İyiliğin-kötülüğün insandaki, kimbilir nereden gelip nereye giden tasavvurundaki, tahayyülündeki, duygularındaki karşılığı her zaman berrak da değil, aynı da… İçinde yaşadığı düzenin, toplumun, toplumcuğun desteklediği, kayıtsız kaldığı ya da karşı çıktığı iktidarın iyilik-kötülük tasavvuruna göre de değişebiliyor. Bu konuya salı günü (4 Nisan 2023) yayınlanan ilk yazımda -düşüncelerime yığılan sorularla- değinmeye çalışmıştım.
Soru işaretleriyle bezeli o yazımdan devamla, göreliğin belki dibine vuran ama hayata kolayca yerleşebilen bir konuya, bir soruya geleceğim: “Kötülüğü yüzünden okunan”, “kalbinin kötülüğü yüzüne vuran” insanlardan söz edilebilir mi? “İşte bak!” denilebilir mi…
Vukuu gidişatıyla temelini sağlam, tutarlı düşüncelere, muhakemelere atamasa da, karşılığını hayatta, edebiyatta, sinemada, hatta kafatasçılığa göz kırpan kurgularda bile bulabilen bir soru. Kafaları güzelce karıştırabilecek, o yolla en azından benim kuvvetle muhtemel kafa karışıklığımı belki biraz mazur gösterebilecek “gepgerçek” bir hikâyeyle başlayacağım.
Elle tutulur, gözle görülür!
Ortalarını bilemem ama kötülüğe dair hikâyem bence baştan aşağıya, en azından girişi-sonucuyla gerçektir. İnanmaya da değerdir; zira eksenine, başlangıçta temeline kötülük dedektörü, efsanevi Adalet Tanrısı Haechi’yi (Haetae) yerleştirdim. Bugün Uzakdoğu’da tapınaklardaki heykelleriyle de elle tutulabilir, mesela Güney Kore yapımı Haechi dizisiyle de gözle görülebilir, gerçek olaylardan bir güzel devşirilen kurgusuyla, safahatıyla kendi sahnesinde tutarlıdır.
Efsane, kurgu olması “Valla çok doğru, ne güzel”ine -mesai harcamadan- gölge düşürmüyor. Gerisi (yani bence teferruatı) gerçek olaylardan uydurularak güncel, cârî “toplumsal gerçekler” standardına, “o düzey”e -epey- indirilmiş, öyle de gerçekleştirilmiştir.
Benim hikâyem daha “iyi”
Birçok iktidarda da benzerleri, hatta feriştahı muhakkak görülen, şanla, şöhretle, iftiharla kullanılan, sunulan bir yöntem… O nedenle de gerçeklik, meşruiyet, “haklılık”, iyilik-kötülük, nihayetinde kestirme yoldan adalet tartışmalarının “seninkisi-benimkisi” terazisine darası alınmadan koyulabiliyor malum.
Bu aynı zamanda -hınzırca- eğlenceli yöntem sayesinde, hikâyem lezzetini beyaz yalanlardan aldığı, mantığını iyimserliğin saflığına dayandırdığı, “Ah o çok eski, o güzel” iyiliğin safına kattığı için iktidarların yalanlarından ahlâken daha güçlü ve en az Resmi Tarih kadar da gerçektir. Üstelik bence onlardan daha anlaşılabilir ve lafın gelişi-gidişiyle daha “iyi”dir.
“Ne olsun, iyilik, güzellik” ülkesi
Neyse, hikâyenin itibarını taşırmayayım… Hikâyem Milattan Önce’yle Milattan Sonra arasında gürültüye giden zamanların birisinde iyi insanların yaşadığı bir ülkede başlıyor. Sıradan insanlar diyeceğim ama o günlerde herkes alelâde; öyle de yaşadığı için “sıradan” diye bir zarf, kelime, ölçü filan da yok tabii.
