Türkiye’de siyasetçilerin yazı-çizi işiyle başlarının pek bir hoş olduğu söylenemez. Bir döneme tanıklıklarını, kritik hadiselere dair fikirlerini ve teşrik-i mesai yaptıkları diğer aktörlere ilişkin hissiyatlarını paylaşan siyasetçi, maalesef, az bulunur. İşte Samet Ağaoğlu da o az bulunan isimlerden biridir. Bir siyasetçi olarak milletvekilliği, bakanlık ve başbakan yardımcılığı gibi ağır vazifeleri icra etmesinin yanında çok sayıda anı, inceleme ve öykü kitabına imza atmıştır. O, hem etkili bir siyasetçi hem de velut bir yazardır.
Ağaoğlu, güçlü ve kıvrak kalemiyle hayatını bir nevi kayıt altına alır, yaşadığı olayları ve tanıştığı şahısları kendi penceresinden gelecek kuşaklara aktarır. Kıymetli bir hizmettir bu. Hayat Bir Macera* adlı hatıra kitabında da, Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarının İstanbul’una rastlayan çocukluğu ile Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Ankara’da geçen ilk gençlik dönemini anlatır. Kitabı, 27 Mayıs darbesinin ertesinde müebbet hapis cezasına çarptırıldığı Kayseri Cezaevi’nde, 1963’te kaleme alır.
Samet Ağaoğlu, Türkçülük akımının önderlerinden Ahmet Ağaoğlu’nun oğludur. Babası Paris’te okurken Ahmet Rıza, Bahaeddin Şakir ve Doktor Nazım ile tanışır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen bu üç adı, Ağaoğlu’na İstanbul’a gelmesini ve beraber çalışmayı teklif ederler.
Teklifin üzerinden geçen sürede Ağaoğlu tahsilini bitirir ve Osmanlı İmparatorluğu’nda da İkinci Meşruiyet ilan edilir. İktidarın dümeninde artık Ağaoğlu’nun dostları vardır. Dostlar arasında mektuplar gider gelir ve nihayetinde Ağaoğlu, 1909’da Kafkasya’yı bırakır, Bakü’den İstanbul’a doğru yola çıkar. Böylece Ağaoğluların Türkiye macerası başlar.
Ağaoğlu ailesinin beş çocuğu vardır. Baba Ahmet Bey, pederşahi bir karaktere sahiptir. Gelenek ve göreneklerine bağlıdır, sinirlidir, hiddetlidir, serttir. Samet, 20 yaşına kadar babasından dayak yer. Sevgisini uluorta göstermeyen ama evinin rahatı ve çocuklarının iyi bir eğitim alması için de her türlü cefaya katlanan bir babadır Ağaoğlu Ahmet. Anne Sitare Hanım ise, eşinin tersi bir mizaçtadır. Yumuşaktır, sakindir, dengelidir. Samet’in kişiliği, bu iki kutup arasında şekillenir.
“Kaba bir Diyarbakır şivesiyle kavgacı”
Ahmet Ağaoğlu, İstanbul’a gelir gelmez hemen bir ev ve bir bağ satın alır. Ev ve bağ edinmedeki aceleciliğinin nedeni, yeni vatanına bir an önce yerleşmek ve başkalarının gözündeki yabancılık hissinden kurtulmaktır. Mollagürani’deki ev, kısa sürede Türkiye’nin kaderine tesir etmiş birçok ismin uğrak mekânı olur. Halide Edip’ten Hamdullah Suphi’ye, Ziya Gökalp’ten Nezihe Muhittin’e, Yusuf Akçura’dan Ömer Seyfettin’e, Abdullah Cevdet’ten Celal Sahir’e kadar birçok şöhret, eşleri ve çocuklarıyla birlikte, küçük Samet’in ilk tanıdıkları ve hatırladıkları olurlar.
