Hıncal Uluç’u kaybettik. 83 yıllık bir Türkiye tarihi sayfası kapandı. Daha güncel dille ifade edersek: Hayat, Hıncal Uluç uygulamasını, kapanmaya zorladı.
Ne yazık ki Hıncal Uluç’la birebir karşılaşmam (annemin Nokta günlerinden kalma anlatılarını saymazsak) yok. Ama eski bir yazım var: 2000’lerin başlarında yani yaklaşık 20 yıl önce Medyatava için kaleme aldığım (ve artık erişilebilir olmayan) Hıncal Uluç analizimin başlığı, “Kadın-Futbol-Her Konu Üçgeninde Yanan Ateş”ti. O analizde Hıncal Uluç’u eleştirilere karşı savunmuştum. Kendisi o yazıyı okudu mu okumadı mı, bunu hiçbir zaman öğrenemedim.
Aslında Hıncal hiçbir zaman favori köşe yazarım, favori ünlüm değildi, “beni kültürlendiren ve büyüten yazar” da değildi. O yazıyı Hıncal’ı bahane ederek erkek hazcılığını savunmak için yazmıştım galiba biraz da.
1990’lar
Hıncal’ın en parlak, en iyicil, en tatlı dönemi 1990’lardı… Özellikle 90’ların başı… O yıllarda Türkiye’ye özgür düşünceyi getiren adamın Hıncal Uluç olduğunu, Okan’ların, Cem’lerin onun paltosundan çıktığını savunan bile var. Bunu abartılı bulsam da Hıncal Uluç gerçekten de o yılların yenilikçilerindendi. Hayatla dalga geçen, rahat, öfkesiz bir hali vardı o dönemde. Elitist keyifçiliğin lideriydi. Zaten o dönemin keyifçileri elitistti. Aslında, 2000’lerin ilk on yılındaki Hıncal Uluç’un da çeşitli falsolarına karşın kabul edilebilir bir profil çizdiği söylenebilir. 2010 sonrasının Hıncal Uluç’una dair bir değerlendirme yapmak ise daha zor. Ancak tatlılığını giderek yitirdiğini söylemek herhalde mümkün.
Hıncal Uluç’un etki alanı
2005’te, ilk kitabım yayınlandığında, yayın evindeki editörlerden biri, “Satışı en çok artıracak şey, Hıncal Uluç’un köşesinde yazması olur” demişti. Garipsemiştim. Hıncal Uluç bazı cephelerden gelen eleştirilere karşı kendimce savunduğum bir kişi olsa da bu kadar etkili olmasına, kitap dünyasının bile onu referans almasına şaşıyordum. Genç ünlüler bile kısa süre sonra demode bulunurken, onun hiç demode bulunmamasına şaşırıyordum. Mesela Hokkabaz filmini başka birisi beğenmezse bu bir anlam ifade etmiyordu ama Hıncal’ın beğenmemesi olay oluyordu. Hıncal Uluç’un Fatih Terim’e dair kurduğu sıradan bir cümleye önem atfedilmesini gene anlayabiliyordum ama her görüşünün bu kadar önemsenmesini çözemiyordum. Belki de hayat Hıncal’a torpil geçiyordu.
Öztürk Serengil
Hıncal Uluç olgusuna farklı bir yönden bakmak adına biraz da Öztürk Serengil olgusuna göz gezdirmek iyi olabilir. Hem dış görünüş (tabii burada Hıncal Uluç’un 1980’lerdeki ve 1990’lardaki dış görünüşünü kastediyorum, şu ankini değil) hem siyasi görüş hem erkek hedonizmi açısından, Hıncal Uluç’la Öztürk Serengil arasında benzerlikten söz edilebilir. İki ünlü arasında ses benzerliği de vardı bence.
Uluç şu açıdan da Serengil’e benzetilebilir: Gazeteci olmaktan çok aktördür bir yönüyle. Hep bir poz içindedir. Öztürk Serengil’in filmlerinde kadınlarla olan sahnelerin benzerlerini (veya daha absürtlerini/daha ürkütücülerini) Hıncal Uluç gerçek hayatta canlandırıyordu. (Bkz: Ece Gürsel.) Serengil’in adeta bir motor gibi yüzlerce filmde oynamasına benzer şekilde, Hıncal Uluç da bir gazeteci ve sosyete ismi olarak, hem medyanın hem de sosyal yaşamın her alanında sürekli varlık gösterip, bir tür “dromoman” olarak sürekli hareket içindeydi.
Kibirli mi, komik, sevimli ve alçak gönüllü mü?
Bu iki ustanın ortak noktalarından biri de kibir olabilir. Öte yandan, Hıncal Uluç’taki “kibrin”, tam da aşırılığından ötürü komik, sevimli, alçakgönüllü durduğu düşünülebilir. Bu bağlamda Mehmet Demirkol’la olan polemiklerine göz atılabilir. Hıncal Uluç’un hediyeyi, ücretsiz gezilere davet edilmeyi sevmesini, bu bağlamda “basın etiğini” çok sallamayan ve bunu açıkça dile getiren “küstahlığını” da tatlı bulmak mümkün.
1990’ların youtuber’ları: Köşe yazarları
Hıncal Uluç için “Gazeteci olmaktan çok aktördü” dedik. “Gazeteci olmaktan çok youtuber’dı” da diyebiliriz. Üstelik henüz Youtube’un var olmadığı yılların youtuber’ı… 1990’lardan itibaren Türkiye’de köşe yazarlığının youtuber’lığı andıran bir biçim kazanmasında Hıncal Uluç’un büyük rol oynadığı söylenebilir. “Spor yazarlarının tuttukları takımı açıklamalarından, uzmanı olmadıkları halde köşe yazarlarının yemek, sinema, seyahat konusunda kalem oynatmalarına kadar hepsinin Hıncal Uluç etkisi olduğu”na dair yorumlar var mesela. Kim ne derse desin, 1990’lı yılların Youtube’u, köşe yazılarıydı… Hıncal da deyim yerindeyse ilk youtuber’dı.
