spot_img
Ana SayfaSeçim 2023Hulusi Akar’ın Magnum Opus’u

Hulusi Akar’ın Magnum Opus’u

Eserleri arasında hangisi Akar’ın magnum opus’u? Cevabı, TSK’nın yeniden yapılandırılması ve dönüştürülmesi sürecinde oynadığı “organikleştirici” rolde aramalıyız. “Organikleştirici” derken Erdoğan’ın ve AKP’nin TSK’ya ilişkin politik tasavvurlarının dışavurumu olan yasal düzenlemelerin TSK’nın habitus’unun kendine özgü diline tercüme edilmesi, ona yedirilmesi ve orada gerçek bir yaşam alanı bulmasının sağlanmasını kastediyorum.

Malum, magnum büyük, opus da iş demek ve magnum opus bir sanatçının, yazarın en önemli veya en bilinen eserini ya da başyapıtını belirtmek için kullanılıyor. Örneğin İlahi Komedya, Dante’nin; Mona Lisa da, Da Vinci’nin magnum opus’u kabul ediliyor. Opus, operasyon kelimesine de kaynaklık ediyor.

Son zamanların en tartışmalı askerî-siyasi figürlerinden Hulusi Akar 2011’de orgeneral oldu. 2011’den 2018’e kadarki yedi uzun yıl boyunca sırasıyla Genelkurmay İkinci Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve TSK’nın bir numarası olarak Genelkurmay Başkanlığı görevlerini yürüttü. 2018’de ise Cumhurbaşkanı tarafından Milli Savunma Bakanı olarak atandı. Atanmasıyla birlikte, bir numara’lık armasını bulunduğu yerden söküp kendi göğsüne taktı.

Bu yıllar içinde Akar çeşitli büyük işlere imza attı. Askerî ve siyasi olarak muazzam, mutantan, sıradışı işler…

Acaba Akar için esas büyük bir işten, bir magnum opus’tan söz etmeye kalksak, bu hangisi olurdu?

Akla öncelikle ve kolaylıkla 15 Temmuz olayı gelecektir, ancak bu soruya cevap ararken an yerine sürece odaklanmak daha doğru cevaplar bulmamıza yarayabilir ve o zaman tüm önemine karşın bu olayın onun kişisel hikâyesindeki halkalardan sadece biri olduğunu fark ederiz.

Sürece odaklandığımızda soruyu şöyle de genişletmemiz mümkün olur: Akar’ın magnum opus’unu gördük mü, yoksa görecek miyiz?

Akar bugünlere yol alırken geçmişindeki o büyük, kritik ama zamanla tartışmalı hale gelen işlerin ya unutulmasını ya da kendi anlattığı biçimlerde anımsanmasını istedi. Bunu kısmen başardı da.

Bu tür işlerin önemli bir örneği, Özgür Özel’in Meclis’te yüzüne karşı da ifade ettiği Balyoz davasının bilirkişisi meselesiydi. Örnek aynı zamanda tipik olduğu için ayrıntısına girmek istiyorum: Mahkeme, davaya konu belgelerin bir askeri darbe olarak nitelenip nitelenemeyeceği konusunda bir askerî uzmanlık görüşü istemişti Birinci Ordu Komutanlığından. TSK’da bu soruya cevap verme kapasitesine sahip yerlerden biri Genelkurmay Başkanlığı, diğeri ise Harp Akademileri idi. Ancak her nedense konu 3’üncü Kolordu Komutanlığına havale edilmişti ve bu kolordunun komutanı Akar’dı. Genelkurmay Başkanlığı ve Harp Akademileri dururken bilirkişiliğin neden 3’üncü Kolordu’ya havale edildiği, bu kolordunun bu türden bir kapasitesinin olup olmadığı, söz konusu görevin neden bir heyete de değil de tek bir subaya verildiği, o subayın neden Akar’ın İcra Subayı olduğu gibi sorular bugüne değin ikna edici bir açıklığa kavuşmadı.

Akar’ın bu tür olaylarda yapmayı başarabildiği “lafzen doğru” en az bir açıklama yahut gerekçelendirme hep var oldu. Mesela, Müyesser Yıldız’ın yazdığına göre, Akar özel sohbetlerinde o bilirkişiyi seçenin kendisi değil, kolordunun kurmay başkanı olduğunu söylüyordu. Oysa askerî işleyişten haberdar herhangi biri bu açıklamanın sadece görünüşte doğru olduğunu, kurmay başkanı pozisyonundaki bir kişinin komutanın (yani Akar’ın) onayını almadan bu tür bir görevlendirme yapmasının mümkün olmadığını bilecektir.

