Üç beş arkadaş İstanbul’da bir araya gelmiştik. Kıbrıs’ta geçen bir olayla ilgili karşılıklı atıp tutuyorduk. Bir arkadaşımız olayı oldukça detaylı anlatmaya başlayınca içimizden biri “Hayır, yanlış biliyorsun! O şekilde değil!” diyerek itiraz etti. Bu çıkış üzerine arkadaşımız “Yanlış bilmiyorum, ben oradaydım,” diye cevap verdi.
Meğer arkadaşımız olay tarihinde Kıbrıs’ta görevliymiş ve vuku bulan hadise de onun görev yaptığı askeri karargâhta meydana gelmiş.
Görmeden, tanık olmadan, sadece duyumlarla “mış”, “miş”, “muş” yapmak millet olarak bir türlü vazgeçemediğimiz alışkanlıklarımızdan…
Son günlerde bir kısım gazeteci ve siyasilerden kabuk bağlamış bir yarayı tekrar kaşımaya yönelik açıklamalar gelmeye başladı.
Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, Balyoz ve Ergenekon davalarını kastederek şöyle dedi: “Ama sırf ‘FETÖ’cüler uğraştığına göre bunların hepsi ak pak suçsuz insanlardır demeye de karşıyız.”
Ardından Deva Partisi’ne ayrılan kontenjanla CHP listelerinden milletvekili adayı olan Sadullah Ergin konuya çok yanlış bir yerden girdi: “Balyoz’da yakın tarihlerde az sayıda da olsa mahkûmiyetleri onanmış yargılanan insanlar var.” Hâlbuki Sadullah Ergin’in “mahkûmiyetleri onanmış” tespiti bir yana; an itibariyle davanın gerekçeli kararı bile henüz yazılmadı.
Deva Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu ise bunu şahsi bir mesele haline getirdi: “Ergenekon ve Balyoz’un darbe girişimi olmadığını benim kabul etmem mümkün değil.” Sanki bu davaların çöküşü sadece Yeneroğlu’nun kabulüne bağlıymış gibi…
Galiba “Benim neyim eksik?” diye düşünen Yeşil Sol Parti milletvekili adayı gazeteci Cengiz Çandar sonradan bu yarışa dâhil oldu: “Tekrar edeyim, Gülen cemaatinin en büyük günahı Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmaları çığırından çıkartmasıdır.”
Öncelikle şunu belirteyim: Bu bir Balyoz ve Ergenekon davası delil analizi yazısı değil. Hele ki “ulusalcı güzelleme” yazısı hiç değil. Analiz yapmaya kalkarsak iddianame, duruşma tutanakları, bilirkişi raporları ve gerekçeli kararlardan oluşan binin üzerinde klasöre ne zaman ne de sayfalar yeter. “Güzelleme” yapmak ise kişiliğimi aşar. Bir örnek ve basit bir özetle meramımı anlatmaya çalışacağım.
Kaldı ki bu davalarla ilgili konuşmayı bir hukukçu olarak benim bile midem artık kaldırmıyor.
Bunları, değişik rütbelerde yaklaşık 20-25 askerin soruşturma ve kovuşturmalarında görev almış, sırf Balyoz davası için Silivri’ye 118 kez gitmiş, bu davalarda müdafilik yaparken hakkında üç kez suç duyurusunda bulunulmuş bir avukat kimliğiyle söylüyorum. Yıllarca aralarında mekik dokuduğum Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Mamak Askeri Cezaevleri ile Silivri Cezaevi ziyaretlerim ve yine Silivri’de yapılan Ergenekon duruşmaları bu sayıya dâhil değildir.
Kolay değil; 24 Mart 2023 tarihinde karara çıkan ancak gerekçeli kararı henüz yazılmayan Balyoz duruşmasını da dâhil edersek, hala devam eden 15 yıllık bir süreçten söz ediyoruz.
Bu davalarda yargılanan eski askerlerle bir araya geldiğimizde mümkün olduğunca bu konulara girmemeye çalışıyoruz. Çünkü gidenler canlarını alıp da gitti. Kalanlar içinse sürecin yarattığı travmaların her an akut hale gelme potansiyeli var. Yitik canlar, idealler ve sönmüş hayaller… Hani “Anlatılmaz, yaşanır,” denir ya o cinsten.
Merak ettiğim husus şu: Bir vesileyle bu davalarda sanık ve de müdafi olarak yer almış bizlerin bile unutmaya çaba gösterdiği bir takım hukuk ihlallerini, birileri, neden “yokmuş” gibi bir algıya yüklemeye çalışır? Üstelik davanın herhangi bir duruşmasına bile gelmeden, onu izlemeden ve o havayı solumadan. Oysa ceza duruşmalarında sanıkların söylem şekli, ses tonu, jestleri ve mimikleri çok şey anlatır. Bir kanaat edinmek için bile “orada olmak” gerekir.