İyi bir gözlemcidir Samet, gözlerini misafirlerinin üzerine diker. Görünüşlerini, giyim kuşamlarını tasvir eder. Halide Hanım’ın yüzü beyaz ve solgundur, bakışları hep melankoliktir. Yusuf Akçura’nın sakalı, sesi ve gözü bir arada titrer. Celal Sahir, zayıf ve çöküktür, yanakları renksizdir. Nezihe Muhittin, iri gözleriyle sürekli şaşkın şaşkın bakar millete. Ziya Gökalp, durmadan terleyen yüzüyle ve şişman vücuduna dar gelen ceketiyle utangaç bir duruş sergiler.
Samet’in keskin bakışları, sadece babasının arkadaşlarının üzerinde değil, onların ailelerinin de üzerindedir. Dedikodulara kulak kesilir, kimin kim için ne dediğini bilmek ister, çevresindekilerin birbirleri hakkındaki düşüncelerini öğrenmeye çalışır. Mesela annesi, “Bana yaraşmıyor” diye eşini boşayan Abdullah Cevdet’i hiç affetmez, onun boylu poslu ve geveze yeni hanımına da asla yüz vermez.
“Bir kadın, şu Ziya (Gökalp) Bey’in karısı Naciye hanım. Zayıf, kuru, bir ayağı kalçasından kesik ve takma, yüzü bıçak gibi, ince, uzun, esmer, üstelik çiçek bozuğu. Ağzında ancak birkaç diş var. Saçları karma karışık. Kaba bir Diyarbakır şivesiyle kavgacı. Başta kocası, herkesi çekiştiriyor, açık saçık hikâyeler anlatıyor, buna Ziya Bey’in ona nasıl âşık olduğunu da katıyordu. Bu yalan değil, bir gerçekti. Ziya Bey akrabası olan bu hanımı severek almış, üç kızları olmuş, kendi de evin içinde sessiz sedasız onun emrine girmişti.” (s. 44)
Okul çağı geldiğinde babası, Samet’i yatılı olarak Galatasaray’a yazdırır. Ancak Samet, Galatasaray’a ısınmayınca okuldan alınır. Babası önce ona evde okuma-yazma öğretir, sonra da onun kaydını Selanikliler tarafından kurulan ve kız-erkek karma eğitiminin verildiği Fevziye Mektebi’ne yaptırır.
Okulun ilk günü bir çocuk yanına gelerek “Sen, Kürt müsün?” diye sorar. O da kekeleyerek “Hayır” der. Çocuk gülerek kaşına dokunur ve “Kürtsün ya! Kaşlarının kalınlığından belli!” diye üsteler. Samet sinirlenir, üzerine atladığı çocuğu yere yuvarlar ve tekmeler. Arkadaşları Samet’i zor zapt ederken yerdeki çocuk kalkar, üstü başı toz içinde koşarken bir yandan da bağırır: “Kürt olmasan böyle vahşi olur muydun?” (s. 49) Sonradan o çocukla sıkı dost olurlar, fakat bu kavga Samet’in ruhunda derin bir iz bırakır ve o günden sonra mecbur kalmadıkça kavgadan kaçar.
“Enver Paşa, Enver Bey’i öldürdü”
1917 Rus İhtilali’nin ardından Enver Paşa, kardeşi Nuri Bey’i Kafkasya’yı kurtarmakla görevlendirdiğinde yanına siyasi müşavir olarak Ahmet Ağaoğlu’nu da katar. Bu, Ahmet Ağaoğlu’nun rüyalarının gerçek olması demektir. Hep hayalini kurduğu gibi Azeri Türkleri, Osmanlı Türklerinin silahlarıyla esaret zincirini kıracak, padişah ve halifenin bayrağı altına girecektir.
Samet Ağaoğlu, babası ve arkadaşlarının saf bir idealizm peşinde koştuklarını vurgular. Evlerinde sürekli Türklükten, milliyet ve din birliğinden, Batı uygarlığından bahsedildiğini ama bunların içindeki tezatların görmezden gelindiğini belirtir.
