“Normal”in, “Normalleşme”nin anormal seyrettiği bir ülkede aşk da tekinsiz mevzulardan. “Aşk” cinayetlerinden “Vatan, millet aşkı”na geniş bir yelpaze… “Görev aşkı” da var; o aşkla bir koltukta kocayanlar da… “Koltuk aşkı” da görülen, sezilen bir şey ama “meta fetişizmi” tanı almış arızalardan olduğu için kimse aşkını itiraf etmiyor.
Bütün bu “aşk”lar bazen şiddet bahanesi, hatta “savunması” üstelik. “Vatan, millet, görev aşkı”nın siyasete şiddetli etkisi de ortada. Popüler aşk şarkılarından siyasi marşlar, kürsülerdeki “Türkiye aşkı” nidaları o mahut repliği bile getiriyor aklıma: “Çok seviyordum öldürdüm abi…”
Mevzu vahim, derin… Liderlerden, politikacılardan feyz almak imkânsız. Tehlikeli de… Aşkta kılavuzu politikacı olanın gideceği yer belirsiz zaten. Ötesi hepsi sır küpü… Mesleğine “aşk”la bakan, siyasetten magazinel manşet çıkarmak isteyen muhabirlerin -punduna getirip- yönelttiği “Hiç âşık oldunuz mu?” sorusu da nafile: “Bizimkisi vatan, millet aşkı…” Sohbete azıcık samimiyet katmak isteyen çıksa da boş: “Ve yıllardır aynı yastığa baş koyduğumuz refikamıza, ayâlimize…”
“Gülün Adı”nı bilememek
Oysa, bu mevzuda ayıp kaçsa, “mahrem”, riskli dursa da “Her şeyin bir ilki var”… Hele “ilk aşk”! Efsanelerine bakarsan unutulmazmış üstelik. Felsefesi, sanatı, psikolojisi, şarkısı, türküsü, zıp zıp geyiğiyle de bâki. Ben daha da ileriye giderek “ilk öpücük”ten söz etmek istiyorum. Ona, onu görmeye tahammül bile dert hâlâ.
Onu ilk aşkına kondurabilenlerin hikâyesi ise roman. Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanındaki gibi “ilk öpücük”ün nefesini unutulmaz bir “ilk aşk”a vermesi de mümkün tabii. Kahramanı Adso gibi öpüşüp de âşık olduğun kızın adını bile soramasan, bilemesen de…
Üstadı çırağı yeni yetme Adso’ya şehvetle aşkı karıştırdığını söylese de bu o “ilk”i eksiltmiyor. Dünya nimetlerini toptan reddeden Fransisken Rahibi üstat da -hüzünle- farkında zaten: “Hayat aşksız ne kadar huzurlu olurdu, Adso. Ne kadar güvenli, ne kadar sakin ve ne kadar yavan.”
Popüler dolaşımıyla aşk da yıldırım, deprem misali olduğu için ânı, zamanı belirsiz ama… “İlk”lerin o aşaması çocukluğa, “yeni yetmelik”e denk geliyor çoğu kez. İlk aşk da çocukluktaki bağlanma biçimlerimizi andırıyor.
İnsan ne zaman öpüştü?
Alına, yanağa değil aşkın, tutkunun diline, kaynağına kondurulan ilk öpücük başka tabii. Sadece insanın hayatında değil tarihte de “ilk öpücük”ün yeri ayrı. Durup dururken bütün bunları aklıma düşüren geçen ay “Sabah sabah kahvaltı mı hazırlanır!” yazımda (22 Eylül 2024) kısaca değindiğim “Quest for Fire (Ateşi Aramak)” filmi oldu.
Yazım için hoş tesadüf ya da hafızanın cilvesi… “Gülün Adı”nı da yöneten Jean-Jacques Annaud’nun arka planında ehil bir ekibin özenli çalışmasıyla yaptığı filme bakarsak, öpüşmenin tarihi ateşin bulunması, kontrol edilmesiyle bir. Filmde ateş aramaya çıkan topluluğun gençleri, ateş yakmayı bilen topluluğun kadınlarıyla karşılaşıyorlar. Ve onlardan ateş yakmanın yanında gülmeyi ve öpüşmeyi öğreniyorlar!
Hayatında öpüşmeyi, öyle bir yakınlaşmayı hiç duymayan, görmeyen, bilmeyen gencin o andaki şaşkınlığı seyredilesi… Filmde öyle bir ima, mimik olmasa da “Beni yiyecek mi acaba?” diye düşünmesi çok makul. Amacın o olmadığını anlayınca lezzetini hissediyor. Ve kıza bakıp o da gülümsüyor, ilk kez.
İlk öpüşenler arasındayız
İlk öpücüğün tarihinde ben filmdeki o miladı, milyon yılı tercih etsem de, “Film icabı öyle…” diyenler için kayda geçen ilk öpücüğe de baktım. Euronews’nun haberine göre Oxford ve Kopenhag Üniversitesi’nden akademisyenler dudak dudağa öpüşmenin belgelenmiş en eski kanıtının Mezopotamya’da bulunduğunu açıklamış. Yazımın fotoğrafındaki kil tablet 4 bin 500 yıllıkmış.
Dr. Troels Pank Arboll’un basın açıklaması bize uzak, o şaibeli “dış mihrak”lardan da sayılmaz: “Fırat ve Dicle nehirleri arasında yaşayan ilk insan kültürlerindeki kil tabletlerin binlercesi korunmuştur. Öpüşmenin eski çağlarda romantik yakınlığın bir parçası olarak algılandığını, tıpkı arkadaşlıkların ve aile ilişkilerinin bir parçası olabildiğini açıkça göstermektedir.”
Valla dediği doğru; tablet açıkça, fazlasıylagösteriyor. Tabletteki yatakta sereserpe öpüşenler atalarımızın atalarıyla akrabalığımız hakkında bir ipucu esasında. Verdiği adrese bakınca tarihte ilk öpüşenler arasında olmamız da kuvvetle muhtemel.
“Kafa tokuşturmak”la bu kültüre diklenilse, eski köye yeni âdet getirilse de biz ezelden öpüşürüz zira. Velâkin -medeniyetimiz icabı- 4 bin 500 yıllık o tabletin heykeli dikilse yıkar, hatta taşlarız da: “Olmaz ki, öyle de öpüşülmez ki!”
Masallardaki öpücükler
İlk öpücüğün tarihi bir mesele olduğunu masallardan da seziyoruz. Hayâtî olduğunu da… 100 yıl uyuyanıyla, “Pamuk”uyla, bir öpücükte prense dönüşen kurbağasıyla “hayat öpücüğü” üstelik. