“Ekonomi/hayat pahalılığı” nicedir gündemin, anketlerin ilk sırasında. O şablon muhabbetin bile öznesini değiştiriyor: “Ne olacak bu ekonominin hâli!” Ortada “ekonomi” terimiyle izah edilecek bir sistem filan olmasa da adını öyle koyuyorsun mecburen. Lakabı öyle.
Şahsım için de öyle görünüyor ama anketlerin en önemli sorunlar sıralamasındaki şıklara bakınca, birini seçsem diğerinin hatırı kalıyor. Öyle ki bazı güncel anketlerin (mesela ASAL Araştırma) şıkları arasında “Her şey sorun” seçeneği de gözde. Neleri kapsadığı sıralanamış ama “her şey”in içeriğinde de öyle bir gruplamayla, “vesaire”yle geçiştirilemeyecek hayati meseleler var.
Üstelik “ekonomi”nin açık ara ipimizi göğüslemesinin, koparmasının ardından ikinci sıradaki “İşsizlik” sorununun altında burun (burnumdan geldi) farkıyla üçüncülüğe yerleşmiş: “Her şey sorun.” Bana da göz kırpıyor. Deveye bile sorsan o iki mahut kelimesiyle durumu özetleyecek yine.
Ekonomi ve hissiyat meselesi
Böyle bir düzende örtülen, gürültüye getirilen gerçeklerden öte hissiyat da önemli. Bunun Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen ay kabine toplantısındaki teşhisiyle, “Sorun ekonomik değil psikolojik”le alakası yok şüphesiz. Yine de niyet toplumun psikolojisini bozmaksa, etkili bir aforizma olduğunu söyleyebilirim.
Verileri Ayarlama Enstitü TÜİK’in enflasyon rakamlarına karşı gündelik bir hissiyat meselesinden söz ediyorum. Meramım o… Ekonomi bilimiyle naçizane ilgimi de hissiyat üzerinden tanımlarsam, bu yazıma da, vereceğim ana örneğe de çok uyacak sanıyorum.
Elmada yüzde 450 rekoru
Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) verilerine göre ağustos ayında “üreticiyle market arasındaki en fazla fiyat farkı yüzde 450 ile elmada yaşanmış. Eylül ayının başında açıklanan rakamlarıyla üreticide kilosu 5 TL olan elma markette 27.5 TL… Mayıs, Haziran, Temmuz’da da rekor elmada.
Elma… Ekonomik verileriyle değil yine hissiyatımla yahut daha ağırbaşlı bir terimle, “hissedilen enflasyon”la ifade edeyim: “Elma yahu!..” Zira “Ben elmayı ağacından, dalından, yaprağından tanırım” diyemem ama çocukluğumdan, bolluğundan, her bahçedeki ağaçlarından bilirim.
Ankara Bahçelievler-Emek’teki bahçelere daldığımızda itibar da etmezdik, kirazın, çağlanın, eriğin, kayısının, parmak kadar dutun yanında. Her yer elma… Misafirlikte, misafir odasındaki masaya konan Paşabahçe meyvelikte de en sona kalırdı. Muzun kabuğunun altında… Hüsnükabulümüzün çiçek gibi olduğu meyhanede bile masaya ilişmesi için üzerine limon sıkılıp tarçın filan boca edilirdi. Hem de bedava, “müessesenin ikramı”.
Hissiyat terimle değil deyimle anlatılır
Bugün de hâlâ, her şeye rağmen bolmuş. Hayret! İnanmazdım da kolay kolay, epey baktım kaynaklara. Lâkin elde-evde öyle bol durmuyor artık. Elma fiyatlarını görünce halkın yüzü Çarşamba Pazarı. Ve perşembenin gelişi çarşambadan belli…
Meselenin izahında da terimlerden değil deyimlerden, atasözlerinden gidiyorum elbette; hissiyat öyle bir şey çünkü. Derdimi, hislerimi anlatmak için “veri”ler de, terimler de kifayetsiz kalıyor. Güven de vermiyor resmi pazarcı önlüğüyle. Öndeki meyveleri değil arkadakileri dolduruyor elindeki enflasyon poşetine.
Ki onlar da “Nerede o eski elmalar!” dedirtiyor bir yandan. Elmada da “her şey sorun” yani. Biri dikmiş, sulamış, biri toplamış, biri taşımış, biri vergilerini koymuş, birileri de raflara sıralamış, satarken “Al sana! Sıkıysa alsana..” demiş masalı.
