Daha sonrasında Hollanda kraliçesi sıfatıyla tahta geçecek olan Prenses Beatrix’in 59 yıl önceki düğünü, Birleşik Krallık’taki gibi kıyafetler, mimikler, düğün davetlilerinin değil; protestoların konuşulduğu bir törene ev sahipliği yapmıştı. Zira genç prenses gönlünü, Alman asıllı eski bir Nazi’ye kaptırmıştı. Alman soylusu Claus van Amsberg, birçok Alman gibi Hitler gençliğine üye olmuş, Nazi derneklerinde çalışmıştı. Her ne kadar devlet tarafından görevlendirilen tarihçiler nişan öncesi Nazi damadın herhangi bir savaş suçunda katkısı olmadığını tespit edip evliliğe onay verse de solun yükseldiği 60’lar Avrupası, özellikle Naziler tarafından çok değil 20 sene önce işgal edilmiş Hollanda için bu durum pek de normal değildi.

Nitekim; 300 bin Hollandalı evliliğe karşı imza vermiş, polisin müdahale etmek zorunda kaldığı büyük gösteriler düzenlenmiş, düğün kortejine sis bombası atılmış, halk “Claus defol” sloganlarıyla evliliğe tepki göstermişti. Demokratik bir ülkede varlıkları doğal olarak sorgulanan ve halkın vergileriyle lüks içinde yaşayan kraliyet ailesinin Nazi bir damat getirmesine siyasetçiler de öfkeliydi. Bu siyasetçilerin başında da klasik sağcı liberal Halkın Özgürlük ve Demokrasi Partisi (VVD) üyesi gazeteci Hans Gruijters geliyordu. Monarşinin kaldırılmasını savunan Gruijters; liberal demokrat bir düzende halkın vergileriyle Nazi bir prensin düğün masraflarının karşılanmasını reddetmiş, tüm elitlerin özellikle siyasetçilerin hizaya dizilmesi beklenen düğüne katılmak istememiş, bu nedenle sözde “liberal” partisi tarafından kınanmış, bunun üzerine de partisinden istifa etmişti.

Gruijters uzun bir süredir partisini sağa kaymakla suçluyor, Hollanda’nın mezhepler ve siyasi mahallelere bölünen kutuplaşmış bir toplum olmasından rahatsızlık duyuyor ve radikal bir demokrasi reformuyla seçim sisteminin, siyasi düzenin yenilenmesini savunuyordu. Hollanda, sekülerleşmenin arttığı 60’lı yıllara kadar “sütunlara” bölünmüş bir toplumdu. Protestanlar, Katolikler, sosyalistler ve liberaller; kendi mahallelerinden dışarı çıkmıyor, kendi gazeteleri, kendi dernekleri, kendi sendikaları, okulları hatta kendi futbol liglerinde kendilerine benzeyen insanlarla çalışıyor, konuşuyor ve evleniyordu. Siyaset de mezhepler ve bu siyasi mahallelere bölünmüş; partiler ne yaparsa yapsın aynı oyu aldıkları için meclis tıkanmış, birçok sorun kronikleşmişti.
Hans Gruijters mezheplere ve mahallelere bölünmüş bu siyasete tepkili farklı kesimlerden siyasetçileri, kanaat önderlerini bir araya getirdi ve yeni bir partinin kuruluşu için çalışmalara başladı. Amaç her kesimden oy alabilecek, sosyal devlet uygulamalarını ve fırsat eşitliğini de savunabilecek kapsayıcı bir sosyal liberal parti kurmaktı. Hans Gruijters ve Hans van Mierlo başta olmak üzere bir grup yazar, gazeteci, siyasetçi partilerinden istifa edip bir araya geldi ve 2 Temmuz 1966’da “Hollanda vatandaşlarına çağrı” isimli bir bildiri yayınladı.

