Filmlerdeki ilk öpüşme sahnelerinde, sinema salonlarındaki seyirci yahut oyuncu aşklarda gezinen yazı dizisinde geçen pazar sıra bir zamanların “Sinema Sözlüğü”ne gelmişti. Oradan devamla, çoğu unutulan kelimelere, deyimlere sinemadaki mevkilerden, sınıf sınıf biletlerden başlayabilirim. Her şeyin başı “mevki”.
Çocukluğumuzda kapalı sinemalarda sosyal tabakalaşma, “mevki”ler bilet fiyatlarıyla matbu. Ama bugünkü kadar adlı adınca değil. Kabaca “Salon”, “Balkon” işte… Millete açıkça “Sen önemsizsin” demiyorlar en azından.
VIP diye “çok önemli kişiler”le, CIP diye “ticarî önemli kişiler”le, havaalanı yolunda da çakarıyla -çakarak- bunaltan “hızlı geçiş hakları”yla yerin durma hatırlatılmıyor. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” orada gereksiz ama dil alışkanlığıyla ya da uçakta aynı kutuya konunca o bile sıradan.
Kutu içinde kutular…
Sinema o kadar değil tabii. Nihayetinde herkes sinemaya aynı kapıdan giriyor, aynı gişede-fuayede bekliyor, bir zamanların “sınıf sınıf” sinemalarını, localarını, “kutu içindeki kutu”larını saymazsan vezir de piyon da yine aynı kutuya konuyor.
Geçen ay “Sinemaya muhtaç olan kuşaklar” yazımda birkaç cümleyle değindiğim localar esasında ayrı bir yazıyı hak ediyor. Bizzat yetişemedim ama sözlü-yazılı tarihine göz attığımda bile efsane. Localar bir dönem sadece -başta İstanbul- büyükşehirlerin kapalı sinemalarında değil “Anadolu”da, yazlık sinemalarda da yaygın. Beyi ağası orada da belli.
“Sınıfsal”ın filmatik tarihi
O yıllarda sinemalarda herkesin yeri-sınıfı (ap)ayrı: “Birinci mevki -diğer adıyla hususi-, ikinci mevki –diğer adıyla duhûliye-, balkon, balkon fotöy, lüks koltuk, birinci sınıf loca, ikinci sınıf loca, loca benyuvar (baignore-yerkatı locası), parter ve paradi”. Gişenin önünde “Ben kimim, yerim neresi” hesabına, felsefesine dalsan filmi kaçırırsın.
“Sınıfsal ayrım” onunla da bitmiyor. Cumhuriyet Gazetesi’nin5 Haziran 1942’deki haberinde sinemalar da üç sınıf. En pahalı biletle en ucuzu arasındaki fark da büyük; 12.5 kuruştan 250 kuruşa kadar çıkıyor; o günün rayiciyle kişi başı 5-6 kilo et fiyatı…
Uçurum derin olunca “Tenzilatlı Halk Matineleri” de var. Yoksulları (Milli) Tayyare Piyangosu’nun yanında sinema çekilişleriyle de sevindiriyorlar. Hediyesi “mevsimlik loca bileti”, gramofon. (¹) O günleringözde nağmesine uygun hediyeler; “Lüküs hayat, lüküs hayat /Bak keyfine yan gel de yat”tan bir kuple.
“Sınırı aşma-yasak bozma”
Localarda, yani “kutu içinde kutu”larda çevrilen filmler de gazetelerin, halkın dilinde. 3 Mayıs 1930’da Cumhuriyet Gazetesi’ne yansıyan haber mesela: Yozgat’ta Jandarma Bölük Komutanı Yüzbaşı Kemal B.’nin ihbarıyla polis tiyatro locasında rakı içenleri basıyor. Ekmekçi Akif, bakkal Akif ve Şaban oğullarından Mustafa’yla münakaşa yaşanıyor, halk da iştirak edince kıyamet kopuyor. (¹)
“Sınırı aşma-yasak bozma” imkânıyla locaların filmde-sinemada öpüşmenin sözlü tarihinde gezinen yazı dizime katkısı da çok tabii. “Yazsam roman olur” diyeceğim ama olmuş zaten; birçok romanın alçak-yüksek tansiyonu oradan.
