Pek hatırlayan kalmadı galiba ama Türkiye’nin milli bir yüzyıla girdiğinin habercisi belki de 2006 yılının Kasım ayında yapılan bir toplantıydı. Bir firmamız küçük bir enerji ile çalıştırılabilen ve sonsuz enerji üretebilen bir alet icat etmişti. ‘Erke Dönergeci’ adı verilen ‘kuvvet makinesinin’ yakıt gerektirmemesi özellikle milli bilince sahip kişiler nezdinde büyük heyecan yarattı. İcadın devlet büyüklerine sunulacağı toplantıda salonun ilk sırasında bir dizi general oturmaktaydı (ve sunumu alkışlarla karşıladılar).
Bu büyük buluşa imza atan firma (malum nedenlerle) teknik veya teorik detaya girmekten çekiniyordu, söz konusu iddianın termodinamiğin kanunlarına aykırı olmasını da anlaşılan pek sorun olarak görmüyorlardı. Kendilerinden emindiler… O gün toplantıyı terk ettiğinde muhtemelen birçok dinleyicinin zihninde, doğanın işleyişine dair bu ‘insan-ötesi’ buluş sayesinde bir anda uluslararası dengelerin değişeceği ve Türklerin tüm dünyaya hakim olacağı hayali gezinmekteydi…
Öne sürülen iddianın ‘yanlış’ olduğunu öne sürmenin anlamı pek yok, çünkü iddia sahibi sizin yanlışlama argümanında kullandığınız teorik arka planın tümüyle yanlış olduğuna inanıyor. İddianın ‘yalan’ olduğu ise zaten söylenemez, çünkü ‘yalan’ birinin doğruyu bilmesine rağmen aksini söylemesini gerektirir. Oysa bu örnekte iddia sahibi ile sizin doğrunuz aynı değil…
Kabul gören, kanıtlanmış bilgi setini reddeden, ‘alternatif’ bir gerçeklik varsayımı üzerinden öngörü ve beklenti üreten bir iddia ile karşı karşıyayız. Bilimsel alemde ‘şarlatanlık’ diye geçiyor ama biz buna gündelik dilde ‘palavra’ diyoruz…
Belki de ta 2006 yılında Türkiye’nin bir ‘milli palavra’ yüzyılına girme hevesi içinde olduğunu tespit edebilirdik. Generallerin neredeyse eksiksiz katılımına mazhar olması, üretilen palavranın ne denli çekici olduğuna işaretti… Ama olayı mizaha vurup esas önemini atlamışız. Ben de zamanında birkaç yazı yazıp kendimce eğlenmiştim (‘Tımarhane Günlerim’, 2016 içinde) ama olayın ciddiyetini idrak edememişim.
O zaman toplantıya özellikle askerlerin teveccüh göstermesini onların ‘kendine özgü’ şartlanmalarının sonucu olarak görmüştüm. Oysa o toplantı salonunda Türk devlet zihniyetinin gölgesi gezinmekteymiş. Mesele askerler değil, gölgenin kendisiymiş. Nitekim bugün söz konusu gölgenin altında başkaları var ve ‘palavra’ yine aynı çekiciliğini koruyor.
