Cuma hutbeleri bir süredir ideolojik bir çatışma alanı oluşturuyor. Aslında yakın zamana kadar Türkiye’nin ‘seküler’ diye adlandırdığımız siyasi kesimleri hutbelerin içeriğiyle pek ilgilenmiyordu. Ancak artık ‘sol’ ya da ‘merkez sol’ da din konusunda karmaşık duygular içinde. Hutbelerde Atatürk’ün anılmaması ‘merkez sol’ için din alanında yaygınlaştırabileceği bir kriz potansiyeli taşıyor mu? Emin değilim. Açıkçası hutbeleri bu şekilde tartışmalı hale sokmakta Diyanet’in ne yarar umduğunu da bilmiyorum.
Cuma hutbeleri geçmişte daha çok gündelik hayatla ilgili olurdu ve siyasete meze edilmezdi. Ramazan yaklaşınca orucun hikmeti anlatılırdı. Bağımlılığa neden olan alkol, uyuşturucu gibi alışkanlıkların zararları anlatılırdı. Mutlaka siyasi olunacaksa bugünlerde Filistin’de yaşanan soykırım bana göre hutbelerin tek meselesi olmalı.
Osmanlı döneminde hutbeler Arapça okunurmuş. İnsan şunu düşünmeden edemiyor: Acaba ezan da Türkçeleştirildiği gibi kalsaydı, çeviri metni bugün yeniden çevrilip siyasi dokunuşlarla değiştirilir miydi?
Şunu da not etmek gerekli: Tıpkı ateizm ve deizmin yükselmesi gibi Atatürk ismi çevresindeki dokunulmaz değerler halesini benimsemeyenlerin de sayısı artıyor. Devletin fabrika ayarlarına aykırı bir gelişme bu. Ne de olsa 2000’lere kadar makbul vatandaş askerliği sırasında ‘Tanrımıza hamdolsun’ diyen, tavizsiz Atatürkçü, dindar ama çağdaş bir Bizimkiler dizisi karakteriydi. Evet, belki Atatürkçülük toplumun geniş kesimlerince yürekten benimsenmedi, ama istemeyenlerin bu kadar açıkça konuşabildiği başka dönem de olmamıştı.
2000’lerle birlikte terazinin bir tarafı ağır basınca toplumda dini değerlere vurgu arttı. Güldürü dizilerine bile namaz kılan karakterler girdi, esprilerin tonu değişti. Yalnız şunu gözden kaçırdık: Beden, giydiği gömleğin şeklini almaz. İlk bakışta öyle görünse bile kısa sürede gömlek sardığı bedeni göstermeye başlar. Dar kesim gömlek giyince göbek kaybolmaz yani… Pörtler, daha beter belli olur. İslami değerler bugün toplumda daha görünür biçimde temsil ediliyor, ama toplum hemen hemen aynı toplum. Başörtüsünü de kendi modasına uydurup yoluna devam etti, hepsi o.
Din meselesinde bu çeşit bir çağdaşlaşma (radikallere göre yozlaşma da sayılabilir) toplumun seküler değerlere yönelişini destekledi. Toplum sekülerleşti mi? Evet, ama dikkat edin! Kemalistleşti ya da Atatürkçülüğe dört elle sarıldı demiyorum. Sekülerleşti, yalnız bu sekülerleşme Kemalizmin benimsenme biçimini de dönüştürdü. Tavizsiz Kemalistler var elbette, ama halkın çoğunun gözünde Abdülhamit ve Atatürk karşıt görüşleri temsil eden kişilikler değil, ortak bir Türkiye ülküsünün başka görünüşleri artık. İnsanların gözünde tarihin bir parçası oldular, tıpkı Yavuz Sultan Selim ya da Pir Sultan Abdal gibi. Bugüne ancak simge olarak gölgeleri düşüyor, ama kimsenin eli gerçekten raftan indirmeye varmıyor.
Çünkü tarihsel hakikatiyle ne Atatürk bugünün Kemalistlerinin işine yarar, ne de Abdülhamit İslamcıların. İdeolojiler hakikatlerin karikatürünü tercih eder.
Belki de bu nedenle milliyetçilik yönetilmesi giderek zorlaşan, belli belirsiz taşıp dalgalanan bir ırmak gibi gürlüyor. Örneğin İslamcılığın ‘din kardeşliği’ kalıbıyla dolaşıma sokmaya çalıştığı çözüm mülteci sorununda zerre kadar işlemiyor. Bırakalım mülteci sorununu, sağ kesimin bir bölümü Filistin meselesine bile kuşkuyla yaklaşıyor. Alelade sokak röportajları bile devlet düzeyinde rahatsızlık yaratabiliyor. Milliyetçilik bir sünger gibi memleketin bütün sıkıntılarını emiyor. Sahil kentlerinde pahalılık mı var? Kürt esnaf neden olmuştur. Kiralar mı yükseldi? Suriyeliler yüzünden. Taksiler müşteri mi almıyor? Araplardan ötürü. Medyayı zaten Sabetaycılar kontrol ediyor, enflasyona da Yahudi sermayesi neden oluyordur…
Kısacası, İslamcı ya da Kemalist radikalleri rahatsız edecek bir değer kayması yaşanıyor. Bu arada CHP, yerel seçimlerde yakaladığı ivmeyi kaybetmemek için dalgaların içinde bir sağa bir sola savruluyor. Milliyetçilik karmaşık değerleri barındırabilen büyük bir güç olduğu için paylaşılamıyor, ama zaptedilemiyor da. Ümit Özdağ ya da Tanju Özcan gibi isimler dalga kabardıkça el sallıyor. Milliyetçiliğin kaydırağına binen göz kamaştırıcı şekilde hızlanıyor. Ama sonunda nereye çarpacağını bilemiyor.
Yanlış anlaşılmasın: Başka yazılarımda da değindiğim gibi milliyetçiliğe karşı değilim. Aksine bir çeşit doğal kaynak gibi görülmesinden yanayım, tıpkı petrol ya da uranyum gibi. Yanlış yönetildiğinde bir ülkeyi felakete sürükleyebilecek, doğru yönetildiğinde refah ve istikrar sağlamaya yarayabilecek bir kaynak… Biliyorum, bu düşüncem solun son zamanlarda niyeyse dört elle sarıldığı ‘etik’ vurgusuna aykırı. Bir şey yanlışsa yanlıştır, öyle değil mi? Değil. Bu bakış açısıyla aslanın ceylanı parçaladığı hayat döngüsünü yanlış bulmak mümkün, ama döngüyü kırmaya kalktığımızda ne aslan kalır ne de ceylan…