Hulki Aktunç’da “localarda iki küçük koltuk yatağa döner”, “sinema sapkınları”, “loca hastası kodamanlar” orada kol gezer, Aziz Nesin’in “Gol Kralı” romanına ayrı bölüm olur, Hüseyin Rahmi Gürpınar’da “çiftehane”, Yusuf Atılgan’da “ucuz randevu evi odacıkları” diye anılır, muharrirler makalelerinde “paranın insana her hakkı verdiğine inanan insanlar”a locaları örnek gösterir. (¹)
Kurguda en önde ama…
Yitip gitse de, bizim zamanımızda da sinemalardaki koltukların, sandalyelerin hepsi kendinde hikâyeli, hepsinin hikâyesi farklı. Seyredilen film aynı da olsa “görüş”, “duruş-oturuş-pozisyon” değişebiliyor. Yazı dizimde gelecek pazara kalan “Açıkhava”, herkesi aynı sandalyede oturtan “halk” sinemalarında bile “donanım”, “lojistik” farklı.
O günlerin Sinema Cep Sözlüğü’ne de “Duhûliye” ile duhul olmak daha yerli yerinde. Zira en önde o, nâm-ı diğer “Birinci” var. Lâkin “Köylü milletin efendisidir”, “Emek, alınteri kutsaldır”la kurguda önde, “dizi dizi inci-birinci” filan da olsa, hayatta arkalarda.
“Duhûliye” ve kişilik gelişimi
Duhûliye’nin sözlük anlamı “Ücret karşılığı girilen yer, eskiden gümrükte alınan vergi”. Sinemada ise ön sıralardaki en ucuz koltukların, biletlerin adı. Bugünkü tecrübemiz olsa “Vergiyi de onlar mı veriyor, sadece onlardan mı alıyorlar acep” diye düşünürdük belki. En ön sıralar garibana, “asgarî” hayatlara da uygun, salonda “Arkadan, teyzenin -Farah Diba modeli- saçından göremiyorum!” diye sızlanan çocuklu ailelere de… Bazı sinemalarda kalkınca kendiliğinden kapanan koltukların üstüne tünemek rahatsız, alta konan paltolar, mantolar kifayetsiz.
Sinemada en öne oturan çocuklar daha çabuk büyüyor, ruhen de boy atıyor fikrimce. “Filmlerdeki hayatlar”ın, “çevrimiçi hayat mektebi”nin daha içinde, burnunun dibinde… Okulda, sınıfta da öyle miydi, sanmam. Disiplinin “gözetimi altında”, her an otoriteyle göz göze olmak farklı. Seni “karatahta”ya yazan işbirlikçi sınıf mümessilleri çoğu kez en ön sıralarda yetişiyor.
“Birinci”yle toplumsal ayar
Duhûliye’nin adı belki Öztürkçe kalkışmasının da etkisiyle sonradan “Birinci” oluyor. Yeşilçam’da kendince Öztürk Serengil de deniyor. “Öztürkçe” diksiyon “Şepkemin altında, kelaj, yeşşee…” filanla bir ara dile daha çok, daha çabuk yerleşiyor sanki.
Zira “Seçkinci” değil “Halkçı”. Halk “gösterimin 21.00 oynatımına” değil “filmin 21.00 matinesine/seansına” gidiyor, Çalıkuşu Feride’nin “özyaşamöyküsel” çevirimine değil hayat hikâyesine, kaderine ağlıyor.