Erdoğan’ın ‘faiz sebeptir, enflasyon netice’ önermesi bu kategoriye giren sıradan bir örnek. Hâlâ meseleye ikircikli yaklaşanlar için kısaca özetlemek gerekirse: 1) Faiz enflasyonu etkileyebilir ama diğer her şey sabit kalırsa… Ne yazık ki gerçek dünya böyle değil. 2) Faiz indiğinde üretim maliyeti azalır ancak bu alanda yapılmış araştırmalar Türkiye sanayiinde finansman maliyetinin toplam ürün maliyeti içinde ortalama yüzde 7-8 olduğunu söylüyor (faizi yarıya indirseniz bile ürünün maliyeti 100’den 96’ya düşebiliyor). 3) Ayrıca üretim maliyeti düşse bile ürünün piyasa fiyatı etkilenmeyebilir. Çünkü üretim maliyetinin düşmesi ille de üretimin artmasına neden olmaz. Firmalar kâr marjlarını artırmakla yetinebilirler. 4) Faiz düşerse yatırım artar sanıyorsanız da yanılırsınız çünkü faiz ile yatırım arasında asimetrik ilişki var. Faiz yükseldiğinde yatırım yapacak kişi yatırımdan vazgeçebiliyor ama yatırım yapmayacak biri sırf faiz düştü diye yatırım yapmıyor. 5) Buna karşılık faizin enflasyona tâbi olarak değiştiği açık. Bugün satın alabileceğiniz bir arabanın parasını bir yıllığına borç veriyorsanız, parayı geri aldığınız zaman o arabayı yine de alabilmek ister ve hatta ilave bir kazanç beklersiniz. Yoksa elinizdeki parayı niye veresiniz ve arabanızdan bir yıl niye mahrum kalasınız? Dolayısıyla enflasyon arttıkça insanların kendi paralarına biçtikleri kıymet, yani faiz de aratacaktır.
Bu sıkıcı paragraf için okuyucudan özür diliyorum ama meselenin basitliğini ve Erdoğan’ın apaçık bir gerçekliğe böylesine karşı çıkarken ne denli ‘cesur’ olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu cesaret nereden geliyor acaba? Kişi kendi zihninde ürettiği ve bilgi olarak tanımladığı bir inanca nasıl böylesine bağlanabiliyor?
Geçen haftaki bir canlı yayında Erdoğan şöyle dedi: “Dünyada faizi sürekli yükselttiler. Ben de tam aksine faizi indirmenin mücadelesini verdim. Şu anda bizde faiz %9, bunu daha da düşüreceğiz… Benim inancım şu: Başbakanlığım döneminde faizi 4,6’ya indirdik, enflasyon da 6,4 gibiydi. Faiz ve enflasyon doğru orantılıdır. Faiz sebep, enflasyon neticedir. Buna inanmayanlar olabilir. Benim alanım ekonomi, neticesi de ortada.”
Her yönüyle acıklı bir manzara. Bunları söyleyen kişi daha birkaç gün önce kur korumalı mevduatta faiz sınırını kaldırmış biri. Şu an hangi bankadan içeri girseniz mevduat faizi 20’nin üzerinde. Buna muhtemel döviz artışından gelen fark da eklendiğinde faiz herhalde yüzde 40’a yakın olacak. Nitekim kredi faizleri de halen o seviyelerde. Dolayısıyla Erdoğan’ın yüzde 9’luk faizle gururlanması, bir çocuğun kendi odasında oynadığı oyuncak ayıya gerçek muamelesi yapmasına benziyor.
Peki şimdi soralım… Erdoğan’ın dediği ‘yanlış’ mı? Bilimsel verilere göre öyle ama onun dünyası bilimsel verilere dayanmıyor. Söylediğine ‘yalan’ denebilir mi? O da denemez, çünkü yalan söylemek için ‘bile bile’ doğrudan sapmanız gerekir. Dolayısıyla Erdoğan’ın faiz/enflasyon ilişkisi üzerine önermesinin ‘palavra’ kategorisine girdiğini teslim etmek durumundayız.
İlginç olan kendisinin de bu tespiti doğrulaması. Delil olarak düşük faiz ve düşük enflasyon rakamlarını telaffuz ediyor ama bunlar arasındaki kuramsal ilişki ile ilgili değil. Her ikisinin de düşük olması ona yetiyor. Faiz ile enflasyon arasındaki korelasyonu görünce buradan kendi ideal dünya hayaline uygun bir nedensellik üretiyor. Ve sonrasında da “Buna inanmayanlar olabilir” diyor. Diğer deyişle bir inanç meselesi ile karşı karşıyayız. Gerçekliğin belirli bir özelliğe sahip olduğuna inanıyorsunuz ve bu inancınızı kendinize kanıtlamak üzere gerçek dışı nedensellikler üretiyorsunuz.