“Biz politikacı değiliz ve olmak istemiyoruz, en azından şu aşamada” cümleleriyle başlayan bu bildiri, mezheplere ve sütunlara bölünmüş Hollanda siyaseti için baştan başa bir seçim ve siyaset reformu öneriyor, kimliklere göre değil rasyonel çıkarlara göre politikaların kurgulanmasını istiyor ve radikal demokratik bir vizyon ortaya koyuyordu.

Bildirinin ilk cümlesi hızlı bir şekilde kadük kaldı ve kendi mahalle duvarlarını aşarak merkezde buluşan bu bir avuç insan birkaç ay sonra bildirinin yayınlandığı yıla atıf yapacak şekilde Demokratlar 66 (D66) partisini kurdu. Sadece bir sene sonra düzenlenen seçimlerde ise sürpriz bir başarı elde ederek 300 bin oy aldı ve yedi vekille parlamentoya girdi. Bir daha da parlamentodan eksilmedi. Her seçimde neredeyse 10 civarında vekil aldı, hiçbir zaman birinci parti olmadı, fakat hem sağ hem sol ile çalışma kapasitesi nedeniyle herkesle koalisyona girebildi, ideolojik değil çözüm odaklı bir vizyon nedeniyle rasyonel bir siyaset izledi.

Partinin makus talihini ise D66’yı gençlere, özellikle sosyal demokrat kesimlere yaklaştıran ve Filistin konusunda en duyarlı Batılı siyasetçilerden biri olan Sigrid Kaag değiştirmeye yeltendi. Eşinin Filistinli olması, kadın kimliği nedeniyle aşırı sağ tarafından ailesi üzerinden sıklıkla hedef gösterilen Sigrid Kaag, partiye rekor oy kazandırdığı 2021 seçimlerinden sonra siyasetin toksikliğine dayanamadı ve istifa etti. Yerine 2021 zaferinde masaya çıkan Kaag’ın hemen arkasında coşkuyla seçim zaferini kutlayan genç siyasetçi Rob Jetten geçti.

38 yaşındaki Rob Jetten ise, Kaag’ın başlattığı hikayeyi zirveye taşıdı ve sosyal liberal D66’yı tarihinde ilk kez birinci parti yaptı, 26 vekil kazanarak Hollanda’nın ilk açık kimlikli eşcinsel ve en genç başbakanı olarak tarihe geçme şansı yakaladı. Trumpların dünyasına sosyal liberalizm ile ince bir ayar verdi.
TikTok’u alan seçimleri kazanır mı?

Daha önce partide vekil danışmanlığı yapan hırslı bir genç olan Rob Jetten’in D66’nın başına gelmesi, Hollanda müesses nizam siyasetin çökmesine denk gelmiş, İslamofobik ve İsrail destekçisi aşırı sağcı faşist Geert Wilders’in her seçimde oylarını zirveye taşıması endişeleri arttırmıştı. Nitekim bu yükseliş karşısında merkez sağ VVD’nin başındaki Tunceli doğumlu Dersimli göçmen Dilan Yeşilgöz, oy kaygısı nedeniyle partisini aşırı sağa çekmiş, göçmen olmasına rağmen göçmen karşıtlığına savrulmuş, İsrail’in en sıkı propagandacısına dönüşmüştü.
Rob Jetten, daha önce partisinin içerisinden koptuğu VVD’nin bu savruluşunu bir fırsata çevirdi ve aşırı sağ ile hükümet kuran VVD’yi sert bir şekilde eleştirmeye başladı. VVD aşırı sağ ile hükümet kurduktan sonra bu hükümeti yürütememiş ve hükümet önce göçmenler daha sonrasında ise İsrail’e yönelik olası yaptırımlar nedeniyle çıkan uzlaşmazlık neticesinde iki kez dağılmış, ülkeyi erken seçimlere götüren geçici hükümetin bile dağılması Hollanda tarihinde bir ilk olarak kayda geçmişti.
Rob Jetten, merkez sağın aşırı sağ ile kalktığı dansın kötü bitmesini fırsat bildi ve hükümetin dağılması üzerine düzenlenen erken seçimlerde kendisini görüşlerinden ve tabanından taviz vermeyen bir lider profili çizdi. Tam da bu nedenle bütün seçim boyunca yükselen aşırı sağın antitezi olarak kendisini gösterdi.

