Seçimler bitti. Öyle peşin peşin “Hayırlı olsun” filan demeyeceğim. “Âdettendir” de dense,
sonuca saygı niyetine bir mırıldanma da olsa gönlüm razı değil. Bu ortamda bana birçok nedenle anlamsız, hatta tuhaf gelen bu dileğe itibar edemiyorum.
Muhatapların umurunda mı, o da hiç dert değil. Tavşanın dağa küsmesi bazen sanat gelir bana, bazen kendince zıp zıp direniş. Bu koşullarda“Hayırlı olsun”dan imtina etmek, sadece düşüncelerin değil duyguların da ifadesi olan dile saygıyı, ihtimamı da içeriyor.
Hele ki içine, çevresine hakareti, yalanı, iftirayı, baskın bir huy olarak kabalığı hevesle alabilen “iktidar dili” diye bir mefhumdan söz ediliyorsa… O dilde ayrımcılığın her maddesi, her türü sektirmeden, keyifle kullanılıyorsa… Bunlara dayalı pervasız bir “dil savaşı” (da) sürdürülüyorsa… Bununla demokratik mücadelede dile gösterilen özenin her kelimeye sinmesi gerekiyor. Ama sindirmeye de uygun olmalı.
Bu ortam bir dil sınavı
“Hayırlı olsun” dememem, kötü temennilere, beddualara girizgâh değil. O hayra yoramadığım dilin alâmeti. Bu ortam bir dil sınavı aynı zamanda… O sınavda heyecanlanıp duygularımı “Tanrının rahmetinden, af ve merhametinden mahrum olma, karşıdakinin bu af ve merhametten mahrum olmasını dileme” anlamına gelen “Lanet olsun”la filan da dökmeyeceğim elbette.
Öyle bir söylemin peşinde, hevesinde değilim. Hissiyatımı hiç haz etmediğim bedduanın davetkâr çağrısıyla yahut kör, habis bir öfkeyle dışa vurmuyorum. Niyetim de o değil asla. Zaten fazlasıyla, en habisiyle öfke üretiyor fabrikası; bayileri her yere dağıtıyor.
Anlık bir duygunun asi, romantik ifadesi, sloganı, hezeyanı da sayılmaz. Bu tutumumun hem muhakememe, vicdanıma dayalı, hem de duygusal nedenleri, birikimi var. Tek tek değinmeye, “Hayırlı olsun”u iliştiremediğim bu koca tabloyu hatırlatmaya, özetlemeye çalışacağım.
Hayrın şahsa özel hâlleri
Ülkemizde her sonuca, her eyleme, alışverişe “Hayırlı olsun”u eklemek âdetten. Mesela apaçık, koskoca bir yolsuzluğun, yasaları hiçe sayan pervasız bir usulsüzlüğün “alış-veriş”ininin bile finalde “Hayırlı olsun”a bağlandığına tanık olsam hiç şaşırmam. Öyle bir kurguda “hayır”ı da onlar tanımlıyor, hayrını da onlar görüyor nihayetinde.
Öte yandan/yakadan kasaptan kıyma, marketten peynir alana da “Hayırlı olsun” denirse, yine yadırgamam. Oradaki “hayır standardı” da o eşiğe iniyor belki. Vurgusunda bazen, hafiften iğneleme de olsa, o da o iki kelimelik dileğin şahsa özel kullanım haznesinde. Zira niyete, iktidara ve kullarına göre de tonlaması, mânâsı değişebiliyor.
Her türden iktidar, makam sahiplerinin zaten görevi gereği yapması gereken hizmeti halka bir lütuf gibi sunmasına olanak veren “Hayırlı olsun” kibri de sık gördüğümüz bir şey mesela. “Bakın size neler bahşediyorum”un usturuplu, örtülü ifadesi. Bunun o hizmeti asla kullanamayacak halka bahşedildiği, topluma değil şahsa, ulusal gelire, kâra değil zarara hizmet ettiği durumları saymazsan usturuplu tabii.
Niyet ve dileğin mâkuliyeti
Belki hayata iyice yerleşmesi dindarlığın, muhafazakârlığın görünürlüğü, yaygınlaşan diliyle de ilgili. Ama kullanımı onunla sınırlı değil. Her alana, her şeye taşınabilir bir temenni, bir alışkanlık, kolayından bir nezâket ifadesi. Nezâketi iki kelimeyle savdığını düşünenler için de ideal.
