“Akşam yediye kadar siyasi telgraf ve makale tercümesi. Yediden yedi buçuğa kadar otobüs durağında sıra bekledikten sonra sıkışık bir otobüse binerek yola çıkacağım; Yüzde 50 ihtimalle de yarı yolda otobüs bozulup yürüyeceğiz. Sekiz buçukta yorgun argın yemeğe oturup radyo gazetesinin ve bir alaturka şarkılar programının refakatinde tatsız bir yemek yiyeceğim. Dokuzda, imkan bulup odama kapanabilirsem, yorgunumdur, uykuluyumdur, manasız ve hödüğümdür… 9, şiir okumak, şiir yazmak, felsefe, düşünmek, duymak, mektup yazabilmek ve Allahım beş dakikalık romantik olabilmek!… “Hayır” şimdi ayda 50 lira kazanmam ve tahsilimi bitirince bir kaza hakimi olabilmek için bunları unutmalısın”
1944 yılında Ankara’dan, işinden ve hukuk fakültesinden bu kadar nefret eden 19 yaşındaki genç adamın adı Bülent Ecevit’ti.
Bülent Ecevit’in 1944 yılında, yolunu bulmaya çalışan buhranlı bir genç olarak yazdığı mektuplar ‘Hayat Dalgalar Gibi Üstümüzden Geçecek’ adıyla Timaş tarafından yayınlandı.
Mektupları tesadüfen bir sahafta bulan Alper Çeker sayesinde 40’lı yılların Türkiyesine bir pencere açıldı.
1944 yılının bu müşteki, kırgın, bezgin genci aslında Türkiye’deki diğer gençlerden epey şanslıydı.
Bülent Ecevit, 1926 yılında bir müderrisin oğlu olan Adli Tıpçı bir baba ve bir şeyhülislamın kızı olan ressam bir annenin oğlu olarak İstanbul’da memurların yaşadığı Beşiktaş Akaretler’de doğmuştu.
Babası Fahri Ecevit, İstiklal Mahkemeleri’nde idam edilenlerin adli tıp raporlarını yazmış, Ankara Hukuk Fakültesi’nin ünlü profesörlerinden biriydi.
Eski rejimin İstanbul’daki elit ailelerinden birinde doğmuş, yeni rejimin Ankara’daki yeni elitleri içinde büyümüştü.
İlkokulu Ankara’nın ilk okullarından biri olan, kendi deyimiyle “devrimin mutfağı” Yüksel Caddesi’ndeki Mimar Kemalettin İlkokulu’nda mebus ve üst düzey memur çocukları ile birlikte okumuştu.
Sonra Türkiye’de çok daha az insana nasip olacak elit eğitimine İstanbul’da Robert Kolej’de devam etmişti.
Kolej’den sonra 1944 yılında Ankara’ya, babasının profesör olduğu Ankara Üniversitesi’nde hukuk okumak için dönmüştü.
Bu sırada babası Fahri Ecevit, aynı zamanda CHP Kastamonu milletvekiliydi.
Sadece hukuk öğrencisi de değildi, iyi İngilizcesi ve tabii babasının da namıyla hem okuyor hem de Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde çevirmen olarak çalışıyordu.
Ama ağzındaki altın kaşıktan, sürüklendiği hayattan, içinde olduğu elit sınıftan pek hoşlanmıyordu.
1944 yılında mektupları İstanbul’daki Robert Kolej’den en yakın arkadaşı Tunç Yalman’a yazıyordu. Tunç Yalman, o yılların en ünlü gazetecilerinden, Vatan Gazetesi’nin sahibi Ahmet Emin Yalman’ın oğluydu.
O da bohem bir hayat sürüyor, piyesler yazıyordu.
Mektuplardan Bülent Ecevit ve Tunç Yalman’ın da içinde olduğu Robert Kolej’deki çok sıkı bir arkadaş grubu olduğunu öğreniyoruz.
Ünlüler geçidi gibi bir gruptu bu.