Özellikle merkez sağın aksine seçmen kaybetmemek adına göçmenleri hedef göstermedi, Dilan Yeşilgöz gibi hem ikircikli hem de sahici olmayan bir tutum benimsemedi. Bu nedenle merkez partilerden kopan seçmenler veya aşırı sağın yükselişinden endişe duyanlar için iyi bir alternatif oldu.
Bunun yanı sıra özellikle sosyal liberal ideolojiyi çok iyi bir araç olarak kullandı. Hollanda gibi liberalizmin güçlü olduğu bir ülkede orta sınıfı yüksek vergilerle veya sermayeyi kısıtlamalarla ürkütebilecek sola alternatif oldu hem de fırsat eşitliğini umursamayan sağ liberallerden daha makul durdu. Bu noktada özellikle dezavantajlı gruplara, gençlere ve çalışan orta kesime yönelik çok somut vaatler açıkladı. Eğitim koşullarının iyileştirilmesi, konut sıkıntısının engellenmesi için 10 yeni akıllı kentin inşa edilmesi, sağlık alanındaki sosyal düzenlemelerin artması gibi hem teknoloji hem özel sektör yatırımcılığı hem de sosyal refah devletini birleştiren projeleri çok sade ve net bir şekilde anlattı.
Bütün bu süreçte özellikle yüzbinlerce kişinin katıldığı Filistin gösterilerinin düzenlendiği Hollanda’da Filistin davasının da bayraktarı oldu. Yeşiller ve sol koalisyondan çok daha net ve “amasız” bir şekilde Filistin’i destekledi. Yürüyüşlere katıldı, İsrail’e AB ve Hollanda’nın yaptırım uygulamasını talep etti. Hatta İsrail’e BM kararıyla askeri müdahalede bulunulmasını seçim bildirisine ekledi. Gazze’deki katliamı çok net bir şekilde soykırım olarak tanımlayan Rob Jetten, böylece özellikle gençler ve Müslüman azınlıkların ilgisini çekti, sandık çıkış anketlerine göre de sol kesimden ciddi anlamda oy aldı.