“Bu tezatlar bir vecizenin içinde toplanmışlardı: ‘Türk milletinden, İslam ümmetinden, Batı medeniyetinden olmak!’ Zaten Tanzimat’tan bu yan gelip geçmiş idarelerin en büyük hüneri vecize bulmaktan ibaretti. Mollagürani’nin tahtaları kararmış, eski evleri ortasında Ağaoğlu Ahmet’in evi, böylece saf, hayalperest bir idealizmin sembolü oldu.” (s. 54-55)
Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nu büyük bir acze düşürür ancak Ağaoğluların evinde bu sefalet hali hiç hissedilmez. İmparatorluğun yaşadığı felaket, evin duvarlarının dışında kalır. Samet Ağaoğlu, 1960’lardan o günlere dönüp baktığında kafasında bir düşünce belirir. Ona göre, bir halkı belli bir hedefe ulaştırmak isteyenlerin, evvela halkı kendilerine inandırmaları gerekir. Halkı inandırmak ise, hayat biçimi ve koşullarıyla halktan olmakla mümkün olabilir. Aksi bir çaba beyhudedir.
“İttihatçılar samimi idealistlerdi. İleri gelenlerin hemen hepsi namuslu insanlardı, fakat halkın içinden çıktıkları halde halktan olamadılar. Enver Paşa’nın saraya damat olması üzerine Süleyman Nazif’in ‘Enver Paşa, Enver Bey’i öldürdü’ sözündeki gerçek budur. Ben Tanzimat’tan beri girişilmiş Batılılaşma hareketlerinin bu kadar yavaş gelişmesinin sebepleri arasında, yine halkın içinden çıkmış idealistlerin yaşama şartlarını halkın kazancına göre değil, devletin ve özel kaynakların sağladığı gelire göre düzenlemelerini de görüyorum. Hatırlıyorum, babamın I. Dünya savaşı sırasında mebusluk maaşı, bir kâğıt lira bir altın karşılığı olarak, yaklaşık yüz lira idi. O zamana göre büyük para. Hepsini de harcıyordu. Bu paranın sağladığı hayat seviyesi, halkın ortalama hayat seviyesinin çok üstüne çıkıyor, fakir Mollagürani insanların gözüne batıyordu.” (s. 55-56)
Ağaoğlu’na göre Türk idealistlerinin bu zaafı hiç bitmemişti. Millî Mücadele dönemine de, inkılaplara da, Atatürk devrine de bu zaaf damgasını vurmuştu.
“Gerçek bir Şarklı mürşit”
1918’de Ahmet Ağaoğlu, Kafkasya’dan İstanbul’a döner. Birinci Dünya Savaşı bitmiş, Osmanlı İmparatorluğu savaştan yenik çıkmış, İttihatçılar tutuklanmaya başlamıştır. Ahmet Ağaoğlu da diğer namlı İttihatçılar gibi tutuklanır, ilkin Bekirağa Bölüğü’ne konulur, akabinde Malta’ya sürgüne gönderilir.
Samet Ağaoğlu da 27 Mayıs’ta darbeciler tarafından tutuklanır ve müebbet hapse mahkûm edilir. Baba ve oğulun benzeşen kader çizgileri, Samet Ağaoğlu’nu bazı neticelere vardırır. Mesela; dostluğun, cesaretin, doğruluğun gerçeği ile sahtesinin asıl bu zor zamanlarda ayırt edilebilir olduğunun altını çizer. Hem babasının hem de kendisinin zamanında dostluğu rüzgâra -iktidara- göre yön değiştirenleri de görür, en güç şartlar altında kardeşlik elini uzatmaktan imtina etmeyenleri de.