Verileri de bir haftada çürüyor
Üreticiden kilosu 5 TL’ye yola çıkan elmanın markette tanesi en az o kadar diyeceğim ama… TZOB’un o rakamları da hemen eskidi. Ünlü marketlerden ikisinin online sitesine göz attım; birinde kilosu 33.90’dan başlayıp 40-50’ye gitmiş.
Diğerinde üç çeşidinin de fiyatı sabit: 39.95. Tanesi 7-8-9 lirayla pompa sayacına bağlanmış. Hani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Üç değil beş çocuk yapın” tavsiyesine uysan, günde bir elma çarpı 5 çocuk, 30 gün… Gitti istatistiklerdeki -en az- mutfak bütçesinin yarısı Golden Elma’ya. “Yarım elma gönül alma” bile zor.
Elma sirkesi dersen küçük şişeleri 46.50’den başlayıp 60 liraya ulaşıyor. Organiği 110 TL. Elma kurusunun kilosu da 235 lira. Hepsinin faydaları arasında “serbest radikallere karşı” koruyucu olma özelliği de varmış. Bu devirde bilhassa gerekli yani.
Elma sanatta bir klasiktir
Elma yahu… Ne zaman “yoksul”larla, “sokak çocukları”yla ilgili klasikleri okusak, öyle filmleri seyretsek… Hepsinin elinde bir elma. Başrolde… Pırtık, yamalı giysileriyle yalınayak koşturan sokak çocukları elma dişler, ahali birine kızdı mı çürük elma (bolluktan çürümüş) fırlatır, pazarcı kadın cazibe kazandırmak için önlüğüyle durmadan tezgâhındaki elmaları parlatır.
“Giyom Tell”inden kovboylara herkesin eğlencesi elmayı vurup, parçalamak… Masallarda, efsanelerde, destanlarda da ibadullah. Her masal kahramanının sepetinde elma; akarsu gerdanlıklı ama pinti cadı kraliçe bile Pamuk Prenses’e elma veriyor.
“Elma ağacının altında oynamıyor”
Elma bizde de önemli, bereket sembolü. Çocuğu olmayan kadınlar elma yerse tamam. Manas Destanı’nda Manas’ın babası Yakup Han karısından şikâyet ediyor mesela: “Elma ağacının altında oynamıyor.” (¹) Kalkıp “Demek ki -o da- kızcağızla oyun çağında evlenmiş” diyeceğim ama destan şey olacak.
Çığrıcı Hatun büyüyene, çocuğu oluncaya kadar 14 yıl geçiyor. Sonra Manas doğuyor ki tam bir efsane. Elma etkisi… Belki sonradan “Kızıl Elma”nın doğuşunda da devamı var. Bilemiyorum. Efsaneleri, destanları okuyamıyorum epeydir, her gün televizyondan seyretmek kolayıma geliyor. Anlaması da kolay; birinden mevzuu kaptın mı gerisi aynen devam.
En fiyakalı hikâyesi mitolojide
“Kerem ile Aslı”da iki kahramanın doğuşu da “annelerinin bölüşerek yediği elmalardan”… (¹) “Altın Elma” bile var dünyanın efsanesinde. Yunan’da, Roma’da, Hıristiyanlıkta… Her yerde. Havva da Âdem’e ısırdığı elmayı yediriyor malum. Her yer elma…
Elmanın en fiyakalı, eğlenceli hikâyesi ise bence yine Yunan Mitolojisi’nde. Yapmış adamlar. Kısaca, aslını bozmadan ama “senli benli” anlatayım: Efendim, Zeus bir evliliğin kutlanması için ziyafet düzenliyor. Herkes davetli ama Fitne-Fesat Tanrıçası Eris hariç.
Davetsiz de olsa -huyu kurusun- duramaz tabii; törene geliyor ve “En güzel için” diye bağırarak ortaya bir elma fırlatıyor. Ama Altın Elma… Tanrısal görevi tamam, ortalık karışıyor: Hera, Athena, Afrodit “En güzel benim, elma da benim” kavgasında…
Altın Elma Güzellik Yarışması
Sonunda “Zeus seçsin” diyorlar ama o şarabını içmiş, Hermes’in liriyle, Pan’ın kavalıyla icra edilen “Dört yanım almış güzeller /bir bir yandan, bir bir yandan /eğildim bir buse aldım /bir bir yandan, bir bir yandan” âleminde. Başından savıyor, atadığı hakemine yolluyor tanrıçaları: “Paris’e gidin, o seçsin.”
