Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIGerçek ve propaganda

Gerçek ve propaganda

Putin’in ağzından dökülen ve artık hepimizin bildiği “20. Yüzyılın en büyük felaketi Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır” cümlesi, süper güç olmanın “tadına varan”, Batı-Doğu ikilemi üzerine inşa edilmiş bu kimliğin, hangi iştah ve hınçlarla kuşatılmış olduğunu anlatıyor. Bu tarihin kışkırttığı Rus milliyetçiliğinin despotik bir rejimin elinde tüm dünya için nasıl kural tanımaz bir güvenlik tehdidine dönüşebildiğini izliyoruz.

Rusya’yı harekete geçiren motivasyon Batı’nın kuşatıcı gücü mü, yoksa dağınıklığı ve zayıflığı mı? Rusya yıkıcı askeri gücünü Ukraynalıların üstüne gönderirken beka endişesi mi yaşıyordu, kaybettiği süper gücü kazanma eşiğinde olduğuna mı inanıyordu?

Türkiye’de Avrasyacı, neo-ittihatçı ve bir kısım sol çevrelere sorarsanız bu sorunun cevabında birleşmiş gözüküyorlar. Onlara göre Ukrayna’ya yönelmiş barbarlığın altında Batı emperyalizminin açgözlü yayılmacılığı yatıyor. Bugünün dünyasında, egemen bir ülkenin kentlerini yıkarak, sivillerini katlederek işgal edilmesinin açıktan savunulması çok kolay değil. Onun için bu zevat söze “evet Rusya uluslararası hukuka aykırı davranmıştır AMA” diye başlıyor. Ardından örtük meşruiyet argümanları sıralanıyor. Öncelikleri, kamuoyunda zaten var olan Batı düşmanlığını konsolide etmek. Batı karşıtı ideolojilerinin ardındaki Putin sempatisi sırıtıyor.

Bu arada bazıları hızını alamıyor, açıktan işgali savunuyor. Zelenski emperyalizmin maşasıymış, Rusya haklıymış. Sorsanız Türkiye’de sert muhaliftir. Demokrasiyi ve hukuku savunmaktadır. Ama halkının yüzde 73 oyuyla iktidar olmuş, hem de Avrupa’yla bütünleşmeyi vadederek seçim kazanmış bir liderin Batı’yı tercih etmesi, onun gözünde, yabancı bir ülkenin tankıyla topluyla işgal edilmesini haklı kılmaktadır. Sovyetlerin dağılışında, ayrılan ülkelerin halklarının ezici biçimde Batı’ya yönelişinin nedenini sorgulamak yerine onları “aldatılmış” ilan ederse kendi kimliğini temize çekecek sanıyor.

Kimi de işgale karşı çıkanları uyarıyor: “Ama öteki tarafta da Nato var”… Temiz güç arıyor desteklemek için. İşgal değil, işgalle ezilenin kimliği önemli onun gözünde. Taraf olursa kirlenecek. Tarafsızlığı seçerse “temiz” kalacak. İnsanlık tarihinde temiz bir devlet, temiz bir ittifak, temiz bir iktidar olabilir mi? Tarih bunu yazdı mı? Eğer siyasi pozisyon almanın ideali bulmayı gerektirdiğini düşünüyorsanız; bütün kararların o somut durumda daha az kötüyü, daha haklıyı tercih etmeyi gerektirdiğini anlamamışsanız siyaset üzerine konuşmayın bence. Hepimizin bildiği “kullanışlı aptal olmak” diye bir terim vardır. Sovyet icadıdır. Sovyetlere davet edilip gözleri boyananlar için kullanılırdı. İnsan somut bir siyasi çatışmada ilkeleri uğruna yanlış tarafta durabilir; aldanabilir. Bu bir kullanışlı aptal olma durumudur. Bunu, gerçeği fark edince düzeltebilirsiniz. Ama sürekli temiz köşe aradığınız için hep tarafsız kalıyor, aynı sloganı atıyor, bunu da ilke sanıyorsanız; temiz filan değil sonsuza kadar kullanışlı aptal kalırsınız. Çünkü şer, ehven-i şeri ezmektedir; ideal bir aktör bulunmamaktadır ve siz buna seyirci kalmaktasınızdır. Buna “temiz olmak” diyemeyeceğimiz gibi, zekâ da diyemeyiz.

Dünya tek kutuplu mu?

Bu çevrelerin üzerimize yağdırdığı sözler analiz değil, açık propaganda. Dünyadaki değişimi anlamak ve anlatmak niyeti taşımıyor. Tek kutuplu, ABD patronajında bir dünya tasavvuruna yaslanmaya çalışıyor. Soğuk savaş sonrası Irak işgaline ve NATO’nun siciline takılı kalmış; içinden baktığı ideolojinin işine geldiği yerde tarihi dondurmuş bir bakış bu.

Oysa ne ABD’nin fiyaskoya dönmüş emperyal hamleleri ne de NATO’nun işlevi, Putin’in tezlerini ve onun Türkiye’deki izdüşümlerini haklı çıkartıyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Batı dünyası blok olma özelliğini kaybetti. Farklı yönelimler Irak işgaliyle iyice su üstüne çıktı. AB içindeki uyum bozulurken (Brexit), ABD patronajı da gücünü yitirdi. Batı bir bakıma merkezsizleşti. Bu durum bölgesel dengelere yansırken, Rusya-Batı ilişkilerinde de etkisini gösterdi. AB’nin merkez ülkelerinde Avrupa güvenliğini ABD’den bağımsızlaştırma tartışmaları başladı. ABD için Irak işgali hüsran oldu. Afganistan’da rezalet yaşandı. Rusya’nın Suriye krizine aktif askeri müdahalesi ve Akdeniz’e yerleşmesi engellenemedi. Gürcistan’da ve Kırım’da toprak ilhakları karşısında etkili olunamadı. Bu arada Çin’in olağanüstü yükselişi ABD’nin gündeminde belirgin kayma yarattı ve bildiğimiz ticaret savaşlarına dönüştü. Bütün bu süreçlerin ABD içi dinamikleri nasıl etkilediğine; Trump felaketine, seçim sonuçlarını tanımamalara, Kongre baskını skandallarına tanık olduk. Kendi iç düzenini kurmakta zorlanan bir ABD gerçeği çıktı. (Bu konuda Yunus Emre Erdölen’in Serbestiyet’te yayınlanan “Batı’ya Rağmen Batı” makalesini okumak aydınlatıcı olacaktır).