Güncel nedenini tahmin etmek zor değil: Seçim sathının dayattığı o yapay şirinlik mecburiyeti. Buna, bir kesime yaranmak da diyebiliriz.
Bu arkadaşların, öncelikle Ergenekon denen davanın birbirinden farklı 23 ayrı iddianamenin birleşmesi ile oluşan torba bir dava olduğunu bilmeleri gerekir. Düşünün, yakın zamanda cezaevinde kendini asan Danıştay saldırısının faili Alparslan Aslan ile Genelkurmay eski başkanlarından İlker Başbuğ aynı sanık sandalyesindeydi. Öyle bir dava cümbüşü vardı ki, bir hukukçu olarak sanıkların ideolojilerini bile seçemez, algılayamaz olmuştuk.
Mesela askerlerin yargılandığı “İnternet Andıcı” davası, “Ergenekon” ana davası ile birleşen son davalardan biriydi. Konunun anlaşılması için bu davayı biraz açmamız gerekir.
Hatırlarsanız, dava Türk Silahlı Kuvvetleri’nin propaganda (kendileri tanıtım/bilgilendirme dese de) amaçlı işlettiği internet siteleri konusundaydı. İnternet yasası çıkınca bu birimde görev yapanlar 2009 yılında bir andıç ile bunu dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a arz etmiş ve mealen şöyle demişler: “İnternet Yasası çıktı; artık elimizdeki siteleri sınırlandırıp bari resmiyete büründürelim!” Nitekim öyle de olmuş. Karargâhta görevli dört şube müdürünün kredi kartları üzerinden alan adı satın alınarak site sayısı dörde sabitlenmiş. Bu sayede geçmişte sanal isimlerle yayın yapan internet sitelerinin ekseriyeti kapatılmış ve sadece dört tanesi gerçek isimlerle elde tutulmuş. Şunu da belirtelim: Bu sitelerin kurulması yönünde Milli Savunma Bakanlığı’nın talimatı dahi bulunmaktadır. Bu belge dava dosyasında mevcuttur.
Aslında olaya ironik yaklaşıldığında İlker Başbuğ ve ekibine ödül bile verilmeliydi. Çünkü gayrı meşru doğan bu sitelere adeta kimlik belgesi çıkarmışlardı. Zira 10 yıllık geçmişi olan bu sitelerin kuruluşu 1999 yılına dayanmaktadır. Yani önceki Genelkurmay Başkanları döneminden süre gelen sitelerdir.
Ama ne hikmetse, özellikle Hilmi Özkök ve diğer genelkurmay eski başkanları bu işten muaf tutuldu. Bu bir suçsa herkes için geçerli olmalıydı. Aslında bu dava Ergenekon Davası ile birleştirilmeyip bağımsız görülseydi, “Kasaptaki ete soğan doğramam!” diyen şahıs belki de ağzındaki baklayı çıkarmış olacaktı.
Bir diğer ayrıntı; propaganda amaçlı internet sitelerini örgütsel faaliyet içerisinde görüp ilgililerini tutuklayan zihniyet, nedense 27 Nisan e-muhtırasından rahatsız olmamıştı. Bizzat Genelkurmay eski Başkanlarından Yaşar Büyükanıt tarafından kaleme alınan muhtıra metni, bu davadan kısa bir süre öncesine kadar TSK internet sayfasında gururla duruyordu. Sanki dünya klasikleri arasına girmeye aday bir edebiyat metni gibi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Yaşar Büyükanıt arasında 2007 yılında yapılan meşhur Dolmabahçe görüşmesinin bunda bir etkisi var mıydı, yok muydu bilemiyoruz. Çünkü bu görüşme muhataplarınca “sır” olarak nitelendirilmişti.
TSK’daki böyle bir eylemin suç olup olmadığını tartışmak, soruşturmak ayrı bir şey; bunu Ergenekon denen bir ucubeye yamamak farklı şeydir. Aynı durum CHP eski milletvekili, emekli albay Dursun Çiçek’in yargılandığı “Islak İmza” davası için de geçerlidir.
Hala, TSK nezdinde bunların yapılabilmesi için sanki dışarıdan silahlı bir terör örgütünün talimatına ihtiyaç varmış gibi bir algı yaratmak, akıl kârı değildir! Asker, zaten ülkenin en büyük kurumsal bir örgütü olarak Cumhuriyet’ten bu yana “durumdan vazife çıkarmak” şemsiyesi altında her şeyi vazife edinmişti. Biz de bu jakoben tavrı askeri vesayet olarak tanımlamışız.
Balyoz Davası ise kurgulayanların zekâ düzeyini ortaya çıkaran bir davaydı.
