Hamas’ın 7 Ekim günü yaptığı ve İsrail’in 75 yıllık tarihinde bir günde karşılaştığı en büyük katliama sebep olan terör saldırısından sonra patlayan savaşın yol açtığı tahribat da tüm ölçülerin dışındadır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Gutteres İkinci Dünya Savaşının son yıllarında ABD ve İngiliz Hava Kuvvetlerinin Hamburg, Dresden ve Köln gibi Alman şehirlerini yok etmelerinden beri bu tarz bir yıkımın görülmediğini ilan etti. Öldürülen insan sayısı 17.000’i geçti. Gerçi İsrail bunların 5000’den fazlasının Hamas militanları olduğunu iddia etmekte ise de tabii bunu ispat etmenin imkânı yok. Ve uluslararası toplum her zamanki gibi seyirci kalmak dışında bir şey yapmaktan aciz.
Savaşın kısa zamanda biteceğine ilişkin herhangi bir işaret yok. Tersine İsrail askeri ve sivil ileri gelenleri Hamas’ın askeri liderlerini öldürünceye kadar ezici güç kullanmaya devam edeceklerini söylüyorlar. Bunun da birkaç hafta daha süreceği tahmin edilmektedir. İsrail’in elindeki sofistike mühimmatın azalmakta olduğu anlaşılıyor. Ukrayna’yı Rusya’nın başlattığı saldırı savaşından sonra desteklemek için o ülkeye modern silah ve mühimmat sağlamakta kapasite sorunları nedeniyle zorlanan ABD’nin İsrail’in istediklerini vermekte de güçlük çekmeye başladığı iddia ediliyor. Ancak bu durumun İsrail’i frenlemeye yetip yetmeyeceği belli değil.
Kadın, çocuk, ihtiyar ayırımı yapılmaksızın Hamas tarafından bir günde 1200 kişinin öldürülmesi, yine ayırım yapılmadan 250 kadar rehine alınması dünyayı şoke etti haliyle. 85 yaşında bir kadının motosikletle kaçırılması, küçük çocukların gözü önünde babalarının öldürülmesi gibi korkunç videolar Türkiye’de pek yayınlanmamış olsa da dünya turunu birkaç kez yaptılar.
Dolayısıyla en azından Batı dünyası zaten terör örgütü olarak gördüğü Hamas’ın bu katliamına İsrail’in vereceği ağır tepkiyi anlayışla karşılamakla başladı. Hamas’ın da 7 Ekim saldırısının karşılıksız kalacağını düşünmüş olması zaten mümkün değil. Kimisine göre Hamas Gazze’de canlı kalkan olarak kullandığı sivil halka muazzam bir zarar vereceğini bile bile bu saldırıyı yapmış, amacı ise ölçü kaçtıktan sonra dünya kamuoyunun İsrail’i dizginlemesini sağlamaktı.
Filistin halkının 75 yıldır dünyada benzeri pek olmayan bir tecrit ve ezilme içinde yaşadığı herkesçe malum. Filistinlilere Arap ülkelerinde bile reva görülen aşağılamaya şahsen ben de şahit oldum. Çalışma hayatımın emeklilik öncesi son görevi olan Brüksel merkezli Enerji Şartından görüşmeler için Ürdün’e gittiğimde, teşkilatımız memuru bir Filistinli bana refakat ediyordu. Transit olarak geçtiğimiz İstanbul Atatürk Havalimanında Türkiye’nin devlet olarak tanıdığı Filistin tarafından düzenlenen pasaportu şüpheyle incelenmiş, transit geçtiğimiz benim tarafından hatırlatıldığında uçağa alınmıştı. Ancak Amman’a indiğimizde, üstelik resmi bir görevle gelmiş olmamıza rağmen kendisine yapılan aşağılayıcı muamele beni iyice şaşırtmıştı. Bunların hepsi Arap ve kardeş değil miydi? Demek değillermiş. Neyse ki bu genç arkadaş sonradan Belçika vatandaşı oldu ve bu tür istiskalden kurtuldu.
İlginçtir ki bir Filistinli Belçika vatandaşı olabiliyor ama herhangi bir Arap ülkesinde 75 yıl sonra bile vatandaş olamıyor, nesilden nesile mülteci olarak yaşamaya mahkûm ediliyor. Gazze’ye İsrail’in savaştan önce dahi uyguladığı insafsız ablukanın aynısı Mısır tarafından halen de uygulanmakta, savaş sırasında ağır yaralananlar ve başka bir ülkenin uyruğunu taşıyanlar hariç Gazze’den çıkmalarına izin vermiyor.
Arap ülkelerinin İsrail’in acımasız savaşına karşı tepkisi de son derece yumuşak olmuştur. Belki geçmişteki tecrübelerinden fena halde ağızları yanmış olduğu için hiç birisi İsrail’i frenlemek için bir harekât tehdidinde bulunmamıştır. Talimatını İran’dan alan Hizbullah’ın Lübnan-İsrail hudut bölgesini karıştıracağına dair bir endişe savaşın ilk günlerinde mevcut iken Hizbullah en azından şimdilik böyle bir yola başvurmamıştır.
