______

1.  Depresyon, Yas ve Melankoli, Darian Leader, Encore Yayınları Aralık 2018, sayfa 29.

2.  Hülya Adak, Agos, 06.01. 2012 “Felaket tanığını da öldürdü” başlıklı yazı.

- Advertisment -