Freud’un çok ünlü sözü: “Kalabalık bir grubu birbirine sevgiyle bağlamak kolaydır, yeter ki onlara bir düşman verin.”
Cümleyi, “karşınızda bir düşman varsa bu sizi (grubunuzu, toplumunuzu) birleştirir” şeklindeki düz anlamıyla okumak bile ürpertici… Fakat “Bir topluluğun birbirine sevgiyle bağlanması için bir düşman şarttır” diye özetlenebilecek örtük anlamıyla okumak şüphesiz ki çok daha ürpertici… Çünkü cümle bu haliyle ‘düşman’ arayışıyla ‘sevgi ve güven’ arayışının aslında aynı madalyonun iki yüzü olduğunu ima etmiş oluyor.
Freud’un, sözünü esasen bu ikinci anlamıyla kullandığını söylemek yanlış olmaz. Ürpertici, evet, fakat insanın güven duygusunu, on binlerce yıllık gelişimi boyunca hep ‘düşman’ların varlığıyla birlikte idrak ettiğini düşünürsek modern insanın da medeniyetteki onca gelişmeye rağmen güven duygusunu inşa etmede bir düşmanın varlığına ‘ihtiyaç duymasını’ anlayabiliriz: On binlerce yıl boyunca güveni ancak ortak bir düşmana karşı dayanışmada bulan insanlar… Bunun bilinçdışı çok güçlü bir itki yaratacağı açık.
Bir düşmana karşı bilenmiş, haklılığına inançla bağlanmış linççi kalabalıklardaki her bireyin öbürlerine duyduğu kardeşçe sevgiyi düşünün; öyle hissederler, çünkü o bütünün bir parçası olarak, kişisel gündelik hayatlarında sadece özlemini duyabilecekleri yoğun güven duygusunun derin tatminini yaşarlar: Ortak ‘düşman’ın sağladığı güven ve dayanışma duygusu.
Öte yandan kötülüğün ve büyük problemlerin reel bir durum olarak var olduğu bir dünyada, kötülüğün kaynağı olarak suçlayabileceği düşmanı ya da düşmanları olmayanlar kötülüğü kendinde aramaya meyledebilirler ki bu da insan için, yaşadığı kötülük ve problemlere ek olarak yeni bir psikolojik yük anlamına gelir. Başa çıkamadığı tehlikeler algılayan insanlara o tehlikenin müsebbibi olarak bir ‘düşman’ sunulduğunda o düşmanı iştahla kabul etmelerinin altında yatan bilinçdışı etmenlerden biri de budur.
Tam yerine denk geldi: Kişisel bir öykü, hayatımın en çarpıcı tecrübelerinden biri
Tam burada, buraya kadar yazdığım soyut sayılabilecek şeyleri somuta indirgeyecek kişisel bir anımı paylaşmak istiyorum (bunu yıllar evvel başka bir vesileyle yine anlatmıştım):
24 Aralık 1978, Maraş’ta bir provokasyon sonucunda başlayıp Alevi katliamına dönüşen olayların beşinci ve son günüydü, o gün olaylar kanlı bir zirveyle nihayete ermişti.
O zamanlar üyesi olduğum Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin (TİKP) yayın organı günlük Aydınlık gazetesi akşam saatlerinde ikinci baskı yapmış, “Maraş’ta 500 ölü” manşetiyle çıkmıştı. O gün tahmini 100 kişilik bir grupla gazeteleri ‘işçi sınıfının merkezi’ Alibeyköy’de satmak üzere yola çıktık.
O zamanlar, 1960’tan beri yaşadığım Alibeyköy’ün merkezinde bir binanın ikinci katında çalıştırılan, çok dik ve dar bir merdivenle çıkılabilen bir kahve vardı. Ben ve dört-beş arkadaşım yukarı çıktık, masaların arasında dolaşarak, tahmin edebileceğiniz sloganların eşliğinde gazete satmaya başladık. Biraz sonra fark ettik: İçerde, bir bölümü eski mahalle arkadaşlarımız olan, fakat yıllardır selamı sabahı kestiğimiz 15-20 kişilik bir Dev-Sol grubu vardı.
Aşağıdaki 100’e yakın insanın varlığından habersiz, bizim hepi topu beş-altı kişi olduğumuzu düşünen grup bir anda çullandı üzerimize. Biz kendimizi korumaya çalışarak merdivenlerden aşağı koşmaya başladık, o arada kafamıza epeyce sandalye de yedik. Grup, bizi izleyerek aşağıya, binanın dışına kadar geldi ve orada 100 kişiyle yüz yüze kalıverdi.