Neredeyse hepsi doğuştan iyi ya da o devre kanımca daha uygun bir deyişle kötü değil. Çünkü ülkenin yönetiminde kötülüğü, kötü insanları şıp diye ayırt eden, onları o ülkede yaşayan insanların dünyaları, şehirleri, evleri başına yıkılmadan cezalandıran, etkisiz kılan, uzaklaştıran Adalet Tanrısı (Başbakanı) Haechi var. Onun sayesinde huzur içinde dolaşıp selamlaşıyorlar, hal hatır soruyorlar: “Nasılsın?”, “Ne olsun, iyilik, güzellik…”
Kötülüğü şıp diye sezen Haechi
Uzakdoğu’da, bilhassa Güney Kore’de bugün hem bir efsane, hem inanç olarak yaşayan Haechi, o eski, güzel zamanlarda o ülkede iyi insanlara evcil ama kötülere gerektiğinde gücüyle, pençeleriyle de varlığını hatırlatılan bir hayvan. “Gerçek”… Hani, ne bileyim bugün inanılmaz gelen dinozorlar filan gibi… Aslan başlı, balık pullu, heybetli kaslarıyla, bulutu andıran tüyleriyle nesli tükenene kadar dolaşıyor o ülkede. Öyle diyorlar…
Resimlerini, heykellerini bizzat, yeminle gördüm. Haechi kötülüğü insanların gözlerinden, yüz ifadelerinden, mimiklerinden, kibrinden, tebessümlerinden, sırıtmalarından, hatta yürüyüşünden bile şıp diye anlayıp hemen, herkese şak diye gösteriyormuş. O okumasız-yazmasız zamanların adaleti de onu esas alıyor zaten.
Varlığını, içgüdülerini onun soyundan alan hayvanlarla, kediler köpeklerle ispatlayamasam da öyle tevatürlerle de şey edebilirim. Kedilerin, köpeklerin musibetsezerliği, kötülüğe, kötü insana dair sezgileri, içgüdüleri muhabbete sığmıyor mesela: “Bak ondan nasıl kaçıyor, herkesi yalarken ona koltuğun arkasından bakıyor, hırlıyor…”
Kul yok ki hakkı yensin…
O günlerde kötülük öyle karmaşık, önceki yazımdaki kadar ona-buna göreli bir şey değil zaten. İşte “Öldürmeyeceksin”, “Çalmayacaksın” filan, o devirde gayet basit. Genellikle kötü olmayan insanlar olduklarından, ortada günah da, ona malzeme olacak şeyler de pek yok esasında.
Bir zaman geçince tanrıları şimşekler, yıldırım düşünce ortaya çıkan ateş, hayvanlar, güneş, ay nihayetinde. Nimeti de, külfeti de herkesin başına, ilk’el(den) eşitlik… Sade, iyi, basit, bugünün deyişiyle sıradan insanlar oldukları için ondan farklı, karman çorman mânâlar çıkaracak öğretiler de filizlenmiyor.
“Kul hakkı yemeyeceksin” diye bir cümle, “Kul” diye bir kelime bile yok henüz dillerinde… Öyle kula, köleye gidecek, çekilecek meselelerde kavram kargaşasına düşmeden “mahlûk” deyip, geçiyorlar. Canlısı, hayvanı, insanıyla “Hepimiz mahlûkuz…”, “kul” değil kimse. Güfteli şarkılar, besteler olmadığı için “Kula kulluk edene yazıklar olsun” gibi görünüşte muhalif ama sonuçta insanı yine kul varsayan sloganları da arama tabii.
Saheonbu Müfettişi’nin yetkisi
O adaletin hayattaki, sokaktaki düzenine gelince… Haechi maalesef konuşamadığı için onun sezgilerini, gücünü, rehberliğini, adaletin tartışılmaz yetkisini arkasına alan (bugün Güney Kore filmlerde de yer alan) Saheonbu Müfettişleri toplumda kötülerin etkili olmasına izin vermiyormuş. Hem gündüz, hem gece teftişleriyle hep ortalıkta…
Müfettişlerin yetkileri, o zamanlar genel olarak iyi insanlardan oluşan halkın Haechi’nin kılavuzluğunda onu vitrine yerleştirmesiyle emaneten göreve gelen ve şânı, yetkileri elbette adaletle sınırlı, idari bir sembolden ibaret hükümdara da uzanıyor normal olarak. Ona göre seçilip, görevlerini ancak o rehbere, adalete kayıtsız-şartsız bağlı kalarak yapabiliyorlar.