Zaten bence o koltuklara “Birinci” denmesinin asıl nedeni fakirler alınmasın, öfkelenip iktidara da duhul olmaya kalkışmasın diye… En ucuzundan sigarada da aynı mantık; “Birinci”… Esasında “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış kitle” masalı sigaranın dumanında da dağılıyor. “İkinci”, “Üçüncü” adlı-markalı sigaralar da çıkarıyorlar. “Asker(cik) Sigarası” bile var; bir dönem bedava, maaş yerine onu veriyorlar. Efkârı -duman duman- dağılsın.
Tütünün ne kadar atığı, kırpığı, sigara boyunda kıymığı varsa içinde. Soğan koktuğunu hatırlıyorum, her şeye soktuğumuz burnumuz yanıltmıyorsa… Birinci’ni tüttürürken onlara bakıp şükrediyorsun hâline, avuntu (sosyal)psikolojisi: “Bizden beteri de var…” Havası da ayrı, bir ara sol tiryakiliğin altıncı parmağı. Halka ineceksin ama o kadar da değil…
“Balkon”dan “aşağıdakiler”e…
“Birinci”ye tâlim edenler sinemaların balkonundan, tepeden daha küçük görünüyor. “Otur da enseni görelim”in keyfini çıkarırken, filmleri de balkondan daha mesafeli, “sinemaskop” seyrediyorsun. En önde oturanlar gibi boynun da tutulmuyor. Yokuş aşağı koltuk eğimi nedeniyle başkalarının kafası da görüş–bakış açını bozmuyor üstelik.
Daha zengin çocuklar, gençler “Balkon”da oturup Duhûliye’de, Salon’da, yani “aşağıda” oturan daha fakirlerin kafasına leblebi bile atabiliyor, ışıklar sönünce. “Sarı gazoz”ları boğazına kaçıyor gülmekten.
Leblebinin piyasası
Film-gazoz-beyaz leblebi sinemanın üç ası… Bizim zamanımızda madeni “1 Türk Lirası” ile hem bilet, hem markasız “Sade gazoz” alıp, cebine de biraz beyaz leblebi koyabiliyorsun.
Filmi gazozunun içine leblebi atıp içerek izlemek, ekstra sinema keyfi. Belki leblebiler yumuşadığı, tatlandığı, belki de gazozu köpürttüğü için heves uyandıran moda. O da bir tür “piyasa yapmak”… Tarz, stil, nohut kadar da olsa ayrıcalık.
Leblebinin piyasası sınırsız o zamanlar. Beyazı-sarısı bir yana… Rakı-leblebi Ata yadigârı, bozalara atılanı gelenek, Çorumdan çıkanı medar-ı iftihar. Şekerle kaplananları ayrı efsane. Tozu bile satışta… Mevsiminde “Taze nohut” da yiyorsun, pıt pıt. (Düşünüyorum da bir zamanlar ne kadar “Yeşilmişik”…)
“Frigo buzzz” efsanesi
Film aralarında ilk kelimesi kısa, ikincisi kelimesi uzatılarak satılan, folyo benzeri ambalajında buz-dondurma-kakao karışımı lezzet ise bayağı ayrıcalık. Hand Made… (“El değmeden yapıldı, jelatine sarıldı” reklamları sonradan.) Sadece sinemalarda satılıyor.
Sade gazoz ve leblebiye oranla daha pahalı olduğu için “imrenme objeleri” arasında. Bugün “(k)andırıkları” olsa da evsafı, kıvamı, buz gibi sütlü kakao benzeri lezzetiyle o da nostalji kapsamında: “Onun da tadı kalmadı azizim, ağzımın tadını da kaçırdılar.”
“Gölge oyunu” kaçınılmaz
Film başlarken perdedeki gölge oyunu ayrı gösteri. Makinist Dairesi’nden salona uzanan ışık huzmesine elini-kafasını uzatan her yaştan çocukların gölgeleri heyecanı, sabırsızlığıyla hoş. Filme daha başlamadan “dâhil” olmanın da ispatı, hevesi belki.