Lâkin o temenni kalıbı karşındakinin niyetiyle mâkuliyet, normallik kazanıyor. Pompalı tüfek alan birisine “Hayırlı olsun” demek, esnafının lafzında, alışveriş teranesinde bile abes, ötesi tehlikeli düşündüğünde. Hele asıl niyet “pompalı tüfek”in örneklerini her gün gördüğümüz sokaktaki işleviyse, orada dilenen “hayır” zaten hayırlara vesile değil.
Mevzu bir anda o alışverişi, tüfeğin öyle işlevlerini dil alışkanlığıyla da olsa hayra yoranın zihniyet meselesine dönüşüyor. Sonra da sosyal medyada “hasım”a, “düşman”a, “kâfir”e, “sapkın”a, “öteki”ne pompalanmış gözdağı verenlerin boy boy fotoğraflarını görüyoruz. Hem de “hayırlı bir iş, makbul bir amaç” adına… “Takipçi” sayısı dilerim sosyal medyadaki görünür rakamlardan öte yükselmiyordur.
“Şerdeki hayır”ın mâliyeti
Seçimlerin ardından “Hayırlı olsun” derken de önce ülkenin geldiği/getirildiği hâle, o hâlin mimarlarına, “niyet”e bakmak gerekiyor. Öyle bakınca “Hayırlı olsun” rutininden kurtulmak, eğer varsa bir temenni, beklenti, talep, onu peşin peşin hayırlara vesile etmeden ortaya koymak, bana daha mâkul ve gerekli görünüyor. “Hayır” sonraki mesele…
Tamam… Nezâket, medeniyet gereği ama dile rutininden, ezberinden öte dikkat etmek, kelimelerin hakkını vermek, her konuda kıymetli. Bir görev… Bu örnekte hayrı, “Her şerde bir hayır vardır”da aramanın mâliyeti bile çok yüksek. Şer dediğin bitmiyor ki… Öyle ya da böyle bir “hayır” zor yani.
Tamam… Özellikle politik figürlerin seçim sonuçlarıyla ilgili “Hayırlı olsun” demesi âdetten.
Karşılıklı saygı, karşılıklı kabul demokrasisi öyle bir olgunluk imasını gerektiriyor. Tabii demokrasinin en tartışmasız gereklerinden birisi olan seçimlerde, demokrasinin, adaletin, eşitliğin, saygının işlediği/işletildiği, durmadan çekiştirilmediği, hırpalanmadığı koşullarda. Elde kaldığı varsayılan demokrasiye az biraz güven ortamında…
“Terbiye etme”nin anlamları
Bu âdet, dilek, “devlet terbiyesi”nde bir alışkanlık da… Öyle denir hep. Ama o da muhatabında, o söylemde öncelikle öyle bir terbiyenin olduğunu varsaymayı gerektiriyor. Ötesi o “terbiye”nin bazı hâllerinin, “terbiye etme”nin devlet, iktidar ve kullar açısından ne anlama geldiği/gelebileceği de malum.
Son yıllarda iktidarın her yere uzayan koyu gölgesinde, her konuda yarattığı haklı endişeyle yapılan seçimlerin ardından “Hayırlı olsun” demek, sonuca o duygularla bir nevi iltifat etmek, bana göre insanın da, demokrasinin de doğasına eziyet. Bu koşullarda aklına da, duygularına da ters.
Son yerel seçimlerin hâlini, “zarf manevrası”nın “kazanılan” belediyelerin meclislerinde hâlâ ödenen bedelini/kelepçesini, o “Hayırlı olsun”un âkıbetini unutmadık herhalde. Mühürlü-mühürsüz oyların “mevzuat”ı, İstanbul’da yerel seçimi 800 bin oy farkıyla kazanan Ekrem İmamoğlu’nun âkıbeti bile meçhul, iki dudak arasında.
Öğreticiliği de nafile…
Son seçimin aritmetik sonucunu elbette kabul ediyorsun. Ama bu kabulü “Hayırlı olsun”la ifade etmek mütekabiliyet de isteyen bir mevzu. Günlük hayat da öyle… Mesela hayatında, çevrende terbiye sınırlarını devamlı, bilinçli, pervasız bir tutumla aşan, bunu amaç edinen birine, ona uymadan, kendi stilinle, edebinle karşılık vermeye çalışıyorsun. Ama “Sağlık olsun”, “Ziyanı yok” gibilerinden mırıldanmak başka bir şey. Bende iki kelimeyle de olsa sırtını sıvazlama duygusu yaratıyor.
