[12-13 Şubat 2022] Ama herkes şüpheyle bakıyor bu sözlere. Çünkü bir yandan da Rus ordusu ve donanması, Ukrayna çevresindeki kara ve deniz manevralarını yoğunlaştırmakla kalmıyor; cümle âlemin gözüne sokuyor bu tatbikatları. Amaç tehdit ve baskıdan, yıldırmaktan başka ne olabilir? Münih 1938’dan, Ukrayna 2022’ye nasıl geldik? Tek fark bugün Batı’nın yatıştırmacı olmaması mı? Yetecek mi — eşitsiz gelişim sonucu gene Batı’nın içine düştüğü zaafı dengelemeye? Bu zaaf ne zaman başladı ve belirginleşti?
Hepsine, geçen yazımda 1930’lar hakkında sıraladığım tesbitlerden hareketle cevap vermeye çalışayım. Karşılıkları var mı, ya da ne kadar var, nereye kadar var? (1) Önce bir demokrasi yükselişi. Evet, bu tutuyor. 1918’de Avrupa’nın büyük hanedan imparatorlukları (Rusya, Avusturya-Macaristan, Osmanlılar) çökmüş; dağılmalarından doğan bir dizi küçük devlet, cumhuriyet ilân etmiş, kendine bir anayasa benimsemiş, parlamenter demokrasi yoluna girmişti (1923-25 arasındaki haliyle Türkiye de bu kategoride sayılabilir). — 1989-90’da buna Komünizmin çöküşü, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte esen ilk demokrasi ve özgürlük rüzgârı tekabül etti. Tipik olarak Doğu Avrupa, sosyalizmden kapitalizme, komünist tek parti rejimlerinden demokrasiye büyük bir dönüş yaşadı.
(2) Fakat sonra tekrar otoritarizm. Evet, bu da tutuyor, hattâ asıl bu tutuyor, en fazla bu tutuyor, geri dönüp baktığımızda. 1920’lerden itibaren Avrupa’yı askerî rejimler, kraliyet diktatörlükleri, aşırı sağın başka tahakküm ve hegemonya biçimleri kaplamaya başlamış; 1929’da patlak veren Büyük Bunalım bu süreci hızlandırmıştı.
(2.1) Bugün de (göç ve sığınma sorunları dahil) bir bütün olarak liberal küreselleşmeye tepki içinde (veya onu bahane ederek) benzer bir trend yükselişte. En çarpıcı örnekleri, öncelikle Rusya’da (neredeyse neo-Stalinist diyebileceğimiz) Putin ile, Çin’de (tek adamlığı itibariyle neo-Maoist sıfatına fazlasıyla lâyık, Deng Şiaoping’in rotasyon ve kollektif liderlik reformlarını da bu uğurda tersyüz eden) Şi Cinping. ABD’deki muadilleri, dört yıllık başkanlığının ardından pusuda beklemeyi sürdüren Trump ve Trumpçılık. Avrupa kıtasında, giderek “illiberal demokrasiler” diye anılan bir dizi rejim ve lider: (yukarıda solda) Belarus’ta Lukaşenko, (yukarıda sağda) Macaristan’da Viktor Orban, halka sürekli parmak sallayan asık suratlı adamlar. Polonya’da Kaczynski kardeşlerin Hukuk ve Adalet partisi. Hindistan’da Modi’nin Hindu milliyetçisi, İslamofobik sağ-popülizmi. Myanmar’ın generalleri. (Bir okuyucum, değerli Onur Atalay, bu popülist eksen kaymasının İtalya’da Berlusconi ile başladığına işaret etti; herhalde ona Fransa’da Sarkozy’yi de eklemek gerekir.) Türkiye de oralarda yer almakta.