Rahşan Aral yani bildiğimiz adıyla Rahşan Ecevit, Mekteb-i Mülkiye’de hocalık da yapan Paris’te eğitim görmüş bir maliyecinin kızıydı. Ahmet İsvan 70’lerde İstanbul Belediye Başkanlığı yaptı. Tosun Bekir Bayraktaroğlu ya da nam-ı diğer adıyla Tosun Baba, anarşist ressam, heykeltıraş, işadamlığı yaptıktan sonra Cerrahi dergahına intisap edip, ABD’de Cerrahi dergahını kurmuş ünlü bir şeyhti. Altemur Kılıç ya da mektuplardaki adıyla Demir, Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan Kılıç Ali’nin oğluydu. Ve İstanbullu zengin bir aileden gelen daha sonra ABD’de ilk işletme eğitimini alan Türk unvanını alıp, ilk araştırma şirketini kuracak Nezih Neyzi.
Her ne kadar önce arkadaşı sonra sevgilisi olan Rahşan ve Nezih de Ankara’ya gelse de Ecevit, sıkıcı, bürokratik Ankara’da Robertli arkadaş grubunu özlemekteydi. Ankara’da gördüğü devlet elitlerine bakınca 20’li yaşlara daha varmamış grubun üstünlüğüne olan aşırı özgüveni artmıştı:
“Ben sana söylerdim de inanmazdın. “Dünyada bizim teşkil ettiğimiz kadar üstün grup yoktur” diye; buna karşılık, “bize öyle geliyordur” derdin…Yahu o kadar koca koca adamlar, devlet idaresinde mühim rol oynayan insanlar görüyorum daha, bu hiç şüphesiz henüz çok kıt bilgimize rağmen, bir tek bizim seviyemize yaklaşanını görmedi; isterse alim olsun, dahi olsun, beş para etmezler…Bizden başka kimseler hayata nasıl bakılacağının, hayatın nasıl sevileceğinin sırrına ermemiş.”
Genç Bülent’i Ankara’ya bağlayan ise mektupların adres bölümüne Ankara yerine yazdığı isimden anlamak mümkün: “Rahşanapoli.”
Herhalde daha şairane anlatılamazdı. Rahşan’la “siz”li mektupları, onun el yazısından, üslubundan çıkardığı anlamlar büyük bir aşkın habercileri.
Kitaptaki o mektuplar da çok şahane.
Ama benim ilgimi Cumhuriyet’in ilk elit neslinin 40’lı yıllardaki düşünce dünyası daha çok çekti.
Artık bu Robertli Ölü Ozanlar Derneği üyeleri için de hayatın gerçekleri gelip kapıyı çalmıştır.
Tunç Yalman’ın para kazanmak lazım diye özetlenecek mektubuna şöyle cevap vermiş Bülent Ecevit:
“Görüyorum ki kafanız para gibi menhus ve gayri ahlakiliğinde herkesin ittifak eylediği bir şeyle fazlaca meşgul. Bunun sizim yaşta temiz tanınmış bir gence yakıştıramadım. Yoksa, büyük bir Romalı şairin dediği gibi “Siz ananızdan, siz babanızdan, hiç terbiiiyee görmediniz mii?”
Mektuplarda ortasına doğdukları ve epey sıkıldıkları rejimin değerleriyle de kafa buldukları anlaşılıyor. Ecevit, “Ruhi eniştesinin” yazdığı bir marştan bahseder:
“Olmaz kemikten Cumhuriyet
Yaşasın şanlı ordu
İntiharız biz”
İntiharın bu buhranlı, protest kuşağın da gündeminde olduğu anlaşılıyor.
Fakat, esas şaşırtıcı olan intihar arzusuna karşı Cumhuriyet’in bu ilk elit genç kuşağının karşı argümanları.