Böyle bir ortamda lüzumu da yok. “Hayırlı olsun”ununu karşındakine bir şeyler öğretme niyetiyle, incelikler adına söylüyorsan da nafile. Zira bu hiç bilmedikleri/görmedikleri bir şey değil bilip de itibar etmedikleri, amaca giden yolda bilinçli olarak kullanmadıkları, gerek de duymadıkları bir “ayrıntı”, toplumsal bir tasnif.
Dilekten mahrum etmek
O tavrın hâkimiyetindeki iletişimden hayırlı, sağlıklı bir sonuç beklemek çoğu kez boş. O uç iletişimde onu en azından göstereceğin itibarından, iyi dileklerinden, “âdettendir”inden kendince mahrum etmek daha uygun.
Öyle bir tutuma, davranışa “dil alışkanlığı”yla bile olsa katılmadığını/katlanmadığını, “âdettendir”in âdetlerine öyle gönül işi bir onay vermediğini ortaya koyarsın. En azından gönlün ferahlar, boynunu büküp o terennüme uymaz, nağmesiyle benzer “makam”dan o koroya katılmazsın.
Eğer hayatından çıkar(a)mıyorsan ille kaba davranman da gerekmiyor. Her şeyin farkında olduğunu ve bunu çok önemsediğini hatırlatmak, mesafeni hissettirmek de yeterli. “Hayırlı olsun” böyle bir stile de uymuyor. Bir tür “onay” hissi veriyor o “âdet”.
“Mütekabiliyet”in önemi
Kişisel örneklerden seçimlere gelirsek, yine mütekabiliyet… Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı oy oranıyla bu ülkenin yarısını temsil eden muhalefet, iktidar bloğunda bırakın yarım ağız bir tebriği, bir nebze itibarı, -lafta da olsa- hüsnü kabulü göremiyor çoğu örnekte.
Yeri geldiğinde, hamaset öyle gerektirdiğinde seçim 85 milyona “Hayırlı olsun” ama pratikte kaale aldıkları “nüfus” öyle değil. Yarı yarıya… Muhalefete bir hayır dileği, bir dirhem saygı, itibar yok. Tam tersi…
Ekranlarda sık karşılaşılan örnekleriyle “iktidar dili”, tutumu seçim öncesinde, sırasında nasılsa aynı sertlikte, fütursuzlukta. Bazılarının kibrine, alaycılığına, tüm süreçte ter döke döke, eleştirdikleri, dalga geçtikleri 6’lı masayı, kendi cephelerinde ilkeden azade 7’li masa yaparak kazanmanın “zafer”i de ekleniyor artık. İktidarlarını beş yıl daha uzattıkları için kişisel/çevresel tuzu kuruluğu, yamanan cesareti de…
“Maalesef demokrasinin gereği”
Oysa seçime giden sürecin adil, demokratik, çağdaş, eşitlikçi, taraflara saygılı olması demokrasinin asgari tarifi. Olmazsa olmazı… “Elde o kaldı zaten” diyeceğim ama onu tarif gereği, biçimsel bir ifadeyle demek bile ince işçilik istiyor. Olmadı muhalefetin seçimdeki haklarına lafın gelişi, bir dirhem saygı gösterirsin, en azından öyle bir “hakları” olduğunu birkaç kelimeyle, yarım ağızla kabul edersin. Bazısı buna bile gerek duymuyor, sözünü bile küçümseyerek, “mecburen” ediyor.
Örneği yüzlerce ama en günceli, itirafın “en samimi”siyle yetineyim. Ulaştırma Bakanı Adil Karaismailoğlu Trabzon’da demokrasinin elde kalan “karakatür”ünden bile dert yanıyor: “Bir tarafta Recep Tayyip Erdoğan gibi bir dünya lideri var. Bir tarafta ise karşısında maalesef demokrasinin gereği olarak bir aday, rakibimiz var. Aslında ikisinin yan yana koyulması abesle iştigal ama demokrasinin zorunluluğu.”
