Kolayca anlaşılacağı gibi bu başlık, seçim sonuçlarında neyin etkili olduğuna dair kanaatimin özeti gibi. Elbette ekonomi politikalarının ağır sonuçlarını bu iki faktörün belki de başına oturtmak gerekir. Ancak hepimizin zaten ilk aklına geleni de ekleyerek başlığı uzatmak istemedim.
İdeolojik katılaşma/kucaklayıcı ılımlılık ikiliğine geçmeden, geniş kesimlerin yıkımına yol açan ekonomik tercihlerin de köklerine dair kısa birkaç cümle kurabiliriz.
Yaşadığımız yoksullaşmanın temel nedeni aslında doğrudan siyasal. İnşa edilmekte olan otoriter rejim ve buna eşlik eden, tartışılamaz, dengelenemez mertebeye ulaşmış lider kültü, bütün ulusun kaderini belirler oldu. Rasyonelliği temsil eden kurumsal yapılar işlevsizleşti, özgüveni bilgi birikimini çok aşan karşı konulamaz otoritenin akıl sır erdirilemez kararları ekonomiyi yıktı geçti. Ve bu göz göre göre oldu. Kısacası Türkiye’yi uçuracağı öne sürülen tek adam rejimi ve güç temerküzünün yol açtığı sonuçlarla karşı karşıyayız. Kurumsal kollektif aklın ve bilimsel düşüncenin hafife alınmasını, özellikle de ekonominin hiç affetmeyeceğini, başta iktidar kullanıcıları olmak üzere tüm ulusça tecrübe etmiş olduk. Mehmet Şimşek döneminin açılmasını da, yoksullaşmamızı da ve elbette önemli ölçüde yeni seçim haritamızı da buna borçluyuz.
Seçim sonuçlarını anlamaya çalışırken, ekonomiye olduğu kadar, iktidarın ideolojik katılaşmasına da önem atfetmeliyiz kanısındayım.
Erdoğan’ın değişen ittifak politikaları ve siyasi yönüyle birlikte ideolojinin aşırı işlevselleştiğine tanık olduk. Mahçupyan’ın “yeni ittihatçılık” olarak kavramsallaştırdığı söylem merkeze oturmaya başladı. Yargının araçsallaştırılmasından Kürt sorununa; yasaklayıcı cezalandırıcı uygulamalardan, ekonomi, kültür ve dış siyasete kadar tüm politikalar “milli-gayrı milli” ayrımı üzerinden meşrulaştırılmaya başladı. Toplumun “güçlü ve tam bağımsız!” Türkiye özlemini tatmin etmeye dönük ideolojik kodlara abanıldıkça iktidarın rakipsiz kalacağı düşünüldü. Bütün konuları ideolojikleştirmenin muhalefetin zayıf karnına çalışmak olduğuna inanıldı. Bu yol tek yönlü bir otobandı; karşısında kimse duramazdı.
Gerçekten “yeni ittihatçı” ideolojik söylem toplumun kimlik, benlik duygularına güçlü bir cevap oluşturuyor gibi gözüküyordu. Ancak bir yandan da zaten var olan kutuplaştırıcı, düşmanlaştırıcı iklimi sonuna kadar zorluyordu. Giderek ortadan bıçakla kesilmiş, siyasal geçirgenliğini yitirmiş, karşılıklı hınçla yaşayan iki kesimli bir topluma dönüştüğümüz kanısı kemikleşmeye başlamıştı. İdeolojilerin tam işlemediği, “milli-gayrı milli” ayrıştırmasını yeterince ikna edici bulmayan, aşırılıklara angaje olmayan, bu gerginlikten yorgun düşmüş, siyasete farklı bir günlük hayat penceresinden bakan, (alışıldık ama artık demode olmuş bir kavrama baş vurursak) bir merkez-sosyoloji de olduğunu düşünmez olmuştuk. Sanıyorum bu tasavvurumuz yüzünden seçim sonuçları, en iyimserler (iktidar cenahında da en kötümserler) için bile çok şaşırtıcı oldu.
