Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına başlıklı romanı Türkiye solunun 50 kuşağı ile 68 kuşağı arasındaki gerilimi bir aşk hikayesi üstünden anlatır. Elbette devrimci genç kadın Günsel, devrimci mücadelede hayal kırıklıkları yaşamış, kenara çekilmiş ve küçük burjuva yaşamının konforuna gömülmüş Kenan’a aşık olacaktır. Başka türlüsü düşünülemez.
Bir Gün Tek Başına, yüzeysel bir temadan yola çıkmasına rağmen yazıldığı dönemin panoramasını filtresiz yansıtır. Ağır tempolu bir anlatıdır, ama ne ateşli bir devrim tutkusuyla okurunu kışkırtır ne de öfkeli bir toplumsal eleştiriye kapılıp ağzından köpükler saçar… 60’ların heyecanı üstünde basık, bunaltıcı bir hava tasvir eder Türkali- romanın her satırında bu ‘bunaltı’ halini sezeriz, yaşarız.
Sanırım Bir Gün Tek Başına’nın en az konuşulan yanlarından biri romanda ara sıra karşımıza çıkan ‘nükleer savaş’ kaygısıdır, romandaki adıyla ‘Baba’ diye bilinen – muhtelemen Türkali’nin Hikmet Kıvılcımlı’dan esinlenerek yazdığı – yaşlı devrimci şöyle der:
Bu atom çağında, Amerikan üsleriyle donattılar ülkeyi. Şaka değil bu iş!.. Birkaç yıl önce Bulganin’in bir mesajı vardı bunlara; biliyorsunuz, üç tane hidrojen bombası bizi millet olarak haritadan silmeye yetiyor.
Bulganin kim mi? 1955-58 yılları arasında Sovyetler Birliği’nde başbakan olarak görev yapan tanınmış bir bürokrat. Ben de bunu Wikipedia’dan öğrendim, ama muhtemelen 60’larda ismi hala akıllardaydı. Romanda bu nükleer savaş korkusu karakterlerinin bilinçlerine işlemiştir, gündelik hayatın akışı içinde düşüncelerine karışır:
Allah kahretsin, düştükçe düşüyor insan. Bu pis hava daha da karartıyor. Demek
atom patlayınca…
Ya da:
– Sormayın, dedi Kenan, sabahtan beri… Sustu, Hatice Hanım aldı hemen:
– Bunca yıllık İstanbulluyuz, ne gördüm, ne duydum böy-lesini. Garip bir hava.
– Fransızlar Büyük Sahra’da atom denemesi yaptılar, şubattaydı sanırım. Onun
döküntüleri belki de… Öyle geldi bana.
60’ların nükleer savaş endişesi Vedat Türkali’nin şahsi takıntısı değildi. HBO yapımı olan Mad Men dizisinin 13. bölümü ABD’ye büyük bir korku yaşatan Küba Krizi meselesiyle ilgilidir. Dr. Strangelove gibi filmlere değinmeme gerek yok herhalde…
Basık, bungun hava… Rahatsız bir iklim, griye çalan gökyüzü… Soğuk savaşın kalın kabuğu ülkenin üstündedir.
Bizim edebiyatımız bu konuda zayıftır ama Dünya edebiyatı ve sineması yüzlerce örnekle doludur.
Soğuk Savaş büyük ölçüde nükleer savaş başlıkları ve kıtalararası menzile sahip roketlerle ilgiliydi. Amerikan Bilim İnsanları Federasyonu’nun verilerine göre halihazırda Dünya’da 12.000’den fazla nükleer başlık olduğu tahmin ediliyor… ABD ve Rusya muazzam bir nükleer envantere sahip… Her iki ülkenin 5000’in üstünde başlığı var. İsrail’in 90, Kuzey Kore’nin ise 50 kadar nükleer başlık sakladığı tahmin ediliyor. Bilinmeyenler de var… İran’ın nükleer silahı var mı? Emin değiliz.