Bu sözler maalesef önümüzdeki günlerde iktidarın “demokrasi vizyonu” hakkında da fikir veriyor. Adalet, eşitlik, düşünce ve ifade özgürlüğü, hak, hukuk, gelir dağılımı, toplumsal hayat gibi abesle iştigal meseleleri fazla dert etmeyeceklerine dair yeterli bir sicil, kuvvetli bir endişe zaten var önümüzde.
Seçim nasıl kazanıldı?
Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’na, muhalefete ülkenin “ulusal” TRT’si, ellerindeki tüm kanallar kapatılıyor, yaptıkları her açıklamaya trol müfrezeleri saldırıyor, çarpıtma, iftira, yalan, montaj, dezenformasyon -sıradan- seçim mühimmatı sayılıyor. Üstelik hâlâ, kazandıktan sonra bile bu tavrın sürmesinde beis görülmüyor.
SMS hakkı bile engelleniyor. Cumhurbaşkanı adayı, ana muhalefet partisinin lideri, SMS atamıyor. Ama iktidara seçim yasaklarına rağmen seçim günü bile öyle bir sınırlama yok. Seçimde devletin tüm olanaklarından yasa-mevzuat dinlemeden yararlanmak, devletin, milletin kaynaklarını seçim finans kurumu gibi kullanmak filan da abes değil.
Meclis’in üçüncü büyük partisinin kapatılma, ismi Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayları arasında seslendirilen belediye başkanının cezaevi tehdidinin altında, sandık güvenliğine ilişkin son derece haklı, gerçek endişelerle, feci emsalleriyle gidilen bir “seçim”. Hangi birini sayacaksın.
Ezber, tevekkül ve hayır
Gidişatta hayırlı rötuşlar, düzenlemeler beklemek bile fikrimce zor. Çünkü çözüm böyle olmamayı, varlığını öyle koruyan o düzeni, o sistemi değiştirmeyi gerektiriyor. Orasına, burasına makyajla olmuyor. Rötuş fotoğrafı değiştiriyor aslını değil. Ötesi ardındaki “niyet” önemli.
Böyle bir umudu birkaç gün korumak için “es” bile vermiyorlar. RTÜK kazanılan seçimin üzerinden 48 saat geçmeden muhalif kanallar ve gazeteci Çiğdem Toker hakkında inceleme başlatıyor. Medya gruplarının yine el değiştireceğine dair söylentiler de sıradan. İktidarın dilinde ötekileştirmeler, montaj kasetlere gösterilen itibar berdevam.
Seçim sonuçlarını elbette kabul ediyorum. Ama bu manzarada, devamının bir şekilde geleceği belli olan “düzen” projeksiyonunda “Hayırlı olsun” demeyi zül buluyorum. En medeni örneğiyle bile başımıza gelenlerde payı olan bir ezberin, tevekkülün, yerle bir hâliyle “kader”in, “âdettendir”in, o yorgun alışkanlığın dili yahut dil sürçmesi olarak görüyorum.
“Âdettendir” de değişti
Laftan ibaretse yahut bir iletişim gerekliliğini, nezâketi karşıdakine göstermekse o bile bu koşullarda sorunlu. “Hayırlı olsun”, hayra yorulacak küçük bir umut, beklenti de isteyen bir dilek. Ülkenin bu manzarasında günlerin hayata her alanda ne getireceği de kabaca belli. Bunca yılın “aldığı” şeyler aynen yerine mi konulacak… Hangi hayır?
Seçimlerden sonra “Hayırlı olsun” demek “âdettendir”se… Âdeten, âdettendir diye geçiştirilen, katlanılan bazı şeylerin bu ülkede bireye, düşüncesine, duygularına, hatta duruşuna yükü, kamburu da ortada. Ötesi bu düzende âdetler de değişti, “âdettendir” kalıbı da bambaşka âdetlere dönüştü. “Bu iktidarın âdeti” diye bir mefhum, ötesi bir tür kabul yerleşti(rildi) topluma. Nasıl “Hayırlı olsun”?
Yaratılamayan duygular
Sadece düşüncelerim değil duygularım, hissiyatım da böyle. Ve bu ortamın duygularla da ifade edilmesi gerekiyor. Bu, insanı akıldan, muhakemeden uzaklaştıran duygusal bağların anlaşılması, ayırt edilmesi için de yararlı belki. Ve her zaman aklın duygulara feda edilmesiyle açıklanamıyor. Misal, muhalefet için seçimi kazanma duygusunun yaygınlaşması hayati bir meseleydi. Bu duygu yeterince, hakkınca yaratılabildi mi, o da tartışılıyor.