Tunç Yalman’ın “intihar arzusu”nu yazdığı bir mektubuna karşı Bülent Ecevit onu şöyle ikna etmeye çalışmış:
“İntihar arzunun mazeretinde bir yanlış nokta var: “Allah’a kavuşacağım diye ne diye gün biriktireyim” diyorsun. Halbuki,
Mevzubahis olan bizim maksadımız değil, Allah’ın maksadıdır. Allah’ın maksadı ise 3-5 laf edecek birkaç adam bulundurmaktır daima. (Yani bizim gibilerden gayri insanların intiharı meşru sayılır da bizimki günah olabilir)
Senin burada kastettiğin “Allah’a kavuşmak” bedeni ölümden sonraki Allah’a kavuşmaktır ki, o, iki varlığın kavuşması değil birleşmesi demek olur; biz şimdi kavuşmuş vaziyetteyiz. Ayrılmıştık. Kavuşmuşuz, yine Birleşeceğiz (to become a unity manasında birleşmek) Sen, Allahın, bu kavuşma uğrunda katlanacağın sıkıntıyı hafifletmek için sana verdiği ilacı (to create) kullanmıyorsun.”
Mektubun devamında Ecevit’in ve grubun savaş yıllarında efsanesi büyüyen komünizme de mesafeli olduğunu öğreniyoruz. “Allah’ın buna izin vermediği”ni söyleyerek:
“Komünizm için söylediklerinde haklısınız. Ben de zannedersem aynı şeyleri düşünmeye başlamıştım. Bu şekilde düşünmeye başlamamın sebebi de Picasso’nun Komünist Partisi’ne girdiğini öğrenmem olmuştur… Ancak, daha insanlığın vaziyeti bunun için (unripe) Sonunda yani makine, köleler sınıfının yerini tuttuktan sonra zaten bu kendiliğinden olacak…Fakat bugün kurulabilecek Komünizmde Allahın maksadı hasıl olamaz, çünkü o robot-köleler sınıfı vücut bulmadıkça, Allah insanları kör tutmaya mecburdur ki lağımcılık, şoförlük, mütercimlik, muhasabecilik etmek mecburiyeti onları aşırı derecede bedbaht etmesin. Bilakis bugün kurulacak Komünizm insanları bedbaht edebilir. Çünkü ortadan, Allahın insanların gözüne bağ olarak kullandığı gayeler kalkacağı halde henüz insanları kör olma mecburiyeti devam edecektir. Ve o zaman Allah insanlığı bu tenakuzdan kurtarmak için onları yine-ters yüzüne- hayvanlaştıracaktır: Rusya’da yaptığı gibi. Allah Rusya’daki tecrübeyi muvaffak etmedi işte. Ver her makul insanın aklı yattığı halde, bunun içindir ki insanlığa henüz komünist olmak imkanını bahşetmiyor. Biz kendi işimize bakalım yani Allahın tek tek bizlerden istediğine…İnsanlığı düşünmek Allaha düşüyor ve zaten bunu kendisi için yapacak; ama Allah (step by step) yapıyor işini. Bu Kainat kafi derecede mucize, başka mucize beklememeliyiz artık. Hem Allah’ın acelesi yok ki! Olamaz da zaten. Bir kimsenin acelesi olabilmesi için ona verilen zaman mahdut olmalı. Allahın zamanı mahdut değil ki, Ezelden gelip Ebede gitmiş, başı yok, sonu yok.”
Ecevit’in Allah inancını ifade ederken kullandığı dil klasik bir din dilinden çok sufi meşrep bir dil.
Mektuplarda bazen “Basu badel mevt” mertebesine erdiğinden bahsediyor, bazen de iyi bir Hristiyan olan İngiliz şair Alfred Noyes’tan bir şiir onu ağlatıyor:
“…bu akşam bir çok sıkıcı ve kızdırıcı şeyler olmuştu ve artık Allah’a da isyan etmeye başlamıştım ki Alfred Noyes’ın “The Unkkown God’ını açtım ve şu şiirle karşılaştım:
“It might be
The final test of man, the narrow way
Proving him worthy of immortal life
That he should face this darkness and this death
Worthily and renounce all easy hope,
All consolation, all but the wintry smile
Upon the face of Truth”
…Ve ben zaten bunu okuyunca gözlerim doldu, Allah’tan isyanım kızgınlığım için af diledim. Ve o abdab itibaren sıkıntıya daha çok alışmış, daha kolay katlanabilir olmuştum. Yani Allah, kendi sıkıntısını biraz daha az rahatsız edici hale getirmişti, sıkıntıya daha tahammüllü olmuştu. Kısa sıkıntıya göğüs germemiz lazım. Ve bu, Allah namınadır. Sen asıl buna razı olmakla Allaha yardımın dokunmuş olur. Hem böyle giderse çilehane hayallerini yıkmalıyız. Sen orada akşam 6’da gazetenden dönüp siyasetten, olup bitenlerden mi bahsedeceksin?
