[20-21 Şubat 2022] Öyleyse neden yalan söylüyor Putin iktidarı? Kimi, niçin kandırmaya çalışıyor? Hitler tecrübesinden sonra dünya, 1930’ların naifliğinden çok uzak. Herkes soruyor: Bu boyutlarda ve üstelik de çığ gibi büyümeye devam eden bir yığınağın, “olağan askerî tatbikat”larla ne ilgisi var? Prova yapılıyorsa, taarruz ve işgalden başka neyin provası yapılıyor? O taarruzun da, ya (geçen gün verdiğim haritada gösterildiği gibi) Belarus üzerinden ve/ya (soldaki haritada) doğrudan Rusya’dan ve/ya (sağdaki haritada) Kiev’den başlayıp, Ukrayna ordularını birbirinden izole ederek Kyiv (Kiev) ve Harkiv(Harkov)çevresinde buluşması tasarlanıyor.
Bu konudaki, 8 Şubat tarihli ilk yazımda, 22 maddede cevap vermeye çalışmıştım, Neydi, 1930’ların karanlığı? sorusuna. Sonra 13 Şubat’ta, Demokrasinin buhranı’nı konu alan 1-7 arasını günümüze uyarlamıştım.
Kaldığım yerden, doğrudan doğruya uluslararası alana ilişkin tesbit ve karşılaştırmalarla devam ediyorum. (8) Yükselen emperyalistler, o gün ve bugün. İki dünya savaşı arası dönemde Faşist İtalya, Nazi Almanyası ve militarist Japonya. Şimdi, gene demokrasi düşmanlığına dayalı iki rejim: Çin ve Rusya. Biri dünyanın en kalabalık, diğeri toprakları en büyük ülkesi. İkisini topladığınızda yeryüzünün yüzölçümünün yaklaşık yüzde 18-19’unu, nüfusunun da yüzde 20’den biraz fazlasını meydana getiriyor. Bunlar sömürge imparatorlukları ve işgal alanları değil; sırf kendi ulus-devlet çekirdekleri. 1939’da ise Almanya, İtalya ve Japonya’nın özgül ağırlığı çok daha küçüktü. İlk bakışta, gene toplamda dünya nüfusunun yüzde 20’sine yakın gözüküyorlardı — ama buna üçünün de bütün sömürgeleri ve işgal bölgeleri (örneğin, Çin’in Japon işgali altındaki 200 milyonluk nüfusu) dahildi. Bu eklentileri çıkardığınızda, geriye çok daha küçük devletler kalıyordu.
(9) Hiper-milliyetçilik, saldırganlık, yayılmacılık. Evet, Faşizm ve Nazizm kadar çılgın ve frensiz olmamakla birlikte, bugün de benzer bir durum söz konusu. Çin ve Rusya, kendi halklarını artık çok büyük ölçüde milliyetçi vizyon, vaat ve projelerle bir arada tutuyor. Dış politikada ise, kendi hegemonyacı perspektiflerini (aynen, bir zamanlar Faşist Mihver’in yaptığı gibi) anti-emperyalizmle kamufle ediyorlar. Bu bilinçli, kasıtlı bir tercih. Rejim konusunda (demokrasi veya liberal demokrasi karşıtlığıyla) yaptıkları gibi, diplomaside de Batı’nın zıddı ve alternatifini temsil ediyorlar. Bir karşı-kutup rolünü benimsiyorlar. Sürekli “dış korkusu”na oynuyorlar. Hemen bütün uluslararası forum ve mecralarda, özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi konularda sırf kendilerini değil, (Belarus, Macaristan, hattâ Myanmar gibi) diğer otoritarizm ve diktatörlükleri de, “Batı değerleri”nin “dışarıdan dayatılması”na karşı canla başla savunuyorlar. Bu tür rejimlere Amerika veya Avrupa’dan yükselen her eleştiri derhal “içişlerine müdahale” olarak niteleniyor. Kuşkusuz günümüz dünyası, çıplak ve hayasız yayılmacılığa 1930’lar kadar elverişli değil. Onun için, örneğin Rusya fırsat buldukça tek tük hamleler yapabiliyor kendi çeperinde, Suriye ve Ukrayna gibi. Ama her ikisinde de, devletin diri tuttuğu o dış düşmanlığı saldırganlık fideliği konumunu koruyor.