Sürekli saldırgan duygulara hedef olmak, mukabele etmek aynı duygu dilini şart kılmıyor şüphesiz. Ama mukabelede duygu yokluğunu, duygusal arınmayı da işaret etmiyor. “Duygularına hâkim ol” duygu geçirmez bir kalkan değil ayara açık bir filtre. Bir arada yaşamak için duyguların onarıcı diline de ihtiyaç var.
Duygu muharebesi…
“Sandıkları patlatacağını” vaat eden iktidarın duyguları patlattığı bir taarruzla mücadele edildi üstelik. Aklın, muhakemenin, gerçeklerin cephesi öyle (de) tahrip edildi. İktidarın yarattığı, asgari gerekleri bile yerle bir eden “duygu muharebesi”nin karşılığı, elbette farklı bir stille/dille ama demokrasiden taviz vermeyen bir duruşla, o duyguyla verilebildi mi, o da tartışılıyor.
Belki aklın yolu da, çözümleri de yeterince izah edilemedi yahut duygulara yeterince hitap etmedi. Bilemiyorum. Duygusal çöküntünün, travmanın kıyısında, öyle enkazların ortasında, hele bir ittifakın içindeysen bu kolay da değil.
Farklı görüşlerin bir arada olduğu seçim ittifaklarında düşünce uzlaşmasının yanında duygu birlikteliğinin, duygu kontrolünün de önemli olduğu açık. Hele konu böyle bir seçimse… Ortak duyguların içselleştirilmesine, duygusal emeğe, duyarlılığa, sebata, bu donanımın da gücüyle çözülmemeye ihtiyaç var. Özeleştiriye imkân tanıyan, eleştirileri kaale almayı kolaylaştıran duygusal olgunluğa da… Tahrip edici değil sağlıklı, onarıcı eleştiri olması kaydıyla. O dil için de duygusal olgunluk gerekiyor.
Duygu dünyaları farklı
Üstüne sürekli bir değersizlik duygusunun yerleştirilmesine, her yolla, ısrarla üzerine, kimliğine o etiketin yapıştırılmasına örgütlü bir çaba gösteriliyorsa… Bir taraftan da iktidarın yarattığı “değer”lerle donatılan rakiplerinle boğuşuyorsan… Duygularını insanî duyguları tahrip ederek ambalajlayan, nefreti tek duygu kılmaktan medet uman bir düzende duygusal derinlik de gerek.
Güncel manzarada duyguların, kapsamı sınırsız genişletilen/etiketlenen “duygusal”ın da hakkı yeniyor fikrimce. Hadi yenilsin de, bazen çok kolay, kestirmeden, toptan yeniyor. Göreceli gerçekliğin “iki farklı kamp”ta yarattığı bazı duygular bile teferruat sayılıyor mesela.
İkiye bölünen toplumda duygu dünyaları arasındaki fark da seçimde yeterince hesaba katılamadı ya da hatalı, bir o yana, bir bu yana savrulan taktiklerle pürtelaş hesaba alındı. İktidara yapışık ya da yakın duran farklı duygu dünyasının, hayatların analizini salonumuzun aynasında yaptık belki. O aynanın arkasındaki dünyayı yakından göremedik.
Muhakeme yaman mesele
Cumhurbaşkanlığı seçiminde tereddütsüz muhalefetin kazanacağını varsaymanın, duygulardan, toplumsal duyguların hatalı yahut eksik, tek boyutlu analizinden azade seyrettiğini de söylemek güç. Kendi duygularından medet ummak kuşkusuz hatalı ama bu ortamda çok da garip değil belki. Ortamın “Bu kadarı olmaz” duygusuyla, akla ziyan bir gidişatla ifade edilebildiği bir ülkede muhakeme de yaman mesele.
Bu ortamda, toplumda düşünceleri sorgulamak yetmiyor, duyguları, ona dayalı kanaatleri de sorgulamak, irdelemek gerekiyor. Zira hayat öyle bir muamma; bilme sanatının yanında hissetme sanatı. Duygu dünyası pas geçilemez. Ve duygularım da “Hayırlı olsun”a kapı aralamıyor.
YAZI RESMİ: James Hoff, The Audience (Seyirci), 1991.