Deprem aynı zamanda bir dejavu olarak da yaşanıyor.
Kahredici benzerliklerin sonuncusu, deprem yardımlarında devletten daha güvenli bulunan AHBAP ve Haluk Levent’e karşı başlatılan kampanya.
Kampanya, çünkü, depremin ortasında bir anda gazeteci, siyasetçi, troll hesapların popüler bir yardım kurumuna topluca saldırıya geçmesi cesaret isterdi.
Bu cesareti ve işareti nereden aldıkları, dün Cumhurbaşkanı ve Fuat Oktay’ın deprem yardımlarında AFAD’ı işaret eden konuşmalarından anlaşılıyor.
Depreme müdahalede çuvallayan Ankara, bu açığı şefkatli eliyle doldururken yalnız olmak, vatandaşının başını başka ellerin okşamamasını istiyor.
Tabii haklı olarak başka bir yardım kurumuna teveccühü kıskanıyor, bunun kendisini zayıf gösterdiğini düşünüyor.
Ama bunu da sanki daha önce yaşamıştık.
Yeni Şafak’ın arşivlerinden hatırlayalım.
17 Ağustos 1999 depreminin üzerinden bir hafta geçmemiştir.
Yeni Şafak isyan eden bir manşetle çıkar:
“Bu nerenin valisi?”
Gerisini okuyalım:
“Yunanistan bile yardıma koşarken, İstanbul Valisi Çakır, İHH ve Mazlum-Der’in kampanyalarını durdurdu. Deprem gününden beri acz içerisinde kalan ve sık sık vatandaşı azarlayan Vali Erol Çakır’ın eli yardım kampanyalarına da uzandı. Valinin emriyle harekete geçen İstanbul Emniyeti depremzedeler için yardım kampanyası düzenleyen ve bölgeye en hızlı yardım ulaştıran İHH ile Mazlum-Der’in hesaplarına el koydu. Mazlum-Der İstanbul Şubesi’ne de baskın yapıldı. Mazlum-Der İstanbul Şube Başkanı Şadi Çarsancaklı hiçbir işlem yapmadıklarını vurgulayarak, ‘Deprem olduğu günden itibaren şubemiz bütün personeli, üyeleri ve gönüldaşlarıyla birlikte 24 saat insanlara yardım etmeye çalıştı. Bu çerçevede yüzlerce kamyonluk yardımın gönderilmesini temin etti. Buna rağmen engellenmemiz, telafisi mümkün olmayan bir ayıptır’ dedi.”
Sivil topluma müdahale sadece İstanbul Valisi’nin şahsi bir icraatı değildir.
Ankara’da alınmış siyasi bir karardır.
Ertesi gün yardım engelleri diğer illerde de başlar.
Yine Yeni Şafak’ın haberlerinden okuyalım:
“BOLU Valisi Nusret Miroğlu, Kombassan’ın Düzce ve çevre ilçelere yaptığı gıda yardımını engelledi.”
“İSTANBUL ve Bolu’da valiler yardım konvoylarına engel üstüne engel çıkartıyor. Valiliklerin ve kriz masası yöneticilerinin keyfi davranış ve engellemeleri de depremzedelere uzatılan yardım elini iyice kırdı. Devletin hantal davranması sonucu ortaya çıkan boşluğu dolduran ve devletin ulaşamadığı yerlere ulaşan gönüllü yardımların birdenbire kesilmesi depremzedeleri yeni felaketlerin kucağına attı”
Devletin sivil topluma engeli o günlerde dünya medyasında da haber olur. Mesela New York Times’da.
Yeni Şafak’ın haberinden yine:
“New York Times gazetesi hükümetin Müslüman grupları yardım seferberliğinin dışında tutmaya çalıştığını haber verdi. Stephen Kinzer imzalı haberde üst sivil ve askeri yetkililerin böylece Müslüman grupların yardımlarla kamuoyunun güvenini kazanmalarını istemedikleri belirtildi. Polisin sivil toplum kuruluşu Mazlum-Der’i basarak, burada yasadışı materyal değil, depremzedelere yardım için toplanmış battaniye, çadır ve gıda maddesi aradığını kaydeden gazete, İstanbul Valiliği’nin de derneğin banka hesaplarına el koyduğunu duyurdu. Hükümetin yardımları sadece Kızılay veya resmen onaylanmış diğer kuruluşlara yönlendirmek istediği kaydedilen haberde, İslami kimlikleri ile tanınmış grupların ise yardım müracaatlarının reddedildiği belirtildi. Mazlum-Der Genel Sekreteri Yılmaz Ensaroğlu’nun, “Devlet kriz sırasında yetersiz ve aciz kaldı. Eğer sivil gruplar güçlülük sergilerlerse, bunun devletin prestij ve otoritesinin zayıfladığı şeklinde algılanabileceğinden endişe ediliyor” dedi. Haberde Fazilet Partisi Genel Başkan eski Yardımcısı Abdullah Gül’ün de “Partimiz şimdi organize değil. İnsanlarımız yardım için koştu, ancak kişisel olarak. FP’li belediyelerden çok yardım geldi. Ancak parti içi problemlerimiz yüzünden, koordineli hareket edemedik” dediği kaydedildi.”
Bu engellere o günlerde isyan eden sivil toplum örgütleri vardı.