(10) Uzak ve yakın mağduriyetler. (11) Hak ve toprak iddiaları. (12) Kendine has “misak-ı millî” tasavvurları. Bunları birleştiriyorum.Hepsi çok büyük ölçüde geçerli, hem Çin hem Rusya için. Bugün Putin yönetimi de, Şi Cinping yönetimi de, “eski”nin emperyal mirası ve canlandırılması üzerine kurulu.
(13.1) Eski SSCB de, bugünkü Çin de komünist tek parti diktatörlükleri. Ama diktatörlüğün de diktatörlüğü olabiliyor. Bir zamanlar Sovyetlerde Stalin Lenin’in tartışılmazlığına sığınmış, kendi kültünü (en azından başlangıçta) güya Lenin’in en yakını olmak üzerine inşa etmişti. Çin’de de Şi Cinping, Deng Şiaoping’in başlattığı kollektif yönetim ve rotasyon reformunu rafa kaldırıp kendi tek adamlığını yerleştirmek için, Mao örneğine yaslandı. Mao’nun tek adam otoritarizmine geri dönebilmek için, Mao’nun hatâlarının Deng tarafından başlatılan eleştirisini ve tartışmalarla ulaşılan “yüzde 70 doğru, yüzde 30 yanlış” hükmünü hasıraltı etti. Özellikle Kültür Devrimi faciasından, açtığı korkunç yaralardan bahsedilmez oldu. Bir zamanların “Mao Zedong Düşüncesi”nin aynasında, “Şi Cinping Düşüncesi”ni parti programına yazdırdı. Yükselirken bütün rakiplerini de ezdi geçti. Mao gibi sokak terörüyle, Kızıl Muhafızlar eliyle yapmadı bunu. Malzemelerini gizli polisin toplayıp sunduğu “yolsuzluk” operasyonlarıyla gerçekleştirdi. Şimdi, bu yaz yapılacak parti kongresinde (belki, selefi Hu Cindao’nun örtük meydan okumasına karşı?) yeni hesaplaşmalara hazırlanıyor.
(13.2) Mao sonrasında, Deng’den başlayarak Çin yükselir ve meyvalarını Şi Cinping toplarken, Sovyetler sonrasında Rusya önce bir kriz ve çöküş, sonra bir restorasyon yaşadı. Bu restorasyonun mimarı Putin oldu. Yıllanmış bir KGB kadrosu, öncelikle bir ulusal güvenlikçi, Doğu Avrupa rejimlerini yıkan halk kabarışına bizzat tanık olup dehşete kapılmış bir düzen taraftarı olarak, komünizmin çöküşü sonrasında Rusya’nın “büyüklüğü” duygusunun yitirilmişliğine oynadı. Bu “büyüklüğü” geri getireceğim dedi. Yaptı da. Demokrasinin kaosuna karşı otorite ve istikrarın alışılmışlığını öne çıkardı. Nasıl Şi, Mao’nun gölgesine sığındıysa, Putin de Stalin’in gölgesine sığındı. Bunu, Stalin’in Ölümü filmini (komedisini, hicviyesini) Rusya’nın tarihiyle alay ettiği ve halkın duygularını incittiği gibi (nedense kulağa çok tanıdık gelen) gerekçelerle yasaklamak kadar komik noktalara vardırdı. Ekonomiyi devlet ve GOSPLAN yerine oligarklarının kontrol ettiği bir tür “teorisiz, doktrinsiz komünizm” diktatörlüğü kurdu. (Etyen Mahçupyan’ın bir bölümüne katılmadığım Türkiye tahlillerinde, önemli bulduğum bir İttihatçılık – Atatürkçülük karşılaştırması var. Atatürkçülüğün ideolojik doktrinerliğine ve göreli kuralcılığına karşı İttihatçılığı çok daha pragmatik, esnek, oportünist, “ben yaptım oldu”cu buluyor. Bugünkü iktidarın “İttihatçı” sayılıp sayılamayacağı bir yana; tarihsel bir karşılaştırma ölçüsünde, burada var, ciddî bir gerçeklik payı. Aynı şey, Sovyetler – Putin karşılaştırması için de geçerli diye düşünüyorum. Putinizm, bir parça İttihatçılığa denk düşüyor, bu bağlamda. Marksizm-Leninizmle bağlı olmayan, gayet pragmatik, esnek, oportünist, tutarlılığa boş vermis, “dün dündü bugün bugündür”cü ve “ben yaptım oldu”cu bir çizgiyi yansıtıyor.)