Zaten çocukluğumuz “Cin Ali”den çok, gölge oyunu üstadı “Hayâlî Küçük Ali” misali geçmiş. Nerede fener, mum bulsak duvarda gölge oyununa sarıyoruz, ellerimizle kedi, tavşan, deve, dik kulaklı köpek yapıyoruz. Bulduğu her şeyle oynayanlar kuşağı.
Film başladıktan sonra gelenlerin perdeye düşen gölgeleri ise homurdanma sebebi. Sahnesi-perdesi yüksek olmayan sinemaların seyircileri bu durumdan özellikle muzdarip. Ayrıca açıkhava sinemalarında “sahne”de dolaşmaya alışanlar, kapalıda da bunu deniyor bazen. Esas oyuncu gölgede kalıyor. Gecikip, yerine geçerken tüm sırayı ayağa kaldıranlar ise “milli sabır”a emanet.
“Yer gösterici”nin hayatı film
Sinemalardaki “yer göstericiler”e gezinmek, boş bulduğu yere oturmak serbest tabii. Filmleri bedava ve defalarca izleyebildikleri için bir dönem özenilen elemanlar. Hulki Aktunç’un “Bir Yer Göstericinin Hayatı” kitabındaki gibi; “Filmlere Kapılıp Gitme Çağı diye bir çağ olduğunu kesinlikle bilen” insanlar.
Sinemasına göre bıçkın, filmden de olsa görmüş geçirmiş gençler… Çoğunlukla bahşişle hizmet verdikleri için öne meyleden “duhûliye” tayfasını şıp diye ayırt ediyor, görmezden geliyor çoğu. Bahşişi sinema bütçesine eklemek istemeyenlerin “Oğlum, biliyorum ben yerimi, hadi işine (E, işi o aslında)” elektriğine de rastlanıyor arada.
Yer göstericiler bazen sinemadaki karanlığa sığınarak sarmaş-dolaş koklaşan çiftlere yöneltiyor ellerindeki fenerin huzmesini… Oysa “densizlikten değil yersizlikten” çoğu. Özellikle mini etek furyasında fenerin “gösterici” işlevinin de değiştiği konuşuluyor “hep fesat” halk arasında. Sinemayla bir dönemin flörtte “ayna tutmak” âdeti de, “ışık tutmak”la çeşitleniyor. (Bakınız her şey hep “gölge oyunu”.)
En uzunu en güzeli
Bu kadar aşkı, duyguyu, aksiyonu, heyecanı, macerayı bir anda, kısa sürede vermek zor tabii. Türkiye 1966’da 241 filmle dünya uzun metraj film üretimi sıralamasında 4. sırada. Ama film sürelerindeki metrajı öyle değil. Yeşilçam leb demeden leblebiyi anlatamasa, başrol oyuncusu avucuna alıp seyirciye defalarca gösterse de, negatif film mâliyeti nedeniyle o konuda da cimri. Anlayanlar anlamayanlara anlatıyor nasıl olsa. “Film anlatıcılığı” diye de bir şey var o zamanlar.
Hollywood’da o da farklı; gişesi sağlamsa derdi değil. Gişe rekoru kıran filmlerin çoğu 2.5-3 saat. Yönetmen derdini uzun uzun anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın bir günü bile “En Uzun Gün (The Longest Day)” adıyla üç saat.
Filmin adı “Rüzgâr Gibi Geçti”, süresi 3 saat 58 dakika! Titanik’in gerçekte 2 saat 40 dakikada battığı söyleniyor, filmi 3 saat 14 dakika. Tarihî film dedin mi zaten alıp başını gidiyor. “On Emir” 3 saat 40 dakika; 20-30 emir gibi geliyor seyrederken. Ben-Hur da ona yakın. Elizabeth Taylor’lı “Cleopatra”, “Arabistanlı Lawrance” 4 saate uzuyor. “Harp ve Sulh”un ilki 3 saat 28 dakika. Sovyet yapımı olanı 6 saat 55 dakika. Barış uzun sürüyor tabii.
