Sivil toplum, demokrasi ve devlet üzerine çalışmalarıyla tanınan, Türkiye’de de oldukça ilgi gören John Keane’nin yeni bir kitabı daha gün yüzüne çıktı: Kısa Demokrasi Tarihi (Say yayınları). Bu da diğerleri gibi, uzun ve derinlemesine düşünülmüş fikirlerle dolu. Sadece fikir olsun diye yazmadığı da hissediliyor. Yazdıklarını yaşıyor adeta ve bu sayede söylediklerinin ötesinde bir duyguyu okuyana geçirmeyi başarıyor. Sevilmesinin sırrı da burada yatıyor galiba, yaşadığını yazıyor ve yazdıkça yeniden yaşıyor.
Demokrasi gibi, herkesin bildiğini zannettiği bir alanda kalem oynatmak ve onun bütün tarihini kısaca anlatmak hiç de kolay bir iş değil elbette. Bunun için, konuyu en derin yerinden tutup çıkarmanız gerekli ki kısa süreliğine bulup elinize aldığınızda bir anda kaybolup gitmesin. O da bunu yapıyor, uzun uzun anlatmıyor ama tam kalbinden ve en acıtıcı yerlerinden yakaladığı için sarsıcı ve üzerinde derinlemesine düşünme ihtiyacı duymamızı sağlıyor.
Demokrasi tarihini eski Yunan’la başlatmıyor her şeyden önce. Daha geriden, Mezopotamya’dan alıyor. İyi bildiğimizi sandığımız pek çok şeyin aslında birer mit olduğunu anlıyoruz kitaptan. Örneğin, demokrasi için orta sınıfın ve ekonomik gelişmenin şart olduğu düşüncesinin neredeyse bir safsata olduğunu anlıyoruz. Demokrasinin sanılanın aksine kapitalizmle tam bir uyuşmazlık gösterdiğini anlıyoruz ve de. Hindistan demokrasisinin aslında ne denli demokrasi olmadığını anlıyor bir de. İlk iki devrede bunlar epeyce konuşulduğu ve tartışıldığı için burayı geçip üçüncü devreyi ele almak istiyorum ben. Keane demokrasi tarihini üç büyük devreye ayırıyor: Meclis demokrasisi, seçim demokrasisi ve gözetim demokrasisi. İlk iki devreyi epeyce biliyoruz diyelim (ya da öyle zannediyoruz, biraz futbol gibi yani herkes bildiğini sanıyor ama oynamaya kalktığınızda bilen insan yok denecek kadar az oluyor!). Üçüncü devre henüz olgunlaşmış değil fakat çok belli ki geleceğe umutla bakmak için elimizdeki tek seçenek. Bu nedenle önemli. Ben de bunu ele almak istiyorum.
Keane’e göre demokrasi, yeni olasılıklar demek. Her çağa göre değişebilen akışkan bir yapıya sahip. Önemli olan kalıcı ve yerleşik olması değil, zamanın gereklerine göre yeniden şekil alabilmesi. Diğer bütün özellikleri, toplumun ve siyasal hayatın katılaşıp ideolojik kamplaşmalara ve buna bağlı totaliter ve baskıcı idarelere dönülmemesi için araç ya da yardımcı. Aslolan, güçler ayrılığı, demokratik kurumların yerleşikliği, insanın yüceliği ve hatta seçimler vb. değil, insanın her şeyi yeniden düşünüp değiştirebilme olasılığının hep etkin bir biçimde kullanılabilir olması. Bu belirsizlik demektir ama demokrasi aynı zamanda belirsizliklerden korkmamak da demektir. “Demokrasi, olasılıkların dostudur. Halkın toplanma özgürlüğü, yolsuzluk karşıtı örgütler ve düzenli seçimler gibi tedbirler yardımıyla belirsizliği teşvik eder. İnsanların işler bugün nasıl yürüyorsa, gelecekte de öyle kalmasının şart olmadığını fark etmelerini sağlar. Demokrasi, işlerin ‘esası’ hakkındaki söylentiler, esnek olmayan alışkanlıklar ve güya değişken olmayan düzenlemeler hakkında kuşku yayar. İnsanları dünyalarının değiştirilebileceğini görmeye cesaretlendirir. Bazen de devrimi ateşler.” (s.18)
Demokrasiler, her şeyin baştan belli olduğu değil, hiçbir şeyin baştan belli olmaması gerektiği politik alanlar oluşturur. Sonucu baştan belli seçimler, bir demokrasinin ne kadar kötü işlediğinin en çarpıcı kanıtıdır (anket şirketlerinin seçimler konusunda yanılması zannedildiğinin aksine başarıdır, ülke demokrasisinin başarısı!). Bu durum da biraz futbola benzer. Futbol oyununun güzelliği sonucun baştan belli olamayışı ve en umulmadık maçlarda bile kestirilemez -yani belirsiz!- bir yanın hep var olmasıdır. Sonucu baştan belli maçlar ne kadar ruhsuz ve keyifsizse sonucu belli seçimlerin yaşandığı demokrasiler de o denli keyifsiz, heyecansız ve asimetriktir: iki tarafın da durumu değiştirme olasılığı kalmamış, oyun -yani hayatın kendisi!- herkes için olmaktan çıkmış demektir.