(13.3) Öyle veya böyle; kısmen tarihe (veya sözde-tarihe), kısmen demografiye (etno-lingüstik ölçütlere) dayandırılmak istenen ideolojik tasavvurlar, sırf bu iki rejimin “kuruluş efsaneleri”yle (foundation myths) sınırlı değil kuşkusuz. Keşke öyle olsaydı; ama hayır, toprak talepleri ve egemenlik iddialarına da uzanıyor. 1930’larda Hitler’in (i) Çekoslovakya’nın Südetler bölgesiyle Polonya’nın Danzig Koridoru’nda yaşayan kalabalık Alman topluluklarının varlığını; (ii) batıda Alsace-Lorraine gibi doğuda Danzig Koridoru’nun da Versailles Antlaşmasıyla “bizden” koparılıp başkalarına verilmiş olmasını, nasıl “hepsi tekrar bizim olmalı” söylemine malzeme yaptığını anlatmıştım.
(13.4) Benzer şekilde, şimdi Şi Cinping’in “Büyük Çin” tasavvuru, soykırım düzeyinde zorla asimilasyona giriştiği Tibet’in ve Doğu Türkistan’ın (Sinciyang’ın) yanı sıra bütün Güney Çin Denizi ve takımadalarını, Hong Kong’u ve Tayvan’ı kapsamına alıyor. Hong Kong’da, “bir ülke, iki farklı rejim” antlaşmasını çiğneyerek, şimdiden ÇKP’nin yarı-örtük, yarı-çıplak diktatörlüğünü empoze ediyor; bütün demokratik muhalefeti bastırarak doğrudan ilhaka hazırlanıyor. Keza Tayvan üzerindeki askerî baskı ve tehdidi yoğunlaştırıyor (aynen Putin’in Ukrayna’da yaptığı gibi). “Bizimdi, bizimdir ve bir gün geri alacağız” söylemini hiç elden bırakmıyor. Tabii, bir zamanların Leninist “ulusların kendi kaderini tâyin hakkı”ndan zerrece söz edilmiyor, bu bağlamlarda. Putin destek veriyor: “Tayvan, Çin’indir” (Şi Cinping, “Ukrayna, Rusya’nındır” demese de). Dahası, vesayet ve himaye şemsiyesini büyük bir Çin diasporasının yaşadığı Singapur, Malezya ve diğer Hindiçini topraklarına yaymayı umuyor. Daha önce de işaret ettiğim gibi, Myanmar (eski adıyla Burma veya Birmanya) şimdiden Çin’in kanadı altına giriyor, belli belirsiz bir “protektora”ya konu oluyor.