Erkek hazcılığı ve günahkar erkeklik
Erkek hazcılığı meselesine dönersek… Erkek hazcılığı, o dönemin bazı köşe yazarlarında görülen bir özellikti. Erkek hazcılığı, günahkarlık ile arasında perde olmayan bir hazcılıktır. Hıncal Uluç’un ise bu bağlamda önde bayrak taşıyan renkli günahkarlardan olduğunu düşünmek için elimizde birçok veri var. Erkek hazcılığı eski küresel popüler kültürün ve eski mizah kültürünün, özellikle absürt mizahın boyutlarından biriydi. Şu anki sistem (ve woke kültür) erkek hazcılığının (ve buradan gelişen tehlikeli yaratıcılığın) eskisi kadar rahatça yayılıp genişlemesine imkan vermiyor olabilir. Evet, günümüzde erkek hazcılığının geçmişe göre daha fazla yargılandığı açık. Belki bunun etkisiyle Hıncal Uluç da rotayı hazcılıktan ahlakçılığa kırmış olabilir.
Kadın düşmanlığı suçlaması
Hıncal Uluç’a en çok yöneltilen suçlama, kadın düşmanlığı.
Melis Alphan’ın yorumu şöyle: “Hıncal Uluç dendiğinde herkes Defne Joy’u hatırlıyor. Ama bir vakası daha var ki unutamam. 2004 yılında SKY Türk muhabiri genç kadının g-string külodunun göründüğü fotoğrafın gazeteye basılmasının doğru habercilik olduğunu savunmuştu. Hıncal Uluç bir kadın düşmanıydı.”
Gerçekten kadın düşmanı mıydı? Örneğin kendisine yüz vermeyen kadınları köşesinde aşağılayarak intikam aldığı yönündeki iddialar gerçeği yansıtıyor mudur? Ne olursa olsun, özellikle yaşı ilerledikçe bazı söylem ve tavırlarının şirazeden çıktığını söylemek mümkün. Başörtüsü özgürlüğünü 1990’lardan bu yana savunmuş olmasıysa, madalyonun diğer yüzü ve en azından benim onu “kadın düşmanı” saymama engel.
Türk tipi ateş
20 yıl önceki Medyatava yazımı şöyle noktalamışım: “Uluç’un ismi, güzel kadınlar, futbol ve ‘her konuda fikir beyan etme’ gibi üç temel (ve bence son derece zararsız, hatta eğlenceli) Türk popüler kültürü kulvarı ile özdeşleşmiştir. Köşeleri kadın, futbol ve ‘her konu’dan oluşan üçgenin içinde yanan bu Türk tipi ateşin hiç sönmemesini diliyorum.”
Şu anki duygularım
Şu an o ateş sönmüş durumda… “İnsanı yaşatan, gülmekten ölmektir…” dercesine atılan Hıncal Uluç kahkahasını, bir daha göremeyecek, duyamayacağız.
Tabii aradan geçen 20 yılda, benim kafamdaki Hıncal Uluç portresi birçok değişim geçirdi. Toplumu ve siyaseti bazı dönemeçlerde yanlış okuduğunu, yer yer erkek hazcılığının çok ötesine geçerek haklı eleştirilere davetiye yollamasına rağmen başkalarından esirgenen bazı şeylerin ona hep cömertçe verildiğini daha net şekilde görebiliyorum.
Diğer yandan, ona yöneltilen ve ona atfedilen koyu nefreti de sağlıklı bulmuyorum. Özellikle Tayfun Atay’ın çok etkileşim (bir diğer ifadeyle söylersek: rating) alan “Hıncal Uluç bir nefret üreticisiydi. O, sadece ‘Şöhret’i sevdi ve her şeyi kaybetmeyi göze aldı şöhreti kaybetmemek için… En kalıcı şöhretin de sevilmekten değil nefret edilmekten geçtiğini kavramıştı. Nefret onun reytingiydi. Ölümü de bu bakımdan tam bir reyting başarısı oldu” yorumunu yanlış buldum. Nefretin Hıncal’ın reytingi olduğu tek nokta herhalde Fenerbahçelilerin nefretiydi. Onun dışında Hıncal nefrete indirgenebilecek bir fenomen değildi kesinlikle.
“Hayatım roman” klişesinden farklı
Üzüldüğüm bir konu, Hıncal Uluç’un bir nehir söyleşi veya bir otobiyografi yayınlamadan aramızdan ayrılmış olması. Ölümüyle birlikte birçok yazıya dökülmemiş içeriği yanında götürdü. Çakıcı tarafından uğradığı silahlı saldırı, babası Fuat Uluç’un subaylık geçmişi ve savaş hikayeleri, Alparslan Türkeş’le çocukluk yıllarına dayanan bağı, tek evliliğinin Holly Harquist isimli bir kişiyle olması, Erkekçe dergisi dönemi, Sezen Aksu’yla kavgaları… Televizyon ünlüsü olmasına rağmen “televizyon izlemiyorum” demesi… Yazdığı konulardaki ve girdiği polemiklerdeki değişkenliğe rağmen Sabah’tan kopmaması, Sabah Grubu’na adeta Galatasaray’a olduğu kadar bağlılık göstermesi…
Roman gibi bir hayattı ama “hayatım roman” klişesinden farklı bir düzlemde. Belki deneysel roman gibi, psikolojik roman gibi, absürt roman gibi kelime oyunlarına dayalı roman gibi bir hayat yaşadı o.