İlerlemeden Erdoğan’ın bunları söylerken belirli bir psikolojiye yaslandığını ve o psikolojinin de ataerkil zihniyetten etkilendiğini atlamayalım. Bunun için yine kendi sözleri yeterli: “Dünyada faizi yükselttiler… Ben de tam aksine…”, “Benim alanım ekonomi, neticesi ortada.” Anlıyoruz ki Erdoğan tüm dünyanın tersine gitmekten hoşlanıyor, bunu kendisine bir paye olarak görüyor. Muhtemelen biricik, benzersiz bir zihne, başkalarıyla mukayese edilemeyecek bir deneyime sahip olduğuna inanıyor. Ayrıca ekonomiyi gerçekten iyi yönettiğini, olağandışı ve olağanüstü bir başarı hikâyesinin dümeninde olduğunu düşünüyor.
Kısacası gerçeklikle ilişkisini sorgulamayan, (dahası) sorgulamaya muhtaç olmayan bir kişinin davranış kalıplarını sergiliyor. ‘Palavra’ kategorisine giren önermeleri ortaya sürüyor ve onlara olan inancının vatandaş tarafından da aynen paylaşılmasını bekliyor.
Eklemek gerek ki bu özellikler Erdoğan’a mahsus değil. Örneğin İç İşleri Bakanı Soylu da yine geçen hafta Antalya’da ABD Büyükelçisine şöyle seslendi: “Hangi gazetecilere yazı yazdırdığını biliyorum, pis ellerini Türkiye’nin üzerinden çek, çok net söylüyorum, pis ellerini Türkiye’nin üzerinden çek. Neleri yaptırdığınızı, hangi adımları attırdığınızı, Türkiye’yi nasıl karıştırmak istediğinizi net bir şekilde biliyorum”.
Soylu’nun söyledikleri gerçekse şu ana kadar Türkiye Devletinin çoktan ciddi adımlar atması, o ABD Büyükelçisini dünya önünde delilleriyle afişe (daha doğrusu rezil) etmesi gerekirdi. Ama böyle bir şeyin olmayacağını biliyoruz… Soylu’nun bu türden içi boş ve gerçekle ilişkisi olmayan önermeleri sanki gerçekmiş gibi kamuoyuna boca etmesine alışığız. O kadar ki bu söylediklerinin ‘yanlış’ ya da ‘yalan’ olduğunu göstermeye çalışan birileri de giderek azalıyor.
Çünkü karşımızda ‘siyaseten’ ama inanarak söylenmiş bir ‘palavra’ var. Kişinin kendi palavrasına inanması bir süre sonra söz konusu olayı o kişinin zihninde ‘palavra’ olmaktan çıkarabilir. Hayali bir gerçekliğe inandıkça o hayal sizin gerçekliğinize dönüşebilir.
Peki ya toplum da aynı palavralara inanmaya teşne ise? Bu durumda sahte gerçekleri bir inanç sistematiği içinde, yani ideolojik hale getirerek sunmak toplumu mobilize etmenin, peşinden sürüklemenin aracı haline gelebilir. Erke Dönengeci’ne, faizin sebep enflasyonun netice olduğuna, bütün melanetlerin ABD tarafından yapıldığına inanan bir toplumun gerçeklere ihtiyacı kalmayabilir. Bu durumda siyaset ‘hayali gerçek’ üretimi, giderek bir ‘inanç üretimi’ olarak yeniden tanımlanabilir.
İktidar bu yola girmiş gözüküyor. Yeni İttihatçılık (aynen ‘eski’ İttihatçılık gibi) gerçek dışı ve arkaik bir hikâyeyi geleceğe matuf ‘gerçekçi bir kızıl elma’ olarak sunuyor. Bu palavraya inandığı ölçüde ve bu inancını sebatla, güçlü bir iradeyle vurguladığı takdirde toplumun da aynı palavranın peşinden gidebileceğini, iktidara destek vereceğini hayal ediyor.