Bunlardan bir tanesi bile en küçük ihtimalle Hatay’da yaşadığımız deprem felaketi seviyesinde zarar verebilir. Küçük olanları elbette! Hidrojen bombaları romandaki Baba’nın söylediği kudrete sahip…
Yakın zamana kadar nükleer savaş tehlikesini unutmuştuk. 90’lar boyunca ‘bavul ticareti’ ve ‘Nataşa’ geyikleri Rusya’yla ilgili gündemimiz olmuştu. 11 Eylül’den sonra güvenlik meselesinde birinci sırayı dünyanın dört bir yanında pıtırak gibi ortaya çıkan terör örgütleri almıştı. Ukrayna savaşıyla birlikte nükleer gerilim yeniden tırmandı. Üstelik bu sefer terör dehşetinin sosuyla yeni ve büyük bir belirsizlik alanı yaratıyor. Nükleer silahlar terör örgütlerinin eline geçmez mi? Belki… Ama nükleer silahlara sahip olan bir devletin terör örgütlerinin eline geçmesi o kadar imkansız değil… Yakın tarihte rejim değiştiren, halkları esir alan terör örgütleri görmedik mi?
IŞİD’in üstlendiği Moskova saldırısı ile belki de bir eşiği daha aştık. Biliyorum, IŞİD’in bir çeşit CIA ya da MOSSAD kurgusu olduğunu akıl edecek kadar zekisiniz. Ama ya dünya sistemi sizin kadar zeki insanların düzenli komplo planları üstüne işlemiyorsa? Ya terör örgütleri gerçekten orada burada yapılanmış, istihbarat örgütleriyle psikopatların arasında dalgalanan kontrolsüz kanserojen hücrelerse? Ya nükleer tehlike satranç değil de tavla oyunuysa?
Nükleer silahlanma tehlikeli ama cazip bir oyun… Nükleer silahları olan bir ülkeye askeri operasyon düzenlemeye kalkmak akıl kârı değil. Sanılanın aksine büyük güçlerin kontrolündeki teknoloji bile kıtalararası roketleri 100% etkisiz hale getirmeyi garanti etmiyor.
80’lerde nükleer başlıkların azaltılması adına Sovyet lideri Gorbaçov ile ABD başkanı Reagan arasında pek bir sonuca varmayan pazarlıklar olurdu. Bu sürecin sonunda Doğu Bloku ve Sovyetler Birliği büyük bir çöküş yaşadı. Sovyet cumhuriyetlerinin asma kilitle korunan depolarındaki zenginleştirilmiş uranyum stoklarına ne oldu? Bir kısmının ABD tarafından tespit edilip ele geçirildiği söyleniyor. Orada burada kalan bir şeyler var mıdır? Ama korkmaya gerek yok, Rusya bütün depoları temizlediğini açıklıyor. İçimiz rahatlayabilir.
İnsanlığın bu yıkıcı teknolojiyle imtihanı da hiç güven vermiyor. Çernobil felaketinin akıl almaz bir ihmaller zincirinin sonucu olduğunu yeni öğreniyoruz. Japonya gibi bir teknoloji yurdunda yaşanan Fukuşima felaketi açıkça bu tür bir gücü kontrol edecek sorumluluğa sahip olmadığımızı göstermiyor mu? Savaş dışında bir amaçla kullanıldığında bile nükleer güç doğru yönetilmesi gereken bir güç…
The Economist gibi Batı kaynaklı yayınlar Putin’in nükleer silahlara başvurma ihtimalini oldukça zayıf görüyor. Ama tabi, adı üstünde Batı kaynaklı… Putin bir Batılı gibi mi düşünüyor? Bunu bilemiyoruz. Açıkçası nükleer savaş pek öyle hazırlanılabilecek bir şey de değil… Hele bizim için durum hiç iç açıcı değil, bırakın güvenli sığınaklara ya da rezervlere sahip olmayı, şehirlerimiz 6 şiddetinde bir depreme bile hazır sayılmaz.
Nükleer savaşı muhtemel görmüyorum, ama ciddiye alınması gereken bir risk olduğunu da gözden kaçıramayız. Ukrayna savaşıyla birlikte bu risk çağımızı bir çeşit ‘ılık’ savaş sürecine dönüştürmüş gibi görünüyor. Dünyanın tüm sathına yayılan şiddeti değişken vekalet savaşları artıyor. Taraflar daha belirsiz, sis daha yoğun… Buna bir de bilgi akışının yapay zeka ve sosyal medya yoluyla manipüle edildiği akıl oyunlarını ekleyin.
En azından şunun için sevinebiliriz: Yakında 60’ların heyecanlı soğuk savaş kurmacalarını hatırlatan kitaplar yeniden raflara dizilir. Klasik ajan hikayeleri toplumsal paranoyadan beslenirdi. Yeni hikayelerin gıdası ne olacak? Şizofreni?