Öyle ki o filmlerden bazısını alıp yıllar sonra dizi yapıyorlar. Üç saat 17 dakikalık “Spartaküs” mesela; 2010’larda üç sezon 33 bölüm. Yazılarımda, yazı dizilerimde ben de “uzun uzun anlatma”nın konforuna kapılıyorum genellikle. Gelecek pazar açıkhavada devam edeceğim.
“CEMİYET HAYATI”NDA FARKLI KUYRUKLAR
Sinemalar bilet kuyruğuyla da ünlü o zamanlar. İlgi büyük olunca “karaborsa kuyruğu” bile var. “Karaborsa bilet”in o günlerde sıradan olması da sinemanın tarihi önemi açısından kuvvetli ipucu. Öyle ki 11 Şubat 1968 tarihli Hürriyet’in başlığı “Sinema karaborsacıları Emniyet Müdürüne bilet satmaya kalktı”.
Eşiyle sinemaya giden Emniyet Müdürü Muzaffer Çağlar Kadıköy’de karşılaştığı bu duruma çok sinirleniyor. Polis ekipleri alarma geçerken, halka da gazete aracılığıyla Emniyet Müdürlüğü “Telsiz Kumanda Merkezi”nin telefonu duyuruluyor: “Hemen arayınız, en geç beş dakika içinde polis ekipleri sinemaya intikal edecektir.”
Ankara’nın sözlü tarihinde hem Diş, hem de “Düş Hekimi” Yalçın Ergir’in yazılarının, kitaplarının yeri ayrı. Kadim Ankara sevdalısı, kent tarihinin emektârı Ergir başka kuyrukları da hatırlatıyor:
“Kızılay’daki Ulus ve Ankara sinemalarının ardından Ankaralı işadamı Kazım Güven 1949 yılında Büyük Sinema’yı açıyor. Atatürk Bulvarı’nda yan yana, ama zıt yönlere ilerleyen 50-60’şar metrelik iki kuyruk olurdu. Piknik’ten çıkıp Büyük Sinema’ya gitmek için kuyruğa girenler ve Büyük Sinema’dan çıkıp, Piknik girişindeki sarı Carpigiani dondurma makinesinden spiral dondurma almak için kuyrukta bekleyenler…
Büyük Sinema’da konserler de verilirdi. Münir Nurettin Selçuk, Ankara’da sadece Büyük Sinema’da konser verirdi. Geleceğin büyük sanatçıları olacak Nesrin Sipahi ve İnci Çayırlı da kendisine eşlik ederdi. Konserlerden sonra mutlaka Kazım Güven’in Büyük Apartman’daki evine gidilirdi.
Güven, Zeki Müren’i çok severdi. Hep yabancı film oynattığı, yerli filmleri ayrıca işlettiği Gölbaşı Sineması’nda gösterime soktuğu halde, Büyük Sinema’da yerli film olarak bir tek Müren’in filmlerini oynatırdı. Cem Karaca’nın, Barış Manço’nun konserlerinde sadece salon değil, çıkış koridorları bile adam almıyor, bazen koridordaki camlar kırılıyordu.
Büyük Sinema’da konser verenler arasında Dario Moreno, Mark Aryan, Sylvie Vartan-Johnny Hallyday (İki konser), Dizzy Gillespie, Dave Brubeck, Pepino di Capri gibi yabancı sanatçılar da var. Tam konser öncesinde yırtılan Pepino Di Capri’nin pantolonunu, Kazım Bey’in o sırada öğrenci olan kızı Ayşe dikecekti.”
(¹) Aydın Çam, “Âşıkların Yuvası, Sinemanın Locası: Sinema Mekânlarının İçsel Ayrımlarından Biri Olarak Locaya ve Locanın İşlevlerine Tarihsel Bir Bakış”, Galatasaray Üniversitesi İletişim Dergisi, 2023.