(3) Kutuplaşma ve merkezin, ara zeminin yokolması. 1930’lar gibi bugün de, ister ulusal, ister uluslararası planda geçerli. Şu farkla ki, günümüzde (a) aşırı sol diye bir şey yok (kalmadı); (b) aşırı sağ da Faşizm ve Nazizm gibi teorileştirilmiş, doktrinleştirilmiş olmaktan uzak. Ülkeden ülkeye, kültürden kültüre değişen kılıklara bürünebiliyor. Bu koşulla, günümüzde kutuplaşma bu her çeşit sağcı otoritarizm ile demokrasi arasında cereyan ediyor.
(4) Kutuplaşmanın ideolojileri. 1930’larda, demiştim, aşırı solda Komünizm, aşırı sağda Faşizm ve Nazizm, demokrasi karşıtlığının (ya da liberalizmden ve demokrasiden kaçışın) en ekstrem örnekleriydi. İşin burası bugün biraz farklı. Böyle sert çekirdekli, katı bir biçimde teorize edilmiş ideolojiler yok. Yukarıda da belirttiğim gibi, özellikle aşırı sol (Komünizm) artık mevcut değil. Aşırı sağ (daha doğrusu aşırı sağlar) var, ama Faşizme ve Nazizme göre çok daha az doktriner. Çok daha oportünist ve pragmatik.
(4.1) Ama aşırı-milliyetçilik ve ırkçılık o gün de, bugün de hep ön planda. Bir zamanlar Nazizmin hedefi Yahudiler ve Slavlardı. Bugünün aşırı sağlarının hedefinde gene etnik ve dinî farklar, ama biraz daha çeşitli etnik ve dinî farklar var. İslâm çok ciddî bir bölünme çizgisi. Bu, fay hattının tek tarafı değil, her iki tarafı için de geçerli. Amerika’da Trumpçılık, Almanya’da AfD, gene Alman polisi içinde yükseldiği görülen ırkçılık, militarizm ve illegal örgütlenmeler, Fransa’da Eric Zemmour, Marine Le Pen ve benzerleri, İslâmofobi üzerinden kendilerine otoriter, diktatoryal bir niş açmaya çalışıyor.
(4.2) Ne ki, sağ otoritarizm bundan ibaret değil ve İslâmcılık da sadece mağdur ve mazlum değil. Bu sağcı popülist otoritarizm öbeği içine, net söyleyeyim, militan İslâmcılık, İslâmcı terör ve cihadçılık da giriyor. Sadece “öteki”ni, ”karşı taraf”ı tahrik etmesi bakımından değil, doğrudan doğruya kendi ideolojik ve siyasî değerleri, normları, hedefleri bakımından giriyor. El Kaide, IŞİD ve Taliban örnekleri ortada. İktidara yürüyüş süreçlerinin nelere malolduğunu da, iktidara geldiklerinde nasıl bir düzen kurduklarını da herkes görüyor. Son derece dar, alabildiğine dar bir “biz”in dışındaki bütün “öteki”lere kan ve zulüm dışında hiçbir şey vâdetmiyorlar.
(4.3) Fakat özetle: Etnik ve dinî farklar, göç ve iltica hareketleri, gerek uluslararası alandan gerekse tek tek ülkelerin içinden kaynaklanan yabancı düşmanlığı, toplumları bölüyor, ortak kabulleri sarsıyor, demokrasiyi giderek daraltıyor, demokratları köşeye sıkıştırıyor, sırtını duvara verip savunmada kalmaya zorluyor. — Öyle veya böyle; “tek doğru”cu, “tek yol”cu, “sadece biz”ci düşünce tarzları, özgürlük ve demokrasiye yaramıyor. Bunlardan sadece demokrasi düşmanlığı türüyor. Totaliter boyutlara ulaşıp ulaşmaması, belirli bazı ortamlarda demokrasinin tarihsel birikimi ve gelişme düzeyiyle ilgili. Örneğin Amerika’da federal hukuk düzeni ve Demokrat Parti direniyor enikonu. Fransa ve Almanya’da bazı şeyler hâlâ söylenemiyor ve yapılamıyor. Ama Avrupa’nın doğu ve güneydoğu periferisi ile ötesine geçtiğimizde manzara değişiyor. Arazi çok daha çetin, iklim çok daha hırçın bir hal almaya başlıyor.