Bir kişi hariç, grubun tamamı o ilk şaşkınlık anından yararlanıp kaçtı. Kalan bir kişi öfkeden deliye dönmüş kalabalığın içine düştü. Demir çubuklar birbiri peşi sıra yerde yatan ve bütün gücünü kafasına darbe almamaya harcayan o tek kişinin üzerine inmeye başladı.
16-17 yaşlarındaki Dev-Solcu genci korumak için kendimi boylu boyunca onun üzerine attım, bir yandan da ‘ne yapıyorsunuz, öldürmek mi istiyorsunuz’ diye bağırıyordum. Bizimkiler, davranışıma bir anlam verememiş, şaşkınlık içinde kalmışlardı. O birkaç saniye içinde yerde yatan gencin üzerinden kalktım, kalkarken de kulağına ‘hemen kaç’ diye fısıldadım. O da fırsatı değerlendirdi ve kaçtı.
Gazete satışı bitti, ilçe merkezine döndük. Amaç, gazete satışı eyleminin bir değerlendirmesini yapmaktı ama kimsenin öyle bir niyeti yoktu. Herkes benim “eylemimin” eleştirisinin derdindeydi. Bir “sosyal faşist”in hak ettiği cezayı almasını engellemiş, küçük burjuva zaafı göstermiştim.
Bu işin siyasi yanıydı, bir de psikolojik yönü vardı: O saçma hareketimle, ‘düşman’ın tek kişilik zayıf varlığıyla ‘bize’ sağlayacağı risksiz güven ve dayanışma duygusu imkânından ‘bizi’ mahrum bırakmıştım.
İnsanın en ilkel, en zaaflı duygusu üzerinden iktidar peydahlamak
“Hastalarına sahte teşhis koyup sonra da onları ‘tedavi’ eden doktorlar”dan söz edildiğini siz de duymuşsunuzdur. Ben duydum ama inanmadım ya da inanmak istemedim. Fakat doktorlar kızmasın, var ya da yok, bunu bir metafor olarak kullanıp bir soru soracağım: Halkına kendisinin asla inanmadığı sahte tehlikeler algılatan, deli bir propagandayla bunu inandırıcı kılan ve bu yolla iktidarda kalmanın hesabını yapan Erdoğan’la, hastasına sahte bir tehlike algılatarak para peşinde koşan doktor arasında fark var mı?
AK Parti toplumsal taleplere odaklı bir siyasi parti olarak doğdu, kabaca 10 yıl boyunca sadece ‘sıradan’ toplumsal talepleri karşılamayı amaçlayan ‘mikro’ bir siyaset izledi. Sonra yönetme zorluklarının da etkisiyle “dava” odaklı “büyük” siyasete yöneldi ve bu da kaçınılmaz olarak otoriterleşmeye yol açtı.
Sonrası (2016 sonrası diyelim) daha fena geldi. Bir kez bu yola giren bütün iktidarlar gibi ‘dava’ idealini ‘beka’ limanına demirledi. Sonrasında olanları biliyoruz. Toplumu ikiye böldüler: Ülke varlık yokluk savaşı verirken umurunda olmayan birileri vardı; onlar milli değildi, yerli değildi, teröristlerle ve dış güçlerle işbirliği yapan vatan-millet düşmanlarıydı. (Eski başbakan Binali Yıldırım dün (27 Nisan) Yozgat mitinginde “Bu seçim, işgalcilere karşı istiklal mücadelesi seçimidir” dedi.)
Fakat bu işin maestrosu tabii ki Erdoğan. Seçim kampanyasını tamamen “biz” ve “onlar” üzerine kurdu ve bunda ısrarlı görünüyor. (Bunu örneklerle açımlama çabasına girmeyeceğim; apaçık şeyleri kanıtlamaya çalışmak saçma olur.)
Ve geldik esas meseleye: Esas mesele şu ki, Erdoğan ve iktidarının gerçekte ülkenin bir varoluş sorunuyla karşı karşıya olduğu gibi bir düşüncesi, inancı yok. Peki ne var? Etkilediği insanları önce bunun böyle olduğuna ikna ederek, sonra da bu ‘tehlike’den onları yalnız kendisinin kurtarabileceğinin propagandasını yaparak saltanatını sürdürme hesabı yapan bir iktidar var: Hastasına önce sahte teşhis koyan, sonra onu ‘tedavi’ eden bir doktor gibi…
Siyaseti “iktidarda kalma sanatı” diye tanımlayanlar var; kötü, berbat bir tanım, hadi bunu kabul ettik diyelim, ama onlara bile sormak lazım: Bu tarzda mı?