En kötüleri Bizatihi’nin hikâyesi
Ancak iyi yani o günkü deyişiyle kötü olmayan insan rolünü “Bu kadarı olmaz” mertebesinde yapabilenler, o inanılmaz, mucizevî performanslarıyla kötülüğünü çok iyi gizleyebilenler, Adalet Tanrısı’ndan uzak durmayı bir şekilde başarabilenler de azıcık var. Sürülenler, toplumdan uzaklaştırılanlar da… “Ne etsek de şunun üç gündür topladığı naneyi, çalı çırpıyı çalsak, kafasına bir taş vurup sazlıktan evinde biz otursak, hepsi bizim olsa” meselesi.
Kötü, kötülük, kötüler olmadan iyiliği tanımlamak, öyle bir tanıma gerek duymak mümkün gözükmüyor. Kötülük olmayınca Tanrı Haechi’ye de gerek yok . Demek o devirde de var ufak tefek arızalar. Ama yumurta-tavuk meselesinin ana muamma sanıldığı zamanlara gelinmediği, “İyilik mi kötülük mü, hangisi hangisini şey ediyor… Gel de içinden çık” denilmediği için asıl ölçü kötülük.
Bir zaman geçiyor o kötü insanlar saklandıkları, sürüldükleri yerlerden çıkıp bir araya geliyorlar. Üç beş avuç kötü insan başlangıçta… “Yahu bıktık bu kaçak-göçek hayatımızdan” diyerek ne yapabileceklerini tartışmaya başlıyorlar. İçlerinden en kötüsü Bizatihi doğal özelliğini liderliğine bir hak olarak görerek, “Bizim kötülüğü açık açık yapabileceğimiz bir yönetim kurmamız şart. Nihai hedefimiz bu olmalı…” diyor.
Tanrılar ölmez ama etkisiz kılınabilir
Bunun yolu da tabii o ülkenin kötülüğün gücüyle, yetkileriyle donanmış hükümdarı olmak. Lâkin kötülüğü şıp diye anlayan Haechi varken neredeyse imkânsız. “Nasıl?” sorularını da tereddütsüz yanıtlıyor Bizatihi: “Kötülüğün gücü kıyafet değiştirdiğinde her zaman iyiliğin halim selim tabiatını alaşağı edebilir. Ama Adalet Tanrısı Haechi’yi öldürmemiz, etkisiz kılmamız lazım.”
İçlerinden birisi hemen “Ama tanrılar ölmez ki…” diyecek oluyor; liderlerinin ona da cevabı hazır: “Evet ölmez ama onu etkisiz kılabilir, kör edebiliriz. O da bir bakıma ölümdür. O zaman kötüleri ayırt edemez.” İkinci toplantılarında örgütleniyorlar. Gölge hükümdar Bizatihi’nin çekirdek kadrosundan Velevki’nin gelecekteki Adalet ve (insanların içdünyasını da kapsayan anlamıyla da) İçişleri, Propaganda Bakanı oluyor, laf çeteleri filan kuruluyor.
Haechi’nin yanına yaklaşamayacaklarını, onları hemen fark edeceğini bildikleri için de Bizatihi’nin talimatıyla iyi insanlara çengel atmaya başlıyorlar: “Ülkemiz hariç her tarafımızda savaşlar var. Hepsinin gözü bizim topraklarımızda… Bize sadece Adalet Tanrısı yetmez, güçlü bir Savaş Tanrısı da lazım… Yoksa ülkemiz yok olup gidecek.”