Mesela şimdi AK Parti milletvekili olan o dönemin HAK-İŞ genel başkanı Salim Uslu:
“İlgisizlik, pişkinlik, vurdumduymazlık, beceriksizlik en az deprem kadar yüreğimize oturdu. Buna kader, tevekkül denemez. Sabır da gerekmez. İletişim ve ulaşım sıfırdır. Bürokrasi, Kızılay sıfırdır. İnsanlığımızı ve ulusal onurumuzu kaybettik. Ülkemizin en gelişmiş bölgesinde Üçüncü Dünya ülkesi görüntüsü verdik. T.C. tam anlamıyla bir irade felci yaşamıştır. Bunların gündeminde deprem ve sel felaketi yok. Başörtüsü, sakıncalı personel ve irtica dışında bir çalışma yapmamış. İleri sürülen numaralı tehditler boşuna. Birinci tehdit sorumsuzluktur. Yaralar sarılacaktır, devletimiz büyüktür” deniyor. Hamasetle büyük olunmadığı açıkça görülmüştür. Enkaz altında kalanı kurtaramayan devletin büyüklüğü hiçbir anlam ifade etmez.”
Hedefte sadece İslami STK’lar da yoktu. Deprem sırasında devletin yetersizliği karşısında kurtarıcı haline gelen AKUT da hedefteydi.
MHP’li Sağlık bakanı Osman Durmuş, “AKUT şov yapıyor” demişti.
AKUT başkanı Nasuh Mahruki’ye destek yine bir Yeni Şafak yazarından gelmişti.
O günlerde Erdoğan’ın danışmanlığını da yapan, AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’ten:
“Osmanlı, padişahın karizması ile yarışır hale gelen ya da güç bakımından özerkleşmeye başlayan her Beylik başını, devlete sadakatinden kuşku duyulacak bir davranışı olmasa bile hemen ”iç tehdit” unsuru sayar ve icabına bakardı. Bu, Cumhuriyet’e aynen miras kaldı, ama daha da incelikli hale gelerek. Devlete sırtını dayamadan, ”kendi başına bir değer” olabilenlerin ”icabına bakmak” için devlet gücünü kullanmaya çoğu kez gerek kalmıyor. Sırtını devlete dayamadan ya da bilinen kariyer elde etme yollarından geçmeden ”kendi başına bir değer” olabilenlerin ”icabına bakmak” için ”anonim ruh hali” bir köşede bekliyor ve bu ruh halinden ”beslenenler” en uygun zamanlamada sahne almayı çok iyi biliyor. “Devletin himayesi dışındaki her başarıyı ‘netameli’ saymaya yatkın olan ve toplumun içtenlikle sahiplendiği her kişiyi ‘kuşkulu’ bulan ‘zihinsel gelenek’ tam zamanında gösterdi başını. Devlete sırtını dayamadan, ‘kendi başına bir değer’ olabilenlerin ‘icabına bakmak’ için devlet gücünü kullanmaya çoğu kez gerek kalmıyor. Ne zaman olacak diye merakla bekliyordum, demek ki zamanı gelmiş. Zamanı geldiğine göre, Nasuh Mahruki”yi harcamanın tam zamanı. Hepimize kolay gelsin.”
Depremden altı ay sonra dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın cevaplandırdığı bir soru önergesinde devletin meseleyi nasıl gördüğü ortaya çıkmıştı:
“Deprem felaketi sonrası büyük kayıplara uğrayan vatandaşlarımızın bulunduğu ortam suistimal edilmeye müsait olduğundan, aşırı sol, bölücü ve bölgeci örgütler ile dini motifli terör örgütleri ve bu örgüt paralelinde faaliyet gösteren legal seksiyonlarınca değerlendirilmek istenilmiştir.”
O günlerde de vatandaşlar evsiz barksız cenazelerini kaldırırken devletin derdi kendi itibarıydı.
O günlerde deprem çalışmalarının başındaki Başbakanlık Müsteşarı ve Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Başkanı Ahmet Şağar, basını suçlamıştı:
“Devleti güçsüz göstermek amacıyla yapılan yayınların vatandaşın devlete olan güvenini zedeliyor, devleti yıpratmak, iç ve dış düşmanlara fırsat vermekten başka sonuç doğurmayacaktır.”
Başbakan Ecevit de Bakanlar Kurulu toplantısında “medyaya RTÜK aracılığı ile hemen çeki-düzen verilmesini” istemişti.
Ve birkaç gün sonra RTÜK, Kanal 6 Televizyonu’na deprem nedeniyle yaptığı yayınlardan dolayı 7 günlük kapatma cezası verdi.
24 yıl öncede kaldığını zannettiğimiz bütün bu kötü hatıralar yeniden canlanıyor.
Çünkü Türkiye’de iktidarlar değişse de iktidar olma, hükmetme pratiği ve devletin gücünü kimseyle paylaşmak istemeyen kibri değişmiyor.
İktidarını kimseyle paylaşmayan, hesap vermeyen, kendisinden başka kimsenin aktör olmasından hoşlanmayan, kendisi dışındaki herkesi şüpheli ve tehlikeli olarak gören, vatandaşını azarlayan bu kibirli devlet, bir de kendi işini de doğru düzgün yapmıyor.
Şerik kabul etmeyen devletlerin beceriksizliğinin faturasını da deprem gibi kriz anlarında toplum ödüyor.
Sonra tekrar her şey yeniden başlıyor.