Rob Jetten’in bütün bu süreçte yaptığı en önemli şey ise bütün bu farklı duruşunu ve vaatlerini, TikTok’ta eğlenceli videolarla, kısa içeriklerle, net ve bir iki kelimelik sloganlarla anlatması oldu. Kampanyasının ana sloganlarından biri de Obama’nın “Yes, we can”ini andıran “Evet, mümkün” sloganıydı. Kısa vaatlerini açıkladıktan sonra mitinglerde toplanan kitlenin bu sloganla bağırması ve herkesi yaşanacak dönüşüme demokratik bir şekilde davet etmesi de D66’nin radikal demokrasi vaadiyle oldukça uyumluydu.
Böylece Rob Jetten, Trumpların hakim olduğu bir dünyada Trumplara taviz vermeden ve farklı kesimleri bir araya getirmeye odaklanmış bir ideolojinin bayraktarlığını yaparak hem sağ hem sol seçmenlerin oyunu kazandı, ilk kez partisi D66’yi birinci parti yaparak tarihi bir sonuç elde etti ve %17 ile birinci oldu.
Rob Jetten’in parlamenter sistemle yönetilen Hollanda’da çok partili bir mecliste istikrarlı bir koalisyon kurup kuramayacağı veya birbirinden nefret eden sağ ve sol partileri bir araya nasıl getireceği meçhul. Özellikle koalisyon görüşmelerinde İsrail politikası tartışılırken VVD’nin lideri Dilan Yeşilgöz’ün yaptırımlara karşı çıkacak olması ise bu topraklardan bakılınca ciddi bir utanç. Fakat her şeye rağmen Jetten şimdiden büyük bir şey başardı bile. Dünyanın tepetaklak yuvarlandığı bir dönemde bu küresel karabasana kısa bir mola vermek isteyenlere sahici ve büyük ihtimalle uzun soluklu bir nefes alma imkanı sundu.
Başka bir yol mümkün
Her ne kadar Rob Jetten, sloganını kullansa da Filistin gibi konularda pek sesini çıkarmayan Obama’nın aksine çok daha sahici biri. Sadece kimlik siyaseti yapmıyor, elbette eşcinsel olduğunu vurguluyor ve eşcinsel bir siyasetçinin başbakan olmasının dezavantajlı gruplar açısından öneminin altını çiziyor. Fakat kimliğini ideolojisi ile harmanlayıp çok tutarlı ve net bir hikaye ortaya koyuyor. Özellikle Trumpların ve aşırı sağın yükseldiği bir düzlemde Rob Jetten, hem Trump’ın kültürel bir savaş sahası olarak gördüğü kadınlara, eşcinsellere, göçmenlere sahip çıktı ve bu kesimleri aşırı sağa oy kaybetme korkusuyla tek başına bırakmadı hem de merkez siyasetin pek aklına gelmeyen sosyal devlet uygulamalarını, refah devleti politikalarını çok akıcı ve net bir şekilde sosyal medya aracılığıyla anlattı.
Bu noktada özellikle kutuplaşmış toplumlarda siyaseti tıkayan, yeni çözümlerin üretilmesini zorlaştıran ve sağ-sol kayıkçı kavgasının devam etmesini sağlayan ezber siyaseti geride bırakıp çok daha özgün bir ideolojiyle sosyal liberalizm ile seçmenin karşısına çıktı.
D66’nin duruşunu en iyi şekilde açıklayan cümle sanırım geçmişten bugüne en sık kullandığı “herkesi özgür bırak, ama kimsenin de düşmesine izin verme” sloganı.
Aşırı sağcıların işçi sınıfının desteğini alarak sol partilerin tabanını çaldığı, sol partilerin ise kültür savaşlarının cephelerinde koşa koşa giderek ideolojisizleştiği ve seçmenle haklılık kavgasına girerek koptuğu bir dünyada; fırsat eşitliğine, gelir adaletsizliğine önem veren, özel sektör ve sermayenin, orta sınıfın önünü tıkamayan, seçmenle iptal kültürünün etkisiyle haklılık kavgasına girmeden insanları sıfırdan ikna etmeye çalışan yeni bir siyaset, sosyal liberalizmin ve saha siyasetinin imkanlarıyla oldukça mümkün.

Bu nedenle Rob Jetten sadece erkek arkadaşıyla bu yaz İspanya’da yapacağı kır düğünüyle değil, aynı zamanda bundan sonra yapacağı konuşmalar, kurmaya çalışacağı koalisyonlar ve başka ülkelerdeki gençlere vereceği ilham ile adından çok daha fazla söz ettirecek gibi duruyor.
Fildişinden Notlar:
- Kiminle konuştum? Hollanda siyaseti hakkında fikirlerinden ve gözlemlerinden istifade ettiğim İzzet Akyol.
- Ne okuyorum? Gazeteci dostum Onur Dalar’ın önerisiyle geç kalmış olsam da Kemal Tahir-Kurt Kanunu.
- Ne yazdım? Atagün Mert Kejanlıoğlu ile İstanbul Hukuk Mecmuası’nda ilk hakemli makalem çıktı. Güney Afrika’nın anayasal röntgenini çektik. https://iupress.istanbul.edu.tr/journal/mecmua/article/guney-afrika-cumhuriyetinin-sui-generis-hukumet-sistemi-ve-demokratik-isleyisi?id=1614402
- Ne dinliyorum? Herkes gibi Tame Impala’nın yeni albümü.
- Kime kızgınım? Türkiye’den kaçtığını sanıp bu toprakların kadim lanetinden kaçamayanlara https://serbestiyet.com/featured/dilan-yesilgoz-gercekten-turkiyeden-kacabildi-mi-217267/