Üç tanrıça da Paris’in önüne sıralanıyor. Hepsi giysilerini çıkarmış, çırılçıplak… Tarihteki ilk güzellik yarışması. Altın Elma Güzellik Yarışması da diyebilirim, ödülü, kupası o çünkü. Sıra rüşvete geliyor elbet. Tarihteki ilk güzellik yarışmasındaki ilk rüşvetler…
Asıl “Truva Atı” elma
Hera “Seni Avrupa ve Küçük Asya’nın kralı yapacağım” diye fısıldıyor Paris’in kulağına. Athena ise “bilgelik ve savaşta beceri” teklif ediyor. Afrodit şeytan; karşısındaki üç güzel kadınla kendinden geçen Paris’in o andaki “duygu durum”una, ayaklanan arzularına hitap ediyor: “Kral Menelaus’un dünya güzeli karısı Spartalı Helen’i sana âşık edeceğim…”
Elmayı Afrodit alıyor tabii. Sonra da bildik kıyamet. Truvalı Paris Helen’i kaçırıyor ama çıkan Truva Savaşı’nda hem kendi, hem de şehri yerle bir. Asıl “Truva Atı” bence elma… Ekonomimizde de öyle diyeceğim ama biraz araştırmam, çalışmam lazım.
“Üç elmalı film”in hikâyesi
Yazımın başındaki elma fiyatları, elmanın elden ele geldiği ama sonunda ele-eve gelemediği durum bana seyrettiğim, sevdiğim bir filmi de hatırlattı. Ana-baba-oğul küçücük “nohut oda-bakla sofa” bir köy evinin bahçesindeki derme çatma banka sıkışarak oturmuş.
Baba keyifli, ilk gençliğini süren oğluna dönüp gururla karşılarındaki ağacı gösteriyor: “Sana ne demiştim, bu yıl çok elma verecek…”Ağaçta üç tane elma, evinin önündeki direkte kocaman bir Danimarka bayrağı asılı.
Hayatındaki tek dikili şeyler onlar. Oğluna dönüyor, tekrar gösteriyor üç elmayı: “Şimdi bu evi neden aldığımızı anlamışsındır…” İlk gençliğini süren oğlu mutsuz; “Sadece üç tane var” diye mırıldanıyor. “Ne olmuş… Bazıları çok verir, bazıları az” diye üste çıkıyor babası.
Benim ağacım, elmalarım!
Vurgularında hayatta tutunabildiği tek dalda üç elmayla sallanan “başarmışlık” yanılsamasının sarhoşluğu, abartılı bir “ağa” havası… Oğlu vazgeçmiyor; “Bizimkinde üç tane var…” Baba dönüp, çok sert bir bakış fırlatıyor: “Benimkinde… O benim elma ağacım, benim elmalarım!”
Oğlu “Daha büyük bir yere taşınsak…” diyor. O küçücük evden yıllardır şikâyetçi. Ama baba elma ağacının hayaliyle meseleyi hep kapatmış. “Delirdin mi sen… Zaten niye taşınalım ki” yanıtını alıyor babasından. Diretiyor delikanlı: “Kendi odamı istiyorum”… Annesi giriyor araya, bağırıyor oğluna: “Kes şunu Torkild!”
“Kendime ait bir oda istiyorum”
Filmin gece sahnesinde çoktan boy atmış Torkild’in ana-babasının karyolasının ayakucuna dayalı küçük yatağına kıvrıldığını görüyoruz. Uyuyamıyor, kalkıp pencereden ağaçtaki üç elmaya bakıyor uzun uzun… Sonra yanına gidip koparıyor birini.
Sabah annesi öfkeyle yanına geliyor. Elinde bir elma koçanı: “Babanın elmalarından birini mi yedin? Baban o elmaları tam 18 yıldır bekliyor.” “Kendime ait bir oda istiyorum” karşılığını veriyor Torkild.
Israrının inada dönüşen kıvılcımları arasında diğer elmaların âkıbetine dair karanlık bakışlar da gizli. Annesi bir daha ağaçtan elma koparmayacağına dair söz verdiriyor oğluna. Sözünü tutuyor Torkild.