Davanın özü 1. Ordu’da 2003 yılında icra edilen bir seminerin ses kayıtları ile darbe planının yer aldığı iddia edilen bir adet CD’den (11 nolu) ibaretti. CD de yer alan belgelerin tamamının da dijital (imzasız) olduğunu ayrıca belirtelim.
Dijital belgeler açılıp tartışıldığında, belgelerdeki yer, zaman, kişi ve yazılım uyuşmazlıkları hazırlayanları mahcup etmişti. Bu kez istikamet mecburen kayıt altına alınmış seminer konuşmalarına yönlendirildi. Seminerin planlı bir seminer olduğunu, KKK gözlemcilerinin katılımıyla yapıldığını ayrıca bir tarafa not edelim.
Davanın seminer üzerinden yürütülmesi ise başlı başına trajik bir komediydi.
Seminere 162 kişi katılmış; ancak sadece 52’si sanık yapılmıştı. Ayrıca seminerde konuşma yapan herkes de sanık değildi. Bunun nedenini hala bilmiyoruz. Eğe kura çekilerek belirlendiyse çıkanlar şansına mı küssün?
Dijital belgelerden yeterli destek alınamayınca seminerdeki konuşmalar darbe hazırlığı olarak yansıtıldı. Ancak ne hikmetse semineri yapanlar bunu kayda almakta ve arşivlemede herhangi bir beis görmemişlerdi. Herhalde zekâlarından özürleri (!) olsa gerek!
Semineri icra edenler emekli olup giderken de bu kayıtları imha etmemiş ve olduğu gibi 1. Ordu arşivinde bırakmışlardı. Bu da ileride tutuklanmak ve yargılanmak için ne kadar hevesli (!) olduklarını gösteriyordu.
Sadullah Ergin’in “onanmış” dediği dava ise yedi kişinin (biri vefat etti) yargılanmasına hala devam edilen davadır. Bu Balyoz’un son kırıntısıdır. Zira olay, seminere katılan 162 kişiden kala kala 7 kişi üzerine yıkıldı. Diğer dosya sanıklarının tamamı beraat eti ve kararları kesinleşti.
Bu yedi kişiye yapılan kıyağı (!) da unutmayalım: Balyoz’daki suçları “Darbeye Teşebbüs”ten “Suç İçin Anlaşma”ya evrildi. Bu sayede, Müslüman bir ülkede kısmen de olsa evrim teorisi yaşama geçirilmiş oldu.
Bu davanın mart ayında yapılan son duruşmasında, İstanbul Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi sanıklar hakkında 6 yıl 8 ay ile 5 yıl arası hapis cezalarına hükmetti. Ancak karar oy birliği ile değil oy çokluğu ile alındı. Bir üye sanıkların beraat etmesi gerektiği yönünde muhalif kaldı. Gerekçeli karar yazılmadığından dosya hala yerel mahkemede. Sonra Yargıtay aşaması devam edecek.
Balyozun özeti de bu…
Askeri vesayet dâhil her türlü vesayete “hayır!” demek elbette ki her demokrat vatandaşın boynunun borcudur. Balyoz ve Ergenekon davalarında yapılan ise, yıllarca süregelen askeri vesayet hesaplaşmasını rasgele seçilen bir kısım asker kişiler üzerinden yürütmektir. Bu yüzden, seçilen yanlış bir zaman diliminde, yanlış kişiler üzerinden görülen bu hesap tutmaz. Buna hak, hukuk ve adalet adına “dur!” demek ise sadece bir insanlık görevidir.
“Bunların hepsi ak pak suçsuz insanlardır demeye de karşıyız,” dediğinizde bu iddianızı kanıtlamak, suçluları delilleriyle listelemek zorundasınız. Yoksa dillendirdiğiniz bu hususlar “hiçbir şey olmasa bile kesin bir şeyler olmuştur” saçmalığında yol alır. Ayrıca bu türden açıklamalar bugüne kadar beraat eden her bir sanığı da zan altında bırakır.
Tüm bunlara rağmen binin üzerinde dava klasörü içerisinden bir iki klasörü gelişi güzel karıştırarak bu davalar hakkında ahkâm kesmek, bir duruşma bile izlemeden ve de solumadan biliyor(muş) gibi yapmak etik bir davranış değildir. Bu aynı zamanda bir hak ihlali, bir vebal ve bir kul hakkıdır. Tabii, bu tür kavramların nezdinizde bir anlamı varsa.
Hala “Hayır, yanlış biliyorsun! O şekilde değil!” diye itirazlarınız varsa:
Ey akortsuz sazlarda mızrabını gezdirenler!
Bu satırların yazarı etiyle kemiğiyle “oradayken” hiçbiriniz yoktunuz!