Savaş Tanrısı’nın sevimli yavrusu
Bu fısıltı, bu panik iyi insanlar arasında kulaktan kulağa yayılınca zaten yakınlarda olan Savaş Tanrısı henüz ejderha görünümüne ulaşmamış yavrulardan birisini, Şerruhi’yi o ülkeye gönderiyor. Öyle gösterişli, öyle güzel, çekici, kurnaz, güçlü bir yavru ki… O kadar olur. Savaşan tapanların tanrısının cazibesi, çekiciliği gelecekte de Ares’iyle, Mars’ıyla, Antik Yunan’da da, Roma’da da öyle.
Henüz içindeki kötülük de büyüyüp serpilmediği için Adalet Tanrısı Haechi de Şerruhi’yi fark edemiyor, yavrucuk ayağının dibinde şirin şirin oynamaya, kıkırdamaya, dalları kılıç gibi sallamaya, insanlara gülücükler, sevimli yaramazlığıyla kuyulara çakıl taşları filan atmaya başlıyor.
Ve bir gece gün doğmadan aniden tırnaklarını Haechi’nin gözlerine batırıyor. Adalet Tanrısı’nın haykırışı o gece ergenliğine hızla giren -artık- Savaş Tanrısı’nın zafer çığlığında boğulup gidiyor. Şerruhi hızla ejderhaya dönüşürken, o bulut gibi tüyleri, pırıl pırıl pulları dökülen Haechi, aslan başı önüne eğik, çok uzaktaki, bulutların üstündeki bir dağdaki mağarasına çekiliyor.
Şerruhi: Savaşın çaresi savaştır
Savaş Tanrısı Şerruhi de kendi hükümdarını, yani bütün bu süreci başlatan o lideri, Bizatihi’yi çıkarıyor halkın karşısına. Her geçen gün pompalanan savaş dedikodularının, o çığlık yavrusu fısıltıların paniğini yaşayanlar, Şerruhi ve Bizatihi’nin dolduruşuyla bunun çaresini, tesellisini de savaşta aramaya başlıyor. Arkasına Şerrühi’nin, Tanrı’nın da gücünü alan Bizatihi, o teselliyi sadece ülkelerinin değil dünyanın hâkimi de olabilecekleri vaadiyle tırmandırarak onların tasavvuruna yerleştiriyor.
Kötü hükümdar önce ortadan kaybolan Haechi’nin ve onun iyiliğinin sadece uydurma bir efsane, zehirli bir yalan olduğunu yayıyor, kabul ettiriyor halka. Böylece Haechi’nin rehberliğindeki iyilik ve kötülük de artık gerçek değil efsane… Bizatihi’nin hamasetle süslediği hayat, o iyilik-kötülük ölçüleri gerçek, doğru ve iyi.
Adalet Bakanı Velevki’nin nutku
Şerruhi’nin yeni iyilik-kötülük tasvirleriyle, o dille, artık onun kelimeleriyle konuşmaya başlıyor çoğu insan. Kelime hazneleri öyle genişleyerek daralıyor. Halk Bizatihi’nin sadece hatipliğinden, onunla cilalanan ikna gücünden değil başka bir bilgiye ulaşamadığı için de onun arkasında. Haechi itibarını kaybetmiş, unutulmuş, bilgi desen aslanın ağzında…
Saheonbu Müfettişleri görevden alınmış, uzak dağlara sürülmüş, zindanlara kapatılmış, öldürülmüş bir kısmı da işbirliğine zorlanmış. Bizatihi’nin çekirdek kadrosundan Velevki Adalet, İçişleri, Propaganda Bakanı. İlk nutkuna “Sorarım size…” kelimeleriyle başlıyor, gürleyerek.
“Velev ki öldürmek, çalmak filan kötü olsun. Düşmanların kötülüğüyle, bizden çaldıklarıyla, hayatımıza kast etmeleriyle nasıl mücadele edeceğiz? Mesela onların yıllardır çaldıklarını kendi cebimize almak, ceplerimizi doldurmak kötü müdür yoksa bir hak mıdır? Yani kalkıp da bize tokat atana öbür yanağımızı mı döneceğiz?”