Burada Ateş İlyas Başsoy’u anmadan geçmek olmaz. Bu arkadaş yıllardır dönüp dolaşıp aynı hatırlatmayı yaptı her söz aldığında. Seçimleri “ortadakiler” belirler; vardır onlar.
Benlik ve kimlik duygularını ideolojilerle yakalayabilirsiniz ama bunun sınırları vardır. İdeolojiye abandıkça bu sınırlarla karşılaşırsınız. En başta ekonomi olmak üzere, keyfilik ve yozlaşmanın karşısında hukuk güvenliği, devlet gücünün adaletli kullanımı, yolsuzluk ve şatafata karşı duruş… Bütün buralarda karneniz çok önemlidir. Toplumu sert söylemlerle ayrıştırarak sonsuza kadar güç üretemezsiniz. Giderek bıktırırsınız.
İşte iktidarın ideolojik katılaşmadaki doz aşımı, seçim haritasının bir yüzünü anlatıyor kanımca. Ben bunu 2023 seçimlerinde bekliyordum ve “Erdoğan Neden Kaybedecek” başlıklı, oldukça iddialı bir yazı da yazmıştım. Sağlam tokat yedim anlayacağınız. Ancak bu yanılgının, değerlendirmemin “ideolojik katılaşmanın kazanmaya yetmeyeceğini söylediğim bir merkez seçmenin varlığı” boyutu ile ilgili olduğuna o gün de inanmamıştım. Onlar vardı ve son dakikaya kadar %13-15 civarında “kararsızlar” başlığıyla sahada ölçülüyordu. Yanılgımın, muhalefetin bu seçmene güven vermekten uzak kaldığını görememiş, bunu yakalayacak dikkati göstermemiş olmamdan kaynaklandığını düşündüm. Bu düşüncemi de “Erdoğan Kararsızları İdeolojiyle mi Kazandı” başlıklı yazımla anlatmaya çalıştım. Ali Bulaç’ın berberi son dakikaya kadar “yoksulluğun dibine vurduk oy moy yok” diye yakındıktan sonra mührü Erdoğan’a basmasını açıklarken “Geçim sıkıntısı çekiyoruz evet. Ama vatan tehlikedeyken açlığın lafı olmaz” derken doğru mu söylüyordu? Yoksa, muhalefetin gördüğümüz haline bakıp “bunlar beceremez; sorunu yine reisin otoritesi çözer” iç sesini gizleyen yüce bir persona mı sergiliyordu? Cevabımı tahmin edersiniz…Spekülasyondan ölen olmadı.
Buradan başlığın ikinci önermesine geliyoruz.
Muhalefet işte bu seçmenlerin bir kısmını yerel seçimde yakalamayı başardı. Araştırmacı Can Selçuki, yaptığı çalışmalara dayanarak 3 milyon kadar AKP seçmeninin sandığa gitmediğini, 1,5 milyonunun ise CHP’ye oy verdiğini söylüyor. Gecikmeli ve çok çarpıcı bir tepki verdi toplum. Klişe deyimi tam hak eden bir “dip dalga” taşları yerinden oynattı.
CHP bunu nasıl başardı? Seçim haritasının ikinci yüzü de bunun cevabında gizli. Ben sözü Recep İhsan Eliaçık’a bırakayım. Şöyle bir tiwit attı kendisi: “CHP şu an helalleşme politikalarının meyvesini topluyor. Bu açılım çizgisinin en önemli meyveleri İmamoğlu ve Yavaş’ın kendileri zaten. Bence Kılıçdaroğlu yeni CHP’nin doğururken ölen anasıdır.”
Bu rafine metaforun üstüne söz söylemek yavan kaçabilir.
Buradan devam etmek üzere susmak daha iyi…