(5) Batı düşmanlığı. Bu noktada kısmen örtük ama gene de çok büyük bir buluşma söz konusu. 1930’larda da, bugün de birçok akım aslında toptan Batı’ya değil, liberalizme ve liberal-demokratik değerlere düşman (liberalizme getirilen haklı ve sağlıklı eleştirileri, örneğin Etyen Mahçupyan’ın bireyin mutlaklaştırılmasını aşan bir ortak ahlâk yoksunluğuna ilişkin tesbitlerini bir yana bırakıyorum). Ama (a) hangi dönemde zuhur ettiklerine; (b) özgüven düzeylerine; (c) Avrupa-içi mi, Avrupa’nın periferisi mi, Avrupa dışı mı olduklarına göre, bunu nasıl ifade ettikleri değişebiliyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında Bismarck ve Prusya geleneğinin, 20. yüzyılın ilk yarısında Hitler’in liberalizm ve demokrasi düşmanlığı var, ama kestirmeden Batı düşmanlığı yok. Tersine, asıl Batı biziz, Batı’yı — ilk örnekte, milleti ve devleti zaafa uğratan ferdiyetçilik karşısında; ikinci örnekte — aşağılık Slav ırkına ve uluslararası Slav-Yahudi komünist komplosuna karşı — biz savunuyoruz diyorlar. Ulusalcı Türk faşistlerinin çok sevdiği Milosevic ve katilleri de öyle diyordu, Müslüman Boşnakları boğazlarken: Biz “Semavî Sırplar” 1389’da Kosova’da olduğu gibi şimdi de Batı’nın son kalesiyiz, Doğu barbarlarına karşı.
(5.1) Günümüzde ve Avrupa’nın kâh kıyısından, kâh ötesinden farklı bir retorik yükseliyor kuşkusuz. Birincisi, hem Faşizm ve Nazizmin, hem Komünizmin yaşanmış ve yenilmiş, çökmüş olduğu bir dünyada, biz temelde eşitliğe, özgürlüğe, hukuk devletine düşmanız demek de o kadar kolay değil, yeni bir “diktatörlük teorisi” kurmak da. İkincisi, coğrafya değişik; Batı’nın geri kalmışlarından 1870-1914 emperyalizmi ve kolonyalizminin (İslâm âlemi dahil) Doğulu mağdurlarına uzanıyor. Dolayısıyla “tek parti”ciler, “tek adam”cılar, “tek yol diktatörlük”çüler açısından geçerli bir opsiyon haline geliyor, anti-emperyalistlik oynayıp genelleştirilmiş bir Batı düşmanlığının ardına saklanmak.
(5.2) Contested victimhoods diye bir mesele var: çok kıymetli “paylaşılamayan mağduriyetler.” İsrail’in Holokost mağduriyeti (olanca vahşetiyle birlikte) böyle tükenmez bir sermaye; benzer şekilde, Çin’in, Myanmar’ın, Venezuela’nın, Afrika ve Orta Doğu’daki birçok rejimin, daha genel olarak İslâm âleminin kolonyal travmaları da (bir kere daha, olanca vahşetiyle birlikte) gene böyle tükenmez bir sermaye. Batı her şeyiyle yanlış. Değerleri de yanlış, bu değerleri üstten ve dışarıdan dayatmaya kalkması da. Demokrasi, hukuk, insan hakları (ya da ihlâlleri): hepsi uydurma, hepsi sahte, hepsi yalan. Hepsi birer komplo; Sorosçu “renkli devrim”lerin (veya Gezi hareketinin) yıkıcılık ve müdahale gerekçeleri. Özellikle hukuk, uluslararası hukuk, uluslararası anlaşmalar çok, çok tehlikeli. Bu yüzden, Belarus’tan Macaristan’a kadar (ve Türkiye’yi de içine alan) çok geniş bir alanda, millî hukuk mu Avrupa hukuku mu, uluslararası anlaşmalar geçerli mi geçersiz mi, AİHM kararlarına uyulmalı mı uyulmamalı mı tartışmaları yaşanıyor.