Keza, kişi kendini hayatın merkezine koymaktan hoşlanır ama hayat o kişi olsa da olmasa da akar gider. Nasıl ki Ahmet Ağaoğlu hapiste ve sürgündeyken çocukları büyümüş ve kendi yollarını bulmuşsa, Samet Ağaoğlu da hapisteyken oğulları evlenmiş, kızı gelinlik çağına girmiş ve kendisi bir torun sahibi olmuştu. “Yaradılışın ana kanunu bu, ‘Bensiz olmaz, olamaz’ diye düşünsek de pekâlâ oluyor.”
Babası ve kendi dönemi arasında yaptığı karşılaştırmada Samet Ağaoğlu’nu en fazla kendilerine reva görülen muamele rahatsız eder. İttihatçılar ile Hürriyet ve İtilafçılar birbirlerinin can düşmanlarıydılar. İttihatçılar kendi iktidarlarında Hürriyet ve İtilafçılara dünyayı dar etmişlerdi. Hürriyet ve İtilafçılar da iktidara geldiklerinde İttihatçıları yakalamış, hapse atmış ve İngilizlere teslim etmişlerdi. Ama Hürriyet ve İtilafçılar, hasımlarına hakaret etmemiş, onları dövmemiş, onların ve ailelerinin izzet-i nefislerine dokunmamışlardı.
“Fakat ne hazin tecellidir ki, aradan yıllar ve yılar geçtikten sonra, aynı insanların çocukları birbirlerine tarihte örneği az görülmüş maddi ve manevi hakareti uygulamaktan çekinmediler. Dün ordunun başkumandanı, generaller, mebuslar, şairler, tarihçiler, yazarlar, yüksek memurlar, yüzlerce insan ayaklar altına alınarak dipçiklerle, tekmeler, tokatlar, yumruklarla, bir kısmının yüzü gözü kan içinde hapishanelerden hapishanelere sürüklendiler. Hâlbuki insan haysiyet ve şerefine saygı prensibi dillerde ve kanunlarda baştacıyıdı. Demek devlet şeklinde ve yazılı prensiplerde görülen ilerlemenin karşısında ruhlarda, zihniyette, düşüncede büyük bir gerileme olmuştu.” (s. 73-74)
Ahmet Ağaoğlu, 1933’te yayınlanan Malta hatıralarında birlikte sürgün olduğu kişilere dair kanaatlerine yer verir. Kimini sever, kimini sevmez. Hüseyin Cahit’ten, Süleyman Nazif’ten, Sadrazam Halim Paşa’dan, Ali Çetinkaya’dan hoşlanmaz; Rauf Orbay’ı, Kara Kemal’i ve Ziya Gökalp’i ise hoşlukla anar. Ağaoğlu ile Gökalp, milliyetçilik ve Batılılaşma dışında hiçbir görüşte anlaşamazlar ama yine de hep yakın dost olarak kalırlar.
“Ziya Bey gerçek bir Şarklı mürşit olduğunu o esaret yıllarında belli ediyor. Etrafında halka olup toplanıyorlar. O zaman zaman cezbe halinde konuşuyor, konuşuyor. Fikirleri insicamlarını kaybediyorlar; tezatlar içinde hükümler veriyor, bazen bir sözü diğerini tutmuyor, fakat kendini dinletiyor, yürekler daha rahat, gelecekten daha ümitli olarak dağılıyorlar. Babam, Garp’tan yarım yamalak bir Fransızcayla alınmış birkaç fikrin, Şarklı bir zekâ ve ruhun elinde böylesine tesirli hale gelmesine hayret ediyor. Gökalp’in kişiyi topluluk içinde ezen görüşlerine kızıyor. ‘Hem hürriyet uğrunda ihtilal yapmış, hükümdarı tahtından indirerek Meşrutiyet idaresi getirmiş insanlardan olacaksın hem de fert yok, cemiyet var. Hak yok, vazife var’ diyeceksin. Olmaz böyle şey! diye yazıyor. Ama Malta esirlerini manen ayakta tutan kuvvetlerden birinin Ziya Bey olduğunu kabul ediyor.” (s. 93-94)
“Bu memlekette tek bir adam var”
Ahmet Ağaoğlu, Malta’dan döndükten sonra hemen Hamdullah Suphi’ye Anadolu’ya geçmek istediğini belirten bir mektup yazar. Cevap tez gelir; ona beklendiği söylenir ve yol parası gönderilir. Ağaoğlu, Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürü olur. Ağaoğlu Ailesi de böylece İstanbul’dan Ankara’ya göçer. Ankara’daki ilk evleri, sürülmüş veya kaçmış bir Ermeni’nin bağ evidir. “Zaten Ankara bağlarının çoğunun sahibi Ermeni’ydi.”