1973 savaşından sonra Arap ülkeleri Batıya yönelik bir petrol ambargosu yürürlüğe sokmuşlar ve bunun neticesinde petrol fiyatları kısa zamanda dört katına çıkmıştı. Türkiye de bu krizden nasibini almış ve ekonomisi darmadağınık olmuştu. Bu defa öyle bir şey olmadı, Arap ülkeleri petrol piyasasıyla oynamadı, hatta savaşın ilk günlerinde varil fiyatı yükselmiş, ancak sonra önceki seviyesinin dahi altına inmişti. Bilindiği kadar kısa bir süreliğine ara verilen Mısır ile İsrail arasındaki gaz ticareti de yeniden başlamıştır. Türkiye üzerinden İsrail’e satılan Azerbaycan petrolünün de savaştan etkilenmediği anlaşılmaktadır.
Arap ve Müslüman ülkelerinin duyarsızlığının bir örneği de halen Abu Dhabi’de devam etmekte olan Dünya İklim Konferansına (COP 28) İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un katılması ve çekilen grup fotoğrafında yer almasında görülüyor. Fotoğrafta yanında duran kıyafetine bakılırsa bir Arap yetkilisi olan ancak kim olduğunu seçemediğim şahıs İsrail Cumhurbaşkanı ile aynı karede gözükmekten rahatsızlık duymamış. Bir tek İran heyeti Herzog ile birlikte görünmek istemediği için toplantıyı terk etmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da Herzog’a epey uzak bir mesafede olsa bile fotoğrafta yer aldığını görüyoruz. Oysa yıllar önce Mısır’ın askeri lideri Sisi ile birlikte bulunmamak için Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin verdiği yemeğe katılmayı kabul etmediği hatırlardadır.
Arap ülkelerinin Filistin davasına karşı ikircikli tutumunu tarihte de görüyoruz. Osmanlıdan 1917 yılında koparılan Filistin toprakları üzerinde Milletler Cemiyetinin İngiltere’ye verdiği manda 1947 yılında sona yaklaştığı sırada bu toprakların Yahudiler ile Araplar arasında paylaşılmasına yönelik olarak BM Genel Kurulu bir karar almıştı. Bu karara göre Yahudilere bırakılan topraklar sonradan üzerlerinde İsrail devletinin kurulduğu topraklardan çok daha azdı. Ancak taksim kararını her iki taraf da reddetmiş, İngilizler Filistin’i terk ettikleri 15 Mayıs 1948’e kadar çatışmalar gittikçe artan yoğunlukla devam etmişti. Sonradan Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak İsrail’e saldırmış ancak bir hezimetle karşılaşmışlar, yeni kurulan İsrail devleti topraklarını bir miktar daha genişletmişti.
1949 yılında imzalanan ateşkes anlaşmasına göre Gazze şeridinin yönetimi Mısır’a, Doğu Kudüs ile Batı Şeria ise Ürdün’e bırakılmıştı. Bu durum tam 18 yıl, yani 1967 savaşına kadar devam etti. Ancak bu dönemde ne Mısır ne de Ürdün işgal ettikleri Filistin topraklarında bağımsız bir Filistin devleti kurma teşebbüsüne geçmemişler, ayrıca Filistinli Arapları öz vatandaşları olarak kabul etmemişlerdi. Gerçi Filistin’lileri temsil edecek bir yapı o dönemin sonundan önce oluşturulmadı.
Arap devletlerinin yine kaybettikleri 1967 savaşından sonra Batı Şeria ile Gazze İsrail’in kontrolüne geçmiş, Filistinler de terör silahını keşfetmişlerdi. O dönemde uçak kaçırma olayları peşpeşe gelmişti. Kimisi kanlı bir şekilde bitmişti. Bunların en meşhuru, hatta filme konu olan, 1976 yılında Atina’da Uganda’nın başkenti Kampala’nın havalimanı Entebbe’ye kaçırılan İsrail uçağındaki rehinelerin akıbeti olmuştu. Rehinelerin üçü hariç 102’si kurtarılmış, ancak onları kurtarmakla görevli komandonun başı şimdiki Başbakan Benjamin Netanyahu’nun çocukluk yıllarından beri taptığı öz ağabeyi Yonatan teröristler tarafından öldürülmüştü. Bu olay haliyle Benjamin Netanyahu’nun perspektifini etkilemiştir. Geçenlerde İsrail Dışişleri Bakanı Cohen’in hatırlattığı 1972 Münih Olimpiyatları baskını da o devrin yine filme konu olan vahşi bir olayıdır. Filistinli teröristlerin o devrin çeşitli terör örgütleriyle işbirliği yaptıkları, örneğin Entebbe olayında iki Alman teröristin de yer aldığı bilinmektedir.