Ukrayna savaşı başlayana kadar AB içinde de Rusya’ya ilişkin farklı politik eğilimler vardı. AB’nin devleri Almanya ve Fransa, Rusya’yı hasım olarak kodlamak yerine partner görme tutumu izliyorlardı. Sovyetler’in dağılmasından sonra Birliğe katılan Orta Avrupa ve Baltık ülkeleri, bu işbirliği politikalarından duydukları rahatsızlığı gizlemediler.

Ukrayna’nın NATO üyeliği isteği de yeni bir durum değil. Bu ülke, Rusya ile ilişkilerin bozulmasını istemeyen Fransa ve Almanya’nın ısrarı nedeniyle NATO’ya alınmadı. 2008 Bükreş zirvesinde ABD başkanı Bush’un ısrarları da sonucu değiştirmedi. O yıldan beri kapıda bekletiliyor ve hiçbir adım atma işareti verilmedi. Üstelik bu tutum Avrupa açısından “egemen ülkelerin kendi güvenlik politikalarını özgürce saptama” hakkından bir sapma oluşturuyor. Bu hak, Helsinki senedinde, Paris Şartında ve AGİT İstanbul şartında güvence altına alınmış, Rusya da bu belgeleri imzalayan ülkelerden birisi olmuştu. İlişkilerin bozulmaması için Ukrayna’nın egemen iradesi göz ardı edildi. Gürcistan da aynı kaderi paylaştı. Eğer süper güç olma peşinde bir Rus despotuysanız, bütün bu gelişmelere baktığınızda kuşatılma endişesi değil, yayılma ve saldırı iştahı taşırsınız.

Sonuçta yeni dünya dinamiklerine baktığımızda, farklı yönelimlere açılan, çok merkezli bir evreye girildiğini görüyoruz. ABD patronajında tek kutuplu dünya “analizinin” bir karşılığı olmadığı gibi, Avrupa’da da çok parçalı bir yapı söz konusu. Kuşkusuz ABD büyük bir dünya gücü ama tek taraflı çıkarlarını realize edebilecek; tüm dünya siyasetini domine edebilecek kudreti yok. Bu bir uzmanlık bilgisi de değil. Siyasete ilgi duyan, gelişmeleri merak eden, ortalama her okur yazar insanın ulaşabileceği bilgilerden; gözleyebileceği süreçlerden söz ediyoruz.

Rusya beka endişesinde mi?

Buraya kadar söylenenler Batı dünyasındaki dağılma, farklılaşmaya ilişkin. Rusya’ya dönüp bakıldığında ise gördüğümüz gerçek 1989 travmasının sonuçlarıdır. Tarih boyunca, Batı modernleşmesiyle etkileşim ve rekabet içinde olmuş bir imparatorluğun yaşadığı kimlik ve statü kriziyle ilgilidir. Putin’in ağzından dökülen ve artık hepimizin bildiği “20. Yüzyılın en büyük felaketi Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır” cümlesi, süper güç olmanın “tadına varan”, Batı-Doğu ikilemi üzerine inşa edilmiş bu kimliğin, hangi iştah ve hınçlarla kuşatılmış olduğunu anlatıyor. Bu tarihin kışkırttığı Rus milliyetçiliğinin despotik bir rejimin elinde tüm dünya için nasıl kural tanımaz bir güvenlik tehdidine dönüşebildiğini izliyoruz.

Rusya sıkıştığı ve beka krizine girdiği için değil, tam tersine Batı’nın zayıflığı karşısında, kaybettiği Slav dünyasına el koyarak eski süper güç konumuna yükselebileceğine inandığı için tüm uluslararası normları barbarca çiğnemiştir.

Sonuç  

Konuya ideolojik yaklaşmayanlar arasında da bu eşiğe gelmeden önce Batı’nın, Rusya’nın tarihsel travmasını tedavi edebilecek yolları bulabilmesinin; onu ehlileştirecek, yatıştıracak, küresel düzene entegre edebilecek iç dinamiklerini teşvik edip, süreci değiştirebilmesinin mümkün olabileceğini düşünenler olabilir. Ben, Putin rejiminin Rusya’nın demografik, ekonomik cüssesine uygun bir statüye rıza göstermediğini düşünenlerdenim. Kaybettiği küresel role, uluslararası hukuka saygı göstererek, ülkelerin egemenliğini tanıyarak; barışçı siyasetlerle, ekonomik performansla yeniden ulaşamayacağı için silaha başvurduğunu değerlendiriyorum. İki insan arasında da, aile içinde de, mahallede de, ülkede de, dünyada da bu yolun adı zorbalıktır; barbarlıktır. 

Engellenemeyen bir barbarlıktan, onun asli failleri yerine mağdurları sorumlu tutulamaz.

Sonuç olarak insanlık çok zorlu bir eşikte.

Umalım ki zorbalık kaybetsin.  

- Advertisment -