Gorbaçov’un ardından yazılıp çizilenlerin, söylenenlerin arasında dolaşırken, tevafuk oldu, Vahap Coşkun’un Yahya Kemal’in hatıraları üzerine yazdığı ikinci yazıya denk geldim. Bu vesileyle Talat’ın savaştan sonra kaçtığı Berlin’de söylediklerini hatırlıyoruz, “Ne yapalım, kader böyle imiş. Biz iyi yapmak istedik, fena oldu. Tâliimiz bu imiş. Harbi kazansaydık İstanbul’da heykellerimizi dikerlerdi, lakin kaybettik diye sövüyorlar. Biz hüsn-i niyetle hareket etmiştik.”
Coşkun yazıyı bitirirken, mevzuun bugünün anlaşılmasına da yardımcı olabileceğine işaret ediyor. Yani meselemiz sadece Talat değil, sadece Gorbaçov değil, sadece Erdoğan değil. Hepsi ve daha fazlası.
O günleri yetişkin ve dünyada neler olup bittiğini merak eden insanlar olarak idrak etmiş olan herkes herhalde hemfikirdir ki, Gorbaçov’un yapıp ettikleri, “beklenmedik” şeylerdi. Kısa aralıklarla ölen üç yaşlı Sovyet liderinin ardından, “kendi ayaklarıyla yürüyebilen” genç birinin gelmesi zaten şaşırtıcıydı. O genç adamın ettiği laflar, duvarın karşı tarafından işitmeye hiç alışık olmadığımız laflardı. Yine de laf idiler nihayetinde. Ama arkadan tuhaf adımlar da geldi.
Ve…
Bir dönem kapandı.
Gorbaçov acaba neler hayal etmişti, bilemeyiz. Kendisi bile efradını cami ağyarını mani bir biçimde dile getirememiş olabilir hayalini. Lakin hayal ettiği şeyin, Yirminci Yüzyılın son, Yirmi Birinci Yüzyılın ilk on yıllarında yaşananlar olmadığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Talat da Berlin’de, gurbet ellerde bir Ermeni gencinin kurşunuyla ölmeyi hayal etmiş olamaz. Erdoğan’ın “verin kardeşinize yetkiyi” derken hayal ettikleri de, herhalde, şu içinde yaşadığımız ülke değildi. Esasen daha geriye gidersek, Lenin’in Alman yetkililerin kontrolünde trenle Baltık’a geçerken hayal ettikleri de herhalde Gorbaçov’un tasfiye etmek zorunda kaldığı şey değildi. Sovyetleri köşeye sıkıştıran vitesleri artıran Reagan da herhalde şu içinde yaşadığımız gibi bir dünya hayal etmiyordu.
Yani ortaya çıkan aşın bilmem ne kadar süreyle bekledikten sonra küflenmiş haline bakıp da aşçı hakkında hüküm vermenin manası yok. Öte yandan, bazı aşlar daha servis edildiklerinde pek fena kokuyorlar. Talat’ınki öyle bir şeydi ve Erdoğan’ınki de tastamam öyle. Gittiğiniz esnaf lokantasında önünüze konan yemek berbat ise, “yeni bir aşçımız var, çok iyi niyetli emin olun, yaptığı her şey en iyisi olsun istiyor” denmesi bir mana taşımaz.
Gorbaçov’un kotardığı bir aştan söz edebilir miyiz, emin değilim. Öyle mutfağa girecek, malzemeyi yıkayacak vakti olmadı. Esasen bir taşı “galiba önümüzü bu tıkıyor” diyerek kaldırdı ve sonra da sebep olduğu selle birlikte sürüklendi gibi görünüyor. 1985-91 arasındaki kısacık bir dönemden söz ediyoruz. Çernobil’in, Afganistan’da savaşın bitirilmesinin ve daha sayısız ciddi hadisenin tıka basa doldurduğu altı kısacık yıl. Böyle bakınca, kaldırdığı taşın ne ölçekte bir selin önünü tıkıyordu olduğunu idrak edemediğine bahse girebiliriz. Ve aynı emniyetle, o dönemde yaşayan hiç kimsenin o taşın kaldırılmasının ardından gelebilecek olanları tahmin edemediğini ide iddia edebiliriz.