(5.3) Bu tür çatışma ve çekişmelerde bir mantık sorunu da var. Batı’ya mı, insanlığa mı ait? Genellikle toptancılık hakim; hiçbir ayırım yapılmıyor, evrensel değerler ile “Batı değerleri,” hattâ evrensel bilim ile “Batı bilimi” arasında. İnsanlığın uzun serüveninde, ilk Batı’da uçverdi diye, ilk Batı’nın içinden çıkageldi diye, ilk Batı’da kültürleşti ve kurumlaştı diye, bazı şeyler sadece Batı’ya ait, dolayısıyla “bize” yabancı, dolayısıyla şeytan işi oluyor. Üniversiteler de nasibini alıyor bundan. Bizatihî üniversite kurumu, “Batı değerleri” ve “Batı bilimi” dışında düşünmeyi imkânsız kılan bir zihinsel köleleştirme aracı sayılıyor. Buna karşılık eski medrese öğretimine bir keramet vehmediliyor. Üniversite yerine, İslâm-Osmanlı medreselerine ve medrese tarzı öğretime dönmeyi savunanlara rastlanabiliyor.
(6) Solda Batı düşmanlığı. 1920’lerden 1980’lere kadar, biraz benzer bir duruş sosyalist sol için de geçerliydi. Bir ayağı Kemalizmin iç çelişkilerinde, Batı ile karmaşık aşk-ve-nefret ilişkisinde, modernleşmeciliği ile “tam bağımsızlık”çılığının elele gitmesindeydi. Diğer ayağı doğrudan doğruya Marksizmin anti-kapitalizmi ve Leninizmin anti-emperyalizmindeydi. Ama anti-modernist değildi. Sosyalizm, modernitenin piyasacı ve özel mülkiyetçi olmayan, özgürlükçü değil eşitlikçi, kollektivist bir alternatifini temsil ediyordu. Batı, faraza Türkiye’yi (kasten, bile isteye, bir komplo sonucu) “geri bıraktırmış”tı. Devrim ve sosyalizm modernleşmeyi “gardrop Atatürkçülüğü”nden çok daha iyi uygulayacak; “geri bıraktırılmışlığı” altedip “yetişme”yi, “muasır medeniyet seviyesine ulaşma”yı çok daha iyi başaracaktı. Düşünce, bilim ve üniversiteler gibi alanlarda sol, “burjuva ideolojisi”ne karşıydı (bunun ne olduğunu pek bilemese de). Ama bizatihî Batı’ya, “Batı mirası”na karşı değildi.
(6.1) Bir, Sovyetler Birliği’nin çöküşü; iki, diğer sağ otoritarizm varyantlarının, özellikle de militan İslâmcılığın yükselen (ve asla rekabet edemeyecekleri derecede katı) Batı düşmanlığı, eski solcular için bir parça düşündürücü oldu mu, oluyor mu bu açıdan? Ya da aynı katı İslâmcılığın Marksizmi de, Leninizmi de, Komünizmi de Batı’nın (kötülüklerinin) hesabına yazması, ne anlama geliyor günümüzün mevzilenmeleri bağlamında? Düzen-içi reformlarla değil, toptan anti-sistemik bir işçi sınıfı devrimiyle gelecek bir sosyalizm tasavvuru tarihe karışmışken, eski sosyalistler neresinde duruyor (anti-kapitalizm ve anti-emperyalizmlerinin değilse de) kendi doktriner Batı düşmanlıklarının? Meselâ Putin’e baktıklarında millî ve yerli bir anti-emperyalist mi görüyorlar; sinsi, kurnaz ve amansız, Makyavelist, gerçekten yüzde yüz ahlâküstü bir diktatör mü? Avrupa Birliği’nin Macaristan, Belarus ya da Polonya gibi rejimleri uluslararası hukuk normları açısından sorgulamasından (demokrasi adına) hoşlanıyorlar mı, (anti-emperyalizm adına) red mi ediyorlar?