(13.5) Bu açıdan Rusya’nın durumu ve tutumu çok daha açık (ya da, belki bize her bakımdan daha yakın olduğu için öyle görüyoruz). Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, (galipler arasında yer alan) İtalya’nın hakkının verilmemesi karşısında Mussolini’nin, veya (en büyük mağlup konumundaki) Almanya’nın parçalanmak istenmesi karşısında Hitler’in kızıp köpürmesi gibi, Putin de Sovyetler dağılırken İç Asya’nın Türkî cumhuriyetlerinin, Kafkasya’nın, Baltık devletlerinin, Belarus’un ve tabii en çok da Ukrayna’nın kopup gitmesini hazmetmiyor ve affetmiyor aslında. Hepsini geri istiyor. Onun da irredentist Büyük Rusya projesi bu işte. Hem etno-linguistik Pan-Slavizm, hem historisist Çarlık ve Sovyetler Birliği hayalleri.
(13.6) Ve tabii işin içine, çok daha yakın zamanda, Sovyetlerin çöküş sürecinde kahhar ve muzaffer Batı’dan gördükleri üsttenci, aşağılayıcı muamele de giriyor. Tam bu noktada sözü okuyucum, değerli Onur Atalay’a bırakıyorum. Şöyle yazmış son mektubunda: Avrupa’da ilk döngüde, sağın yükselişinde Birinci Dünya Savaşı sonrasında bazı ülkelerde haklarının yendiği duygusu etkili oldu. Ve zaten bundan ders alındığı için, İkinci Dünya Savaşı sonrasında benzer bir cezalandırma yerine kapsama politikası benimsendi. [Doğru; bütün milletleri cezalandırma yerine, sadece yönetici klikleri, Faşistleri ve Nazileri cezalandırma yoluna gittiler; ben de derslerimde böyle anlatıyorum, 1918 ile 1945, Versailles ile Nuremberg farkını.] Aynı şekilde, Soğuk Savaş sonrası dönemde de haklarının yendiği duygusu yeni popülist rejimlerin yükselişinde en azından etkenlerden biri olarak öne çıkıyor. SSCB yıkıldıktan sonra Batı, Rusya’yı oligarklar üzerinden soymak yerine ileride AB ve NATO gibi sistemlerin parçası olacağı ortak bir gelecek tasavvuru çizebilseydi, Putin asla başa geçemez ve/ya Rusya bu kadar kolay otoriterleşemezdi.
(13.7) Buna da katılıyorum, hemen tamamen. Batı hiç gösteremedi bu vizyonu. Tersi oldu. Gorbaçov da söyledi zaten, 2014’te, Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. yıldönümünde, Brandenburg Kapısı yakınlarında düzenlenen bir sempozyumda. Batı’yı Demirperde’nin yıkılışının sonuçlarını iyi düşünüp idare edememekle eleştirdi. “Avrupa’nın güvenliğine yönelik yeni kurum ve mekanizmalar geliştirmek, Avrupa siyaset sahnesinin kapsamlı bir şekilde askersizleştirilmesinin peşine düşmek yerine… Batı ve özellikle ABD Soğuk Savaşı kazandığını ilân etti. Öfori ve zafer sarhoşluğu Batılı liderlerin başını döndürdü. Rusya’nın zayıflamasını ve bir karşı ağırlık olmamasını fırsat bilip, dünya liderliğini tekelleri altına aldılar…”
(13.8) W. H. Auden’ın geçmişte de çok alıntıladığım “1 Eylül 1939” şiirinde dediği gibi: I and the public know / what all school children learn / those to whom evil is done / do evil in return. Ben ve bütün kamuoyu biliyoruz / okul çocuklarına öğretileni / kendilerine kötülük yapılanın / karşılığında gene kötülük ettiğini.
Eden bulur, deriz kestirmeden. Ya da: Ne ekersen onu biçersin. Ya da: Rüzgâr eken, fırtına biçer. — Fakat acaba bunun bir Türkiye ayağı da yok mu? Batı’nın Türkiye’yi hiçbir zaman kendi parçası gibi görmeyeceğini imâ etmesi (ayrıcalıklı ortaklık vb tekliflerinde olduğu gibi), nasıl, ne dereceye kadar itici, öteleyici bir rol oynadı, son yirmi yılın çıkışlı-inişli serüveninde?