Atatürkçülükteki bilimsellik ve devrim vurgusunu her zaman önemsedim. Yüzlerce konferansımda da bundan bahsettim. Atatürk’ün Millî Mücadele ve Cumhuriyet ilanının ilk yıllarındaki ülkenin istiklali ve insanların moralin yükseltilmesi için söylediği “Bir Türk dünyaya bedeldir!” gibi tahziz edici (cesaretlendirmek için kullanılan abartılı) ve/ya bolca sarf ettiği “Padişahın ve halifenin hizmetkarıyım” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara 1961, I. 3-7) türünden ifadelerini bir kenara bırakıp müteakip yıllarda ortaya koyduğu geçmişten kopuş hamleleri her zaman çok ilgimi çekti. İnkılapları tarihçilik deyimiyle historisizmin (geleceğin nitelik olarak geçmişin zorunlu uzantısı olmasının) reddiydi. Amiyane tabirle böyle gelmiş böyle giderin, köklerimizin devamı olmalıyız düşüncesinin yıkılmasıydı. Selçuklu ve Osmanlı geçmişinin keskin balta darbeleriyle geride bırakılmasıydı.
Başlarda Atatürk devrimci özelliği sebebiyle tarihin insanlara geçmişte ne olduklarını söyleme yetkisinin olduğunu kabul etmekle birlikte gelecekte ne olmaları gerektiğini söyleme yetkisini haiz olmadığı düşüncesindeydi. Devrimciliği esnasında önüne çıkan muhalefet kümelerini de dönemin elverdiği sertlikte gözlerinin yaşına bakmadan bir bir bertaraf etti.
Sonra tarih sahasında Zeki Velidi Togan gibi birkaç tarihçi hariç topluca büyük bir kurmaca (fiction) bataklığına saplanıldı. Cumhuriyet, Selçuklu ve Osmanlı geçmişinin gösterdiği, “icbar ettiği” yöne gitmemişken onları atlayarak çok daha eski bir geçmişle bağlantı kuruldu. Başta reddedilen historisizm tekrar hortladı. Geçmişin ama bu sefer daha eskide kalan geçmişin gösterdiği yönde ilerleme kararı alındı. Bu geçmiş Orta Asya’daki hayali ata geçmişiydi. Bu ata geçmişi Selçuklu ve Osmanlı köklerinden daha güçlü olacaktı. Zira Türkçe, Güneş Dil Teorisi (GDT) ile bütün dillerin anası ve Türk kişisi de Türk Tarih Tezi (TTT) ile bütün medeniyetlerin ve insanlığın atası ilan edildi. Cumhuriyetin 30lu yıllarından itibaren de münevver ve mütefekkirlere bu geçmişin uzantısı uğrunda çalışmaktan başka çare bırakılmamıştı. En büyük devrim olan tarihe yönelik devrim birdenbire durdu. TTT ve GDT pozitivizm içinde savunuldu ve dayatıldı. Pozitivizm tekrar edelim, bilim dışında herhangi bir şeyin sadra şifa olabileceğini kabul etmemek, diğer yolları küçümsemek ve yok etmeye çalışmaktır. Bilimsellik ise din ve ideoloji fark etmeksizin sadece herkesin kabul edebileceklerini söylemek ve tartışmak demektir. Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir!” sözü bu çerçevede ele alınıp tekrar değerlendirilebilir.
Bugün benimsediği anlamıyla Atatürkçülükte TTT ve GDT’nin saçma sapan kurmacalar olduğu kabul edilse de hala bir hususta hata yapılmaktadır: 1930’ların hemen başında ortaya atılan TTT ve GDT güya ideolojik olarak Türkiye’yi ve Türkleri muasır medeniyet içinde konumlandırmak ve Avrupa’nın saldırgan devletlerine karşı ülkeyi ve milleti müdafaa etmeye yönelikmiş. Hayır, ileri sürülen bu gerekçelerin herhangi bir anlamı yok! Zira ilk gerekçeyle aşırı davranılmış, kantarın topuzu kaçmıştır. Biz de sizin gibi geri kalmış “ırklardan” değiliz diyecek yerde aslında hepinizin atasıyız, hepinizden “üstünüz, dillerin de ırkların da kökeni biziz” denmiştir. İleri sürülen ikinci gerekçenin yanlış olduğunu belirtmek için de şu söylenebilir: devrin yabancı kaynaklarını okuduğumuzda Türkiye’ye yönelik bariz tehditlerin 30lardan hemen önce sona erdiğini görüyoruz.
Peki’ başlıktaki soruya dönelim: Günümüz Atatürkçülüğünün nesi var? Düne karışmam!..
Bugün Atatürkçülüğün tutarlı olmak, açık fikirlilikle hataları kabul etmek ve bunları telafiye yönelik çalışmama sorunu var. Bu ve benzeri meselelerin artık ele alınma zamanı geldi de geçiyor!