(6.2) Ulusalcılığın, yani (sağdan değil) eski sosyalist soldan türemiş bir tür çılgın, ekseni kaymış, faşizan milliyetçiliğin cevabı açık bu sorulara. Onlar enternasyonalizmlerini çoktan unutmuş veya bir tür yeni diktatörlükler enternasyonalizmine kaymış; artık hep küreselleşme ve evrensellik karşıtı; hep ulus-devletten, anti-emperyalizmden, körü körüne Batı karşıtlığından, otoriter iktidarlardan, komplo teorilerinden, beka dâvâlarından, millî ve yerli kimliklerden, hattâ miadını çoktan doldurmuş “millî tarih” efsanelerinden yana. Peki, kendilerini ulusalcı saymayan birkaç yüz kişilik solcu mahfiller nerede duruyor? TİP’ten, TSİP’ten, tarihsel TKP’den, ya da Dev-Yol’dan, Dev-Sol’dan, Kurtuluş’tan vb kalan eski solcular, şimdi ellilerinde, altmışlarına, yetmişlerinde olması gerekenler, birey olarak nerede duruyor? Uluslararası ölçekteki demokrasi dayanışmaları konusunda nerede duruyorlar? Kabul mü, red mi? Bilemiyorum doğrusu.
(7) Sağın üstünlüğü. 1930’ların sağ-sol yelpazesi simetrik değildi demiştim, son yazımda. Komintern Marksizmi içinde doğup büyümüşseniz, düşünce evreniniz de realizmden çok uzak oluyordu. Dünyayı Sovyetlerden, Stalin’den, Dimitrov’dan ibaret sanabiliyor; Faşizme Karşı Birleşik Cephe’nin geniş kitleleri peşinden sürüklediğine inanabiliyordunuz. Oysa pek öyle değildi gerçek durum. Aşırı sağın çekim gücü, aşırı solun çekim gücünden kat be kat fazlaydı. 1942-43’e kadar, bütün çözümlerin sağda arandığı bir dönemdi.
(7.1) Bugün de öyle. Liberal demokrasinin göçler ve sığınmacılar, sosyo-kültürel sarsıntılar, yabancı düşmanlığı, yeni milliyetçilik ya da yeni ırkçılık gibi çeşitli sorunlara çözümleri çok zayıf kalıyor. İyi niyetli temennilerden ibaret kalıyor, çoğu zaman. Evet, liberalizmin birey ötesi bir ahlâkı yok. Tek tek ahlâkî tutumları olabiliyor ama bunlar birleşmiyor, teorileşmiyor, öğretileşmiyor, kollektif bir güç kazanamıyor. Ya da şöyle diyelim: demokrasi, liberalizmden daha ileri bir demokrasi ideolojisi ve kimliği üretebilmiş değil bugüne kadar. Hangi geçmiş? Hangi tarih? Demokrat Amerikalılık nedir, ne olabilir? Demokrat Almanlık? Demokrat Fransızlık? Demokrat Türklük? Demokrat Kürtlük? Düşünülmüş, toplum çapında uygulanabilir cevapları yok bu soruların. Belki sadece tek tek müşahhas örneklerinden söz edilebilir.
(7.2) Yetmiyor. Çünkü dostluk zor, düşmanlık kolay. Yapmak zor, yıkmak kolay. Bilinmeyen zor, bilinen kolay. Yeni sağ-popülizmler gayet net ve köşeli. İnsanların en kötü içgüdülerine, çabucak medeniyetsizleşebilmelerine, çok köklü ve çok âşinâ nefretlerine hitap ediyor.
Buradan gelelim, demokrasinin bu genel zaafı ortamında yükselen emperyalistlere. Devam edeceğim.