Zaman içinde terörün bir netice vermeyeceğini anlayan Filistinli lider Yassir Arafat, terörü terk etmiş, müzakere yoluna ve bu yolla Filistin’de kurulan yönetime bağımsız devlet statüsü kazandırmaya çalışmış, bir noktaya kadar başarılı olmuştu. Ancak müzakere ve uzlaşma yolunu, ayrıca İsrail’in meşruiyetini reddeden Hamas bu politikaya tepki olarak kurulmuştur. Hamas’ın bir özelliği de Arafat’ın önderlik ettiği Filistin Kurtuluş Örgütünden (FKÖ) farklı olarak dini bir hüviyeti olması, Müslüman Kardeşlerin bir yan kuruluşu gibi gözükmesidir. Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin Hamas’a soğuk bakmasının nedeni kendi rejimleri için tehdit olarak gördükleri Müslüman Kardeşlerle bağlantıdır.
Savaşın en az birkaç hafta devam etmesi şaşırtıcı olmayacaktır. İsrail’e yapılan baskı savaşı bitirmesi için değil, sivil ölümlerinin asgaride tutulmasına yöneliktir. Tabii uluslararası toplumun gerçek niyeti hakikaten hayat kurtarmak olsaydı, Gazze nüfusunun önemli bir bölümünü, hatta belki tamamını Mısır’ın kontrolündeki Sina yarımadasına yerleştirmesini kabul etmesi için Mısır’a baskı yapardı. Bu kısmen yeni bir yük altına girmek, kısmen de İsrail’in işini kolaylaştırmak istemediği için Mısır’ın kabul edeceği bir yol değil. Ancak şimdiden Gazze’deki binaların %60-80 oranında yıkıma uğradığı düşünüldüğünde savaş bittikten sonra yıkılan binalar ve altyapı yeniden inşa edilinceye kadar bu insanların akıbetinin gerçekten dehşet verici mahiyette olacağına şüphe kalmamaktadır.
Ülkemize gelince, savaşın ilk başında temkinli hareket ettikten sonra iktidar belki bu savaştan içeride yararlanmak güdüsüyle belki de sempatiyle baktığı Müslüman Kardeşlerin Hamas ile bağlantılarından dolayı söylemini gittikçe artan ölçüde sertleşme yoluna gitmiş, Netanyahu ile en azından şimdilik köprüleri atmış ama fiiliyatta zaten bütün selefleri gibi bavulları hazır vaziyette oturduğuna şüphe etmediğim Tel Aviv Büyükelçisini geri çekmek ve sanırım THY seferlerine ara vermek dışında bir şey yapmamıştır. Hatta, Dışişleri Bakanı Fidan İsrail ile mevcut ilişkimizin Filistin davasına zararı olmadığını bile öne sürmüştür.
Bununla birlikte kanaatimce iktidar iki vahim hata işlemiştir. Birincisi Batı ülkelerinin terör örgütü olarak gördükleri bilinen Hamas’ı ulusal kurtuluş hareketi ilan etmiş olmasıdır. Oysa kendisi de en az kırk yıldır terör belasından mustarip olan ülkemiz dış dünyayı haklı olarak bu mücadelesine yetecek kadar destek vermemekle suçlamaktadır. Bu suçlamaları yapmak daha zor olacaktır çünkü Hamas’ın Türkiye’deki mevcudiyeti ve özellikle kendisine sağlanan finansal kolaylıklar tüm dünya basınının ve Batı hükümetlerinin dikkatinden kaçmamış, tersine uyarılar gelmeye başlamıştır. Yani sık sık dile getirdiğimiz çifte standart suçlamalarını maalesef kendimiz davet etmiş olduk. Oysa Hamas’a aleni bir şekilde bu kadar arka çıkmak ve ilan etmek hem gereksiz olup hem de ülkemizin denklemin dışına atılmasını sağlamaktan başka bir netice yaratmamıştır.
İkinci vahim hata soykırım kelimesinin ucuzlatılmış olmasıdır. Meslek hayatım boyunca bizim 1915 olayları olarak adlandırdığımız katliamların soykırım olmadığını ispat etmek için zaman zaman tüm meslektaşlarım gibi epey dil döktüğüm olmuştur. Gazze olayları sadece iktidar değil, çoğu muhalif medya tarafından soykırım olarak nitelenince Ermeni tehcirinin soykırım olmadığını iddia etmek artık o kadar kolay olmayacaktır. Gerçi ABD Başkanı Biden’in seleflerinden farklı olarak uzun bir aradan sonra bu olaylar için soykırım kelimesini kullanmasına karşın iktidarımızın tepkisiz kalması belki de o konuda sessiz sedasız bir politika değişikliğine gidilmiş olabileceğini, soykırım iddialarına artık eskisi kadar duyarlı olmadığımızı düşündürmektedir.
Gazze faciası başladığından beri iktidarın büyük başarısı tüm siyasi partileri ve kamu oyunun büyük bir bölümünü arkasına almasında yer almaktadır. Hiç beklemediğim insanlar ve çevreler tarafından iktidarın politikası sıcak bir şekilde övülüyor, onun söylemi paylaşılıyor. Ekonominin durumu, hukuksuzluk vs böyle bir ortamda gündemden düşüyor. İktidar bundan dolayı şüphesiz kendi kendini kutluyordur.