Ben sana onlarla meşgul olma demiyorum. Ben de, belki fazlasıyla meşgul oluyorum zaten. Nasıl Allah’ın taşıyla, kuşuyla, ağacıyla meşgul oluyorsan, siyasetle içtimayla da meşgul ol! Fakat ancak o görüşle, arada pek fark gözetmeden, kendini kaptırmadan. Bunlar girdap gibi, kapıldı mı gider insan. Ve bu meşguliyet, iştirake kadar varmamalı, müşahitlikte kalmalı! Sen müşahitlikten iştirake kaymak istiyorsun.”
Gerçekten de olağanüstü.
Peki, bu kültürün kaynağı ne, adı konmuş bir sufilik mi bu?
Bülent Ecevit’in yakın arkadaş grubunda Tosun Baba’nın olması, acaba bunun kaynağı Cerrahilik mi dedirtiyor.
Ama Tosun Bayraktaroğlu’nun Tosun Baba olmasına daha en az 30 yıl var.
Fakat onun hatıralarında ve röportajlarında anlattıklarına göre mistisizme merak salması Cerrahilikten önce, 40’lı yıllara dayanıyor.
Yani Robert Kolej yıllarına. Hatta bu arkadaş grubun ilginç mistikliğinin bir adı bile var: “Burjuva mistik”:
“Biz bunu 20 yaşımızda Bülent Ecevit, Can Yücel ve başka ahbaplarla yaptık. Ama çocukken yaptık, aptalken yaptık, enayiyken yaptık, eşekken yaptık. Bir şey icat ettik. Adına da “burjuva mistik” dedik. Bir gün Hasan Ali Yücel (Rahmetullahi aleyh) evimize geldi, oğluyla aynı evi paylaşıyoruz. Ona bundan bahsettik, “Ulan” dedi “ne halt işliyorsunuz. Ne burjuva mistiği? Mis gibi Müslümanlık var, mis gibi tarikat var. Deli misiniz kendi kendinize din icat ediyorsunuz?”
Hatıranın her yeri ayrı ayrı şaşırılmayı hakkediyor.
Can Yücel ve Tosun Baba’nın Londra’da ev arkadaşı olmasına mı, Can Yücel ve Ecevit’in “Burjuva mistikliğine” mi, yoksa onları “mis gibi Müslümanlığa” çağıran kişinin komünist diye linç edilmiş, Cumhuriyet aydınlanmasının en önde gelen isimlerinden Hasan Ali Yücel olmasına mı şaşırmak lazım bilemiyor insan.
Peki, 40’lı yıllarda Robert Kolej kıyılarına da vurmuş bu “burjuva mistikliği”nin kaynağı ne olabilir?
Yine Tosun Baba’nın hatıralarından okuyalım:
“1940’larda Gürciyev denilen bütün dünyaya yayılan bir sistem vardı, mistisizmsi bir şey. Biz de ona intisap etmiştik 19 sene. Hanım da oradandır. Gürciyev denilen bu zat rivayete göre ortadan kaybolduğu yılların birinde Ortaasya’da bir yerlerde bir Nakşibendi şeyhine rastlayıp Müslüman oluyor ama bunu saklıyor. Hakikaten de söylediklerinin içinde Allah, İslamiyet zikredilmiyor ama var. Neyse, Efendim bana bu az dervişlik, erken şeyhlikle ilgili dedi ki “Orası da senin için bir nevi ilk ve orta mekteptir, iyidir.”