Haechi’nin dokunduğu insanlar
Ülke, işler-güçler o raya oturmaya, dikenleri zehirli gül gibi kötülükle yürümeye başlıyor. Ancak uzun süre fark edemedikleri, biraz işkillenseler de kibirlerinden önemsemedikleri bir riskle karşılaşıyor iktidarları.
Kötülüğe karşı mücadelenin simgesi Adalet Tanrısı Haechi ülkeden ayrılmadan yakınındaki, yolda karşılaştığı insanlara dokunarak, kötülüğü anlama sezgisini onlara da biraz olsun vermiş meğer. Ne kadar yok etmeye çalışsalar da, öyle mahlûkları öldürseler, zindanlara atsalar, sürseler de görmüşler ki bazı insanların içinde var kötülüğü ayırt etme gücü.
Nasibini, gücünü ondan alan insanlardan halka dokunmayı başaranlar, ona gönüllü olanlar da kötü olmama düşüncesini yayıyor, mahlûklara yeniden kazandırıyor. Aralarından cesaretli mahlûklar Şerruhi’nin el koyduğu kamışlarla, kullarına toplattığı sazlarla, kestirdiği ağaçlarla, onlara yaptırdığı toprak kalıplarla inşa ettiği sarayın önüne kadar gelip parmağıyla “Kötü…!” diye göstermeye, bağırmaya bile cüret ediyor.
Bakıyorlar olacak gibi değil; kötülükleri, kötüyü fark edenlerin sayısı yok edilmek bir yana her geçen gün artıyor… O panikle, çaresizlikle ilerleyen günlerde o güzelim ülkenin önce içerde kutuplara bölünmesini sağlıyorlar, hatta işgallere uğramasına, sonra da Kuzey-Güney diye ikiye ayrılmasına seyirci kalıyorlar, Kuzey’in başına da Bizatihi’nin soyundan kötü, obur, tombul bir yumurcak, Kimoyahu oturuyor. (Yumurcak: 1. Yaramaz çocuk 2. Koltuğun altında çıkan çıban.) Gerçek bir hikâyenin dosdoğru masalı da şimdilik o ülkede maalesef böyle bitiyor.
Güzellik mi, çirkinlik mi oyunu
Yıllar yılları, çağlar çağları kovalıyor, insanlar okumaya yazmaya, bilgiye, kötülüğün tarihine her geçen gün daha çok kaynaktan ulaşmaya başlıyor. Sıradan ama kötülüğün ana tanımlarına, tartışılması, eğilip bükülmesi pek mümkün olmayan temel normlarına, sade hayattan süzülmüş o tecrübelere sahip insanlar da böyle sezgilerin önemi üzerine yeniden kafa yorarak, öyle soruları hayatlarına alıyor.
Lâkin mesele bir yandan da karışıyor bu süreçte… Hatta bacak kadar henüz kirlenmeye vakti olmadığı için çiziksiz iyi sayılan, o nedenle kötülüğü bazen yetişkinlerden kolay ayırt ettiği bile varsayılabilen çocuklarda bile. Zamanla büyüklerin, içinde yaşadıkları toplumun iyilik-kötülük formları, eğitimi, çocukların “Güzellik mi, Çirkinlik mi?” oyunlarına sızıyor, güzel kızlar, oğlanlar prenses-prens, artist rolüne, çirkinlik denince de o günlerde onun simgesi neyse o eçiş-bücüşlüklere, renklere, yoksulluğa bürünüyor. “Yahu bu kötülük, iş işten geçmeden nasıl sezilir, fark edilebilir?” sorusu yine bâki kalıyor.
Kötülük tüm makyajı akıtır mı?