Mavi elmanın yanına asılmak
İkinci gece, ikinci elmayı dalında asılı ama koparılmadan yenmiş bir koçan olarak görüyoruz. Annesi bu kez nasihat yolunu seçiyor; “Herkesin kendisine ait, kendisinin sahip olduğu bazı şeylere ihtiyacı vardır…” Ama bu öğretisi, oğlunun “kendine ait bir oda” arzusunu kapsamıyor tabii. Bir söz daha verdiriyor: “Asla dokunmayacaksın kalan elmaya…”
Üçüncü gece… Torkild daldaki üçüncü, son elmayı dikkatle, hiç dokunmadan mavi boyayla dolu kovaya batırıyor. Sabah onu azarlayarak ağaca doğru götürüyor annesi. O koca oğlunu kulağından sürükleyerek… Bir bakıyorlar, baba elma ağacına asılı. İntihar etmiş, ağaçtaki mavi elmayla birlikte sallanıyor. Torkild ceketini alıyor, gidiş o gidiş.
“Çocukluktan konuşulmaz” kuralı
Yıllar sonra üç çocukluk arkadaşıyla kurduğu sakar, gariban bir çetenin başında Torkild. Kara mizahın hınzırlığında hırsızlıklar, silahlar, zoraki yahut keyfi çatışmalar, şiddet… “Loser” bir hayat. Gerisi, “Çetenin düşkünü, mafyaya çarpar kış günü” diye özetlenebilir.
Dördünün de çocukluğu travmalarla, aile içi şiddetle, katı baskılar, yoksunluklarla, yasaklarla geçmiş. Sıkı arkadaşlar; her şeyden konuşuyorlar ama çocukluklarından, ailelerinden asla… Bu kuralı seslendirmeseler de kuvvetle farkındayız film boyunca.
Yumurta üfleyememe travması
Hep birlikte, arkadaşları Stefan’ın hanım hanımcık sevgilisi Hanne’yle birlikte bahçede oturuyorlar bir gün. Torkild dışında herkes Hanne’nin arzusuna -Stefan’ın hatırıyla- uyarak paskalya yumurtası hazırlıyor. Tabii önce delinen yumurtaları üfleyerek içini boşaltıyorlar. Asıl eğlenceli kısmı o…
Hanne ısrarla Torkild’in de üflemesini istiyor. Üstüne “Çocukken çok eğlenirdik. Siz ailecek paskalya yumurtası hazırlamadınız mı yoksa?” deyince… Masada esen buz gibi rüzgârı hisseden Stefan, “Yumurtalara odaklanalım” diyor sevgilisine: “Sadece yumurtalara…”
Hanne’nin bitmeyen ısrarıyla Torkild de alıyor uzatılan yumurtayı… Üflüyor, üflüyor, üflüyor… Olmuyor… Masada bir tek o beceremiyor. Kahkahayla, “Torkild tamamen yanlış yapıyorsun” diyor genç kadın.
Erkek çetesini ne kadim yapar?
Torkild ısrarla üflüyor, defalarca, inatla… Nafile. Geriliyor iyice. Kadın “Yapamıyorsun işte, ver göstereyim” diye ısrar ediyor, yumurtayı almak istiyor elinden. O çekişmede kırılan yumurtayla birlikte Torkild’in kadına tepkisi beklenmedik; seyirciyi de irkilten şiddette bir yumruk!
Kadim arkadaşları burnu kanayan, şoku atlatamayan Hanne’yi değil Torkild’i teselli ediyor. Çoğu kez öyle yapar erkek çetesi. “Kadim”in alanı onu da kapsıyor zira: “Kabukta bir sorun var. Seninle alakası yok Torkild…” Diğeri, “Evet. Hasta bir tavuktan çıktı herhalde” diye katılıyor teskin-teselli korosuna. Torkild de “Evet, evet, kabuğu tuhaf” diye onaylıyor.
Anders Thomas Jensen’in yönettiği 2000 yapımı “Blinkende Lyger (Titrek Işıklar)” filmi hiç eskimedi hafızamda. (Titrek ışığın anlamı, ani voltaj değişimlerinden etkilenen, göz kırpan ışıkları da kapsıyor.) Hoşluğunu hüznünden de alan bir kara mizahın sarmaladığı film, Danimarka’nın ünlü yıldızları Mads Mikkelsen, Soren Pilmark, Ulrich Thomsen, Nikolaj Lie Kaas, Sofie Grabol’le de pırıl pırıl. Gencecik hepsi.