Bunun yaratacağı özel psikolojinin cazibesini atlamayalım… Dünyanın tam tersi yöne gitmek, bütün milletlerin şaşkın bakışları altında büyük sıçrayışlar yapmak, kimsenin icazet almadan adım atamayacağı bir ülke olmak, nüfuz alanını (gerekirse toprak ilhakıyla) genişletmek, herkesten hak edilen saygıyı görmek, (nihayet) yaşanmış adaletsizliklerin ve mağduriyetlerin hesabını dünyaya kesmek…
Hasreti çekilen bir duygu denizine atlamak gibi… Kişi ve toplumu gerçeklerden kopartan, hayal aleminde gezdiren ama aynı zamanda ‘iyi’ hissettiren bir zihinsel trans hali… Böyle bir duygu uyuşukluğu içindeyseniz liderlerin gösterdiği yönde ve nitelikte ‘milletleşmeniz’ de daha kolaydır. Ne var ki gerçekte yaşanmakta olan şey, sizi dünyaya yabancılaştıracak, gerçeklerden (daha da) kopartacak, ‘onurlu bir faşizmi’ sahiplenerek hastalanmanıza neden olacak ve kendi iradenizle felakete taşıyacak bir yola giriyor olmanızdır.
Bu iktidar ‘Türkiye Yüzyılı’ vizyonu ve dayandığı Yeni İttihatçı ideoloji ile bizlere bu yolu (birlikte yürümeyi) öneriyor. Palavra üzerine kurulu bir geleceğin bizlere cazip geleceğinin bilinciyle… Çünkü geçmişini palavra üzerine kurma kolaycılığına kaçan her toplum, geleceği söz konusu olduğunda palavrayı tercih edebilir. Dünya tarihi yeterli örnekle dolu…
Dahası, inanç alanını gerçeklerle sınamaya alışık olmayan, inancını ‘bilgi’ veya ‘hakikat’ mertebesine taşıyıp mutlaklaştıran toplumlar da palavraya daha yatkın olurlar. Çünkü inancın gerçeklik ürettiği duygusuna sahiplerdir…
Erdoğan/Bahçeli ilişkisinde billurlaşan iktidar, dünyada ideolojik hegemonyanın kırılmasını, Türkiye’de ise Cumhuriyetçi ideolojik damarın yetersiz kalmasını fırsat bilerek bir ‘hayali gerçeklik’ siyasetine soyunmuş gözüküyor.
İktidar topluma bir masal anlatıyor… Gerçeklerle uyuşmasa da önemli değil. Güçlü bir şekilde ve ısrarla tekrarlanıp inançla taşındığında, toplumun da o masalın peşinden geleceğini ve bu sayede iktidar olmayı sürdüreceğini hesaplıyor. Yönetim sanatının bir ‘masal anlatma’ becerisi olduğunu, toplumun zaten bir masal beklediğini ve belki de bunun için bir ‘masalcı baba’nın yetebileceğini öngörüyor.
İşin tehlikeli kısmı şu ki, bunu hakkıyla becerebilmesi için iktidarın söz konusu masala tümüyle inanması, kendisini o yola vakfetmiş olduğunun görünmesi lazım. Kısacası iktidarın bu seçimi kazanması, gerçeklerden daha da kopmasını, palavra bir geleceği sanki gerçekmiş gibi sahiplenmesini ve söz konusu geleceği gerçekleştirmenin coşkusunu sergilemesini gerektiriyor.
Kişilerden söz etseydik muhtemelen tıbbi terimler kullanmak durumunda olurduk. Ne yazık ki hastalanmalar kurumsal ve yığınsal olduğunda ideolojilerin ardına gizlenebiliyor.
Meğer Erke Dönengeci bir erken uyarıymış… Anlamamışız, kondurmamışız… Şimdi karşımızda siyaset adına sunulan bir ‘deliliğe davet’ var. Mayıs’ta sandığa gidip ‘evet biz de deliliğin parçasıyız’ ya da ‘yeter, söz sağduyunun’ diyeceğiz.