Sorular soruları kovalıyor… “Kötü insan”ın onu bir anda ele veren, malumun ilamı olan yahut saklısını gözlerinin ekranına, yüzüne yansıtan ifade kalıpları, refleksleri var mıdır? Bazı duygularını açığa vurmasının ötesinde bazı mimikleri, jestleri bile -saklı, gömülü de olsa- ondaki “kötülük tohumu”nu işaret eder mi…
Mesela öfkeden, hırstan gözünün dönmesi, kibrin, küçümsemenin dudağa kıvrımlanan olası zalimliği, gözlerdeki şeytani kıvılcımlar, ağızda köpüren nefret, kötülüğün yüze vurduğu andaki korkunçluk/o ana özel çirkinlik… Kötülüğün ipuçları mıdır? Kötülük bir anda insanın makyajını akıtabilir mi yüzünden?
Duygularının tebessüme aşina/dost olmadığını ele veren dudaklarındaki gülümseme benzeri kıvrımın sahteliği, donuk ifadesi, itirafkâr bazen yılışık, bazen hain sırıtmalar ve o ifadeyle de sergilenen arsızlık, hatta meşum, alaycı kahkaha taslakları… Sevmek gibi bir lüzumsuzluğu, mutluluk gibi bir duyguyu taşımayacağını düşündüren asık, çakılı yüz ifadesi. Kendisine, çıkarına en gerekli senaryoda bile sevgiye dair bir rolü oynama beceriksizliği… Kötülüğün arkası çevrilmeden okunan etiketi mi?
“Bet surat”ın malzemeleri
Sinsiliğin bir an yüze, kıpır kıpır gözlere yerleşen sabırsızlığı… Acımasız kayıtsızlığı, alaycı umursamazlığı saklamaya çalışan bir ifadesizlik yahut yüze bazen ifade taşıma, rol çabasının eğretiliği… Ya da tersine, suratındaki kötülüğün ayan beyan, kendince bir hakkın, haklılığın yüz-beden diliyle de kuşanması… “Bet (kötü, fenâ, çirkin) surat” tasviri için gerekli tüm malzemeler yani. Sızar mı insanın yüzüne?
Hatta edebiyattaki, romanlardaki gibi öyle ifadelerin açıklayıcı renkleri var mıdır; buz gibi, çelik gibi gri midir, yoksa kızarır, koyulaşır, iyice kararır mı yüzündeki renkler? Hepsi birbirine karışır akar mı yüzünden…
Yahut kötülük duygusuzluğun/duyarsızlığın tahtına eriştiğinde, tanı almamış psiko/sosyopati mertebesine ilerlediğinde renksiz midir… Donuk ama gayet şeffaf mıdır bazen büründüğü kötülük? İlle de kara sanılan o pelerin…
Yüz ifadesine dair “okuma”lar
Bütün bunlar hevesli bir “okur”un önüne sayfa sayfa açılan bir resimli roman, magazin midir ya da kurgusunda daha etkili zihniyetlerin, referansların, paradigmaların gücü, altlığı da var mıdır. Hepsi muhakemeden tümüyle azade, tekinsiz sezgiler mi yoksa insanın “saf (hatta sıradan) kötülük”ün altını ana hatlarıyla çizmesine vesile olan işaretler mi, tersine bereketli bahaneler mi… Hepsinden biraz mı, yerine göre?
Misal… Birçok insan için yüz, beden dilinin alanı nerede başlar, nerede biter, nereye gider, “ne”dir nihayetinde… Elbette muhakemeye dayalı yanıtları da var ama bazı insanlar için sadece -adı üstünde- sorular esasında. En azından böyle algıların, bunlara dayalı “okuma”ların olduğunu, o sezgileri kılavuz yapanların var olduğunu söylemek mümkün.
Benim de elbet bir meselam, cesaret edersem, konunun cazibesine kapılırsam “Bakın işte…” diye göstereceğim kendimce örneklerim, tek başıma kalmayacağım için üretebileceğim “haklılık”larım, cazip yanılsamalarım filan vardır. Muhabbeti de keyifli olur muhtemelen…
Yine de insanı -biraz muhakemeyle- her an mahçup ya da mahkûm edebilen gerçek hayata değil onun ekranlarına, misal sinemaya, edebiyata bakalım. “Kötü insan” tahayyülüne, tiplemelerine, bu hem önemli, hem de renkli konuya gelecek yazımda değinmeye çalışacağım.