Samet, Ankara’da babasının konumundan ötürü, Millî Mücadele’nin baş aktörlerini yakından tanır. Düşmana karşı hep beraber canlarını ortaya koyanların kendi aralarındaki iktidar mücadelesinin acımasızlığını, dün birbirleri için ölüme gidenlerin bir gün geçmeden kanlı bıçaklı olduklarını öğrenir. Kazım Karabekir’in Enver Paşa’yı, Mustafa Kemal’in de Kazım Karabekir’i itibardan düşürmek için babasına yazı sipariş ettiklerini görür. İktidar savaşını kaybedenleri nasıl trajik bir sonun beklediğine, Topal Osman hadisesinde, kendi gözleriyle tanık olur.
“Akşamüstü evden çıkarak Meclis’e doğru yürüdüm. Meclis’in önünde halk yığılmıştı. Uzun bir sehpanın çevresinde toplanmış insanlar süngülü askerlerin arkasından sehpadan ayaklarından baş aşağı asılmış bir ölüye bakıyorlardı. Yaklaştım. Şimdi tam hatırlamıyorum, ya sehpanın bir köşesine, ya cesedin bir yerine iliştirilmiş kâğıtta ‘Topal Osman’ ismini okudum. Karşımda iğrenç bir manzara vardı. Bir sehpaya böyle yaklaşmamıştım o güne kadar. Burnundan, ağzından kanlar sızan, yarı açık gözleri toprağa dikili garip bir baş… Osman Ağa’nın sehpada baş aşağı sallanışı aylarca gözlerimin önünden gitmedi.” (s. 167-168)
İnsanlara ve kendisine derinden bakmaya Ankara’da alıştığını söyler Samet Ağaoğlu. Kişiliği burada oturur, ilk defa burada gerçek manada babasını tanıma fırsatı bulur. Babası, fikirlerine ve Mustafa Kemal’e güvenir. Fikirlerinden ödün vermez, Hâkimiyet-i Milliye’deki başyazılarında Batıcı görüşleriyle muhafazakâr camianın tepkilerini çeker. Mustafa Kemal, siyaseten onu geri çekince araları bozulur, Ahmet Ağaoğlu en büyük desteğinden yoksun kalır. Kalemi kırılır, kürsünden uzaklaştırılır ve yüreği buruk bir şekilde hayata veda eder.
“Burada Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir gün Büyükada’da, Kulüp’te babama söylediklerini yazacağım: ‘Ahmet Bey, bu memlekette tek bir adam var, sen de onunla döğüşmeye kalkıyorsun!’ Babamın nasıl bir kavga adamı olduğunu bu cümle anlatıyor değil mi? İşte ben babamın bu karakterini henüz fark etmeye başlıyordum. Onun bu mizacının ilk hedefi olan çevre, elbette kendi ailesiydi. Ben de bu aile içinde dördüncü evlat!” (s. 154)
Samet Ağaoğlu’nun hayat macerasında, çalkantılı bir dönemin bilindik isimleriyle alakalı birçok anekdot ve şaşırtıcı bilgiler de var. Dolayısıyla bu kitaba, salt bir kişisel anı kitabı olarak değil, yakın tarih okumalarını zenginleştirecek bir kaynak olarak bakmak gerekir.
* Samet Ağaoğlu, Hayat Bir Macera, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2013.