Bu tür bir oyun yalnızca yenenler ve yenilenler arasında geçer. Kaybetmek ve kazanmak dışındaki her şey oyun dışıdır. Oysa biliyoruz ki bir futbol maçını güzel yapan bu ikisi dışında kalanlar toplamıdır. Kazanmak ya da kaybetmek, bu diğer her şeyin nihai bir zorunlu sonucudur, o kadar. Esas olan ya da asıl amaç hiçbir zaman bu değildir. Eduardo Galeano’nun harika kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol’da (Can Yay.) İtalyanların en çok beraberlikle biten maçları sevdiğini söylemesi boşuna ya da anlamsız değildir. Bilakis, en iyi maçlar berabere bitenler arasından çıkar. Yenmek de yenilmek kadar boşluk hissi bırakır bir yerde ve galibiyet ne kadar eziciyse içinizde bir şeylerin ezildiğini ve gerçekte çok da iyi hissetmediğinizi hissedersiniz. İyi demokrasilerde galibiyet ve mağlubiyet kaçınılmaz olarak olsa da skorlar hep birbirine yakındır bu yüzden. Kimse gerçek manasıyla kaybetmemektedir. Üstelik bir sonraki maçı kazanmaya da oldukça yakın olunduğu hissi hep hissedilmektedir. Ayrıca burada herkes mütevazıdır. “Demokrasi ideali, mütevazıların mütevazılar tarafından mütevazılar için yönetimdir. Bu halkın hakimiyeti demektir, halkın karar almaya yönelik egemen güçleri, hayali tanrılara, geleneğin gür seslerine, otokratlara veya uzmanlara devredilemez ya da kamuoyu için öneme sahip konularda başkalarının karar vermesine yol açacak şekilde düşüncesiz tembelliğe basitçe terk edilemez.” (s.19)
Bununla birlikte, biliyoruz ki demokrasi tarihi aynı zamanda halk iradesini despotça bir baskıya dönüştürmekten hiç çekinmeyen, halkı kamplara bölerek hem gücünü hem de kurnazlıklarını yönetim biçimine dönüştüren, hesap vermeyi hiç ama hiç sevmeyen sayısız acı iktidar tecrübesiyle doludur. Bu alanda ilerleme ve gerileme her zaman iç içe yaşanmış, insanlık tarihinin en acı sayfaları belki de demokratik ülkelerce yazılmıştır. Buna rağmen dönüp dolaşıp tek çarenin demokrasi oluşunun anlamı nedir sorusu son derece kritiktir ve Keane de gözetim demokrasisi ile tam olarak bunu anlatmaktadır.
İşler ne kadar kötü giderse gitsin, yönetimler ne kadar baskıcı yapılara dönüşürse dönüşsün, demokratik kurumlar ne kadar zayıflamış olursa olsun halk hemen her zaman yeniden demokrasiye dönüş için direnmiş ve elinden geleni yapmıştır. Başka bir ifadeyle, demokrasiden uzaklaşılmasında halkın düşüncesiz tembelliğinin ne kadar etkisi varsa her defasında ona geri dönülmesinde de onun imzası vardır. Peki ama neden? Bile isteye Hitler gibi bir diktatöre coşkuyla selam duran milyonlar sonra yeniden demokrasiye dönmek için neden yanıp tutuşurlar? Çünkü, hangi alanda ve hangi konuda olursa olsun gücün kötüye kullanımı insanları çıldırtan bir etki yapar. Eğer bir halk otoriter bir yöneticiyi desteklemeyi sürdürüyorsa bunun nedeni gücünü her şeye rağmen kötüye kullanmadığına olan inancının henüz yeterince kırılmamış olmasıdır.
Gözetim demokrasi anlayışında, demokratik düzen insanın yüceliğine ve akıl sahibi oluşundan hareketle kendi yolunu en iyi şekilde aydınlatacağı fikrine dayanmamalıdır. İnsana dair aşırı iyimser ve aşırı kötümser olmanın her ikisi de demokratik düzenler açısından sakıncalıdır. Keane’in İrlandalı düşünür C.S.Lewis’ün sözleriyle söylediği gibi, “İnsanoğlunun herkes hükümetten bir pay almayı hak edecek kadar bilge ve iyi olduğunu düşünen insanların fikirlerinden büyük bir coşku akıyor. Demokrasiyi bu zemin üzerinde savunmanın tehlikeli tarafı, bunların doğru olmamasıdır…Demokrasinin gerçek nedeni, hiçbir insana diğerleri üzerinde kontrolsüz güç teslim edilemeyecek kadar güvenilememesidir.” (s.166)
O nedenle, gözetim demokrasisi tam da gücün kötüye kullanımının her alanda engellenmesine dayanır. Yine Keane’in ifadesiyle söylersek: “Gözetim demokrasisi, gücün kötüye kullanıldığı her yerden fışkırır. Aile yaşamından çalışma dünyasına kadar her alanda kısıtsız güç, sadece hükümetteki seçilmiş temsilciler tarafından değil, milyonlarca vatandaşa basit ama kalıcı bir hakikati anımsatan bir dizi yeni kurum tarafından da kontrol edilir; o hakikat şudur: demokrasi halkın gündelik yaşamında devasa dönüşümler gerektirir. Kalplerindeki alışkanlıklar ve gündelik rutinleri, gücün kötüye kullanılmasına karşı daha alerjik davranmalıdır. Halk itilip kakılmaya karşı direnmek için kendi içinde demokrasi ruhunu beslemek ve başkalarına da yayarak canlı tutmak zorundadır.” (s.163)
Bu konuya haftaya devam etsek iyi olacak sanırım. Şimdilik gözetim demokrasisinin futbol gibi bir şey olduğunu hatırda tutsanız yeterli olur!