Sistem olarak bahsettiği Gürciyev, 20’inci yüzyıl başlarında dünyayı çok etkilemiş ezotetik, gnostik bir inancın kurucusu George Ivanovich Gurdjieff.
İstanbul kökenli Rum bir babanın ve Ermeni bir annenin oğlu olarak Gümrü’de doğmuş, çocukluğu o zamanlar bir Rus oblastı olan Kars’ta geçmiş Gurdjieff, hakikatin peşinde uzun bir seyahatten sonra fakirler, keşişler ve yogilerin yani İslam, Hristiyanlık ve Budizmin mistisizmini birleştirerek Dördüncü Yol adını verdiği bir mistik öğreti yaratmış bir modern zamanlar şeyhi.
Dünya hayatında insanların uykuda olduğu ile başlayan biraz İslam tasavvufvari, biraz Matrixvari felsefesinin peşine her milletten insanlar takılmış.
Sovyet devrimi olunca 1919 yılında Beyaz Ruslarla beraber İstanbul’a gelmiş.
Önce Galata Mevlevihanesi’nin iki sokak arkasındaki Kumbaracı Yokuşu’nda, sonra da Asmalı Mescit Meşrutiyet Caddesi üzerindeki Yemenici Abdüllatif Sokak’taki evlerde yaşamış. Bildiği altı-yedi dil arasında Türkçe de olduğu için Türk takipçileri de olmuş.
Cavit Orhan Tütengil’e göre onlardan biri Rıza Nur. Ekrem Işın’a göre Ahmet Haşim, Yakup Kadri de ondan etkilenmişler.
En ilginç müridi ise 1919’da İngiliz işgal kuvvetlerinin istihbarat subayı olarak İstanbul’da olan yüzbaşı John Godolphin Bennett. Bennett, 16 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Samsun’a gidiş iznini imzalayan İngiliz subay.
Gurdjieff, bir süre sonra İstanbul’dan ayrılarak Paris’e yerleşiyor ve pek çok ünlü yazarın, müzisyenin, sanatçının etkilendiği Dördüncü Yol cemaatini kuruyor. Onun yolundan giden Bennett’ın da İngiltere’de etrafında bir halka oluşuyor.
1919 yılında İstanbul’un elitlerini etkileyen bu modern mistik akımın izleri üzerinde çok fazla şey bilinmiyor. O yüzden bu etkilerin 40’lı yıllarda Robert Kolejli öğrencileri etkileyip etkilemediğini de tam olarak bilmiyoruz.
Tosun Baba’nın hatıralarındaki Ecevit’in bizim tanıdığımız Ecevit’e hiç benzemediği ise açık:
“Bülent dünyanın en güzel, en nezih, en akıllı insanıydı. O da çok iyi şairdi, benden çok iyiydi. Onunla arkadaşlığımız kolejde oldu Londra’da oldu. Vekil vükela olunca az görüşür olduk, ben de Amerika’ydım. O bence Rahşan Hanım’ın tesiriyle siyasi oldu. Yoksa Bülent pek öyle siyasi olacak kimse değildi. İnce ruhlu şair bir adamdı. Biz Beyoğlu’na çıkardık, azcık kafayı falan çekerdik, o çay içerdi!”
40’lı yıllara bu özel mektuplardan açılan kapı bize bilmediğimiz ve bildiğimiz ama görmezden geldiğimiz pek çok şeyi yeniden hatırlatıyor.
İstanbul elitlerinin bir kısmının Cumhuriyet’in kurucu ideolojisine mesafesi, ilk kuşak Robertli elit Cumhuriyet kuşağının bile resmi pozitivizm dalgasına karşı tepki olarak metafiziğe, dine, mistisizme kayması, Ecevit’in mektuplardaki hassas, entelektüel gençten DSP genel başkanlığına yolculuğu…
Ve tabii Türkiye’deki Cumhuriyet’in sağladığı herkese eşit eğitimle sınıf atlama imkanı ile kuşaktan kuşağa miras elit kadrolar arasındaki mücadele…