Lafzen doğru bu açıklamaları birazcık kurcalamak istediğinizde, ya cevabını çoktan vermiş olan Akar’ın açıklama mahallini terk ettiğini ve artık karşınızda olmadığını fark ediyordunuz ya da eğer hâlâ oradaysa Akar, bu soru sahiplerini ordubozanlıkla suçluyordu.

Hafızamızı hızla yoklarsak şu olaylara verdiği tepkilerde Akar’ın hep bu paterni izlediğini görürüz: Harp Okulu mülakat komisyonlarında SADAT gibi oluşumların görevlendirilmesi, askerî liselerin ve hastanelerin kapatılması, Gare operasyonu, TSK’nın bir mekanize piyade taburunun Rus/Suriye savaş uçaklarınca bombalanarak imha edilmesi, iki Türk askerinin IŞİD tarafından yakılması, 104 amiral olayı, sarıklı amiral olayı, Salih Mirzabeyoğlu’nun mezarını ziyaret, üst düzey bazı emekli askerlerin orduevine girişlerinin yasaklanması ve lojmanlarından çıkartılması, tank palet fabrikasının satışı, ve son olarak, depremde askerî birliklerin zamanında kullanılmaması.

Akar’ın bu olaylara getirdiği açıklamaları bir kenara koyup onların gerçek mahiyetlerine bakarsak, bunları iki şekilde ayırt edebiliriz: Bu olayların bir kısmı TSK’nın yeniden yapılanması adına kritik birer adım iken (örneğin mülakat komisyonlarındaki SADAT meselesi), bir kısmı da bu yeniden yapılanmanın tamamlanmış kısımlarının adını koyan bir tür işaret flaması idi (örneğin sarıklı amiral olayı).

Şimdi ufukta, 15 Temmuz’daki başarılı rolünü çağrıştıran ve magnum opus olmaya aday yeni bir olasılık, bir ima daha belirdi: Geçen hafta, Kayseri’deki salonu dolduranların “vur de vuralım, öl de ölelim” tezahüratlarına “Gelecek, gelecek. Onun da zamanı gelecek. Bekleyin” yanıtını veriyordu Akar.

Bu sözlerine ilişkin eleştirilere, yine, tam da yukarıda vermeye çalıştığım patern uyarınca şu sözlerle mukabele etti: “Biz terörle mücadele dedikçe, bu teröristlerin inlerine girdikçe başka yerlerden ses geliyor. Hayretle, üzüntüyle takip ediyoruz. Sözlerimden başka manalar çıkarmak iyi niyet değildir. Çarpıtmadır, gaflettir.”

Başa dönersek, Akar’ın magnum opus’u yukarıdaki tekil olayların hiçbiri değil bana kalırsa. Cevabı, TSK’nın yeniden yapılandırılması ve dönüştürülmesi sürecinde oynadığı “organikleştirici” rolde aramalıyız.

“Organikleştirici” derken Erdoğan’ın ve AKP’nin TSK’ya ilişkin politik tasavvurlarının dışavurumu olan yasal düzenlemelerin TSK’nın habitus’unun kendine özgü diline tercüme edilmesi, ona yedirilmesi ve orada gerçek bir yaşam alanı bulmasının sağlanmasını kastediyorum.

Bu, becerikli bir yönetim gerektiriyordu ve Akar bu zorlu işi başarıyla yürüttü.

50 yılı aşan askerî geçmişinden edindiği meslekî repertuarını, o politik tasavvurlarla TSK’nın kanlı canlı habitusu arasında bir tür moderatörlük için işlevselleştirdi.

TSK’nın tarihsel/ideolojik atıf odaklarının bu kadar büyük bir hızla dönüştürülmesi ancak Akar gibi içeriden bir figürün kolaylaştırıcılığında mümkün olabilirdi.

Bu bakımdan bence Akar’ın magnum opus’u, yukarıda değindiğim tekil olaylardan, anlardan ziyade, onların her birinin vuku bulmasının mümkün olabildiği bir mecra olarak bu “yeni TSK”nın yaratılması oldu.

Çağrışımlarının nerelere varacağını kendisinin de bildiği “bekleyin, o günler de gelecek” sözlerini söylerken, tam da o mecraya, ortaya çıkmasında büyük pay sahibi olduğu o esere yaslanıyor.

Ancak bu, tamamlanmış değil devam eden bir süreç ve Akar, bu devasa kolektiviteyi kılçıksız, tek vücut olarak hareket ettirebileceğine ilişkin kesin bir güven duygusuna sahip değil.

En azından şimdilik.

- Advertisment -