Talat’ınki de benzer, beş buçuk yılı bile bulmayan bir hikâye. Savaşlarla tıka basa dolu kısacık bir dönem. Anlaşılan o ki, sadece savaşla değil, iyi niyetle, heykellerin dikilmesi hayalleriyle filan da doldurulmuş o küçücük zihinler. Ve beyefendi, söylediklerinden anlaşılıyor ki, kendisine sövülmesine de içerlemiş. Kazanırsa heykelleri dikilecek ama kaybederse hiçbir yaptırımı olmayacak. Sövemeyeceksin bile. Neden? Çünkü iyi niyetle hareket etmiş. Milyonlarca can telef olmuş, koskoca bir coğrafya yüz yıl sonra hâlâ istikrara kavuşamayacak kadar tarumar olmuş, beyefendinin “tâlii bu imiş”.
Talat ve avanesini, kaldırdıkları taşın nasıl bir sele sebep olacağını bilmedikleri için suçlamak pek de mantıklı değil. Öyle devasa bir baraj gölü birikmişse, eninde sonunda, o gölün boşalmasına sebep olacak bir meczup çıkar, bir taşı yerinden oynatır ve dünyayı sel basar. Kendi hesabıma tarihi, Osmanlının, Sovyetlerin çürümüşlükleriyle okumayı tercih ederim, Talatlarla, Gorbaçovlarla okumaktansa. Öte yandan, her sistem çürür. Mesele, Osmanlının ve Sovyetlerin kabuklarının, içindeki çoktan çürümüşlüğü bir biçimde gizleyen kabuklarının hayatta kalmasıyla alakalı. Sel, o çürümüşlüğün açığa çıkmasının ertelenebildiği süre içinde birikiyor. Sonra meczubun biri, heykellerinin dikilmesi hayaliyle…
Neyse…
Erdoğan’ın hikâyesi başka. Daha doğrusu Erdoğan’da iki hikâye var. Önce şöyle bir mutfağa giriş, herkese parmak ısırtacak bir ziyafet iddiası… Yemekler servis edilirken her taraftan hayranlık nidaları işitmeyi beklediğini biliyoruz. Ama öyle olmadı. Gezi’yle başlayan süreç 2015 Haziran’ında Erdoğan’a bile gizlenemez bir biçimde gösterdi ki, Erdoğan iyi bir aşçı değil. Oradan itibaren sel birikmeye başladı. Suyun akmasına mani olabilmek için her geçen gün daha büyük ölçekte zor kullanmak gerekti.
Şimdi ikinci Erdoğan, taşı çekmeye hazırlanıyor. Talat ve Gorbaçov, birikmesine kendilerinin sebep olmadığı selleri serbest bırakmışlar, selle birlikte sürüklenmişlerdi. Erdoğan birikiminden kendi mesul olduğu seli serbest bırakmaya hazırlanıyor. O sürüklenecek, şüphe yok. Ancak kendisiyle birlikte hepimizi sürüklemekten de çekinmeyecek. Son dönemde giderek yoğunlaşan politik argümanlar işaret ediyor ki, Erdoğan önümüzdeki seçimi, doğrudan Kadir Mısıroğlu’ndan mülhem bir rövanş mesaisine dönüştürmeye hazırlanıyor. Uygun taşı buldu yani, oynatacak ve… Kıyamet.
Muhalefetin —ve dolayısıyla muhalif kamuoyunun— ne selin mahiyetini, ne büyüklüğünü ve ne de Erdoğan’ın niyetini idrak edemediğini zannediyorum.