“Beşer” farkları flulaştırıyor
Filmi izlerken, dünyada sosyal refah, yolsuzlukla mücadele algısı, mutluluk endeksi gibi birçok sıralamada önde gelen, Küresel Barış Endeksi, “Dünyanın en huzurlu ülkesi” sıralamalarında kürsüden inmeyen Danimarka’nın başka bir gezegen olmadığını hissettim. Başta da değindiğim gibi hissiyat böyle bir şey.
Filmdeki karakterlere baktığımda, Danimarka’nın bu seviyeye ulaşırken kimbilir nelerle uğraştığını, boğuştuğunu, hangi zorlu evrelerden geçtiğini düşündüm. Zordu belli ki işleri, onların da ana malzemesi insan. Elmayı yemiş bir kere, ayva da sırada. İnsanlar arasındaki farklar, onları “beşer” başlığında toparlarsan flulaşıyor biraz.
Elmaya ayarlı mutluluklar
Masallarımızı, hayallerimizi de hatırladım. Film baştan sona bu zalim dünyada “kendine ait bir şey”ler arayan, isteyen Torkild’in başrolünde, nezdinde, arkadaşlarının da hikâyesi. “Kendine Ait Bir Oda”ya da kuvvetli bir gönderme… Finalde, “mutlu son”da da bunu Torkild’in zoruyla açtıkları restoranda -onun ağzından- duyuyoruz: “Kendime ait bir şey istedim…”
Film bana ömrü boyunca hiç “kendi elması”, “kendine ait odası”, hayatı olmayan gönlübol babaları da hatırlattı. Kalan tek elmayı soyup, dilimleyip, çekirdeğini ayırıp evladının önüne koyan, mutfakta -ziyan olmasın diye- koçanı kemiren anneleri de… Yakından tanıdığım ana-babaları.
Sonra mutsuz çocuk(luk)ları, onların belki tüm hayatlarına yansıyan, soluğunu hep enselerinde hissettikleri bilmediğimiz hikâyelerini düşündüm. Bugün bir kilo elma için cebindeki parayı ölçüp-biçen aileleri, mutluluğu elmaya ayarlı çocukları da…
Hıncını elmadan alanlar
Film 2000,tahayyülüm 2023 yapımı. Yerli yapım. Lâkin elmalı filmini çevirsek festivallerimizde Altın Portakal filan alması hayal… Kopan kıyameti yeni yaşadık. “Bir Zamanlar Anadolu” filminde elma çok, uzun süre yuvarlandığı için Nuri Bilge Ceylan’a hıncını elmadan alan, yazısında 12 kez “elma”ya yer veren yazarlar da aklımda. Ve Stefan’ın filmde ağlayarak okuduğu Emily Dickinson’ın dizeleri de:
“Hafızalardan kazınmayan o uzun gecede titrek ışıkların altında /Çocukluk günlerimizden işaretler gelir, kaçarken ürkek kalbimizden /Gecelerini paylaşmak isteyen biri var ama günler asla uzamayacak /Hayatın titrek ışıklar altında uzanıyor ve kimse kim olduğunu bilmeyecek”.
Bütün bu masalların sonunda ne diyeyim… Gökten üç elma düşmüş, birileri gitmiş toplamış hepsini, birileri yemiş, Keloğlan da gelmiş “Hani bana, hani bana…” demiş. Elinde bir koçan, türküsünü söyleyip uzaklaşmış sonra: “Ben bir garip Keloğlanım…”
(¹) “Söylencelerde ve Masallarda Elma Sembolü”, Prof. Dr. Cemile Akyıldız Ercan, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Eylül 2017.
YAZI RESMİ: Peter Paul Rubens, “Paris’in Kararı”, 1638-1639. Rubens’in tarihteki ilk güzellik yarışmasını resmeden eseri, o yıllarda İspanyol Kraliyet Koleksiyonu’na alınıyor. Ancak 1788’de İspanya Kralı III. Charles tabloyu “utanmazca” bularak yakılmasını emrediyor. Ama talimatı yerine getirilemeden ölüyor. Arkasından konuşulmaz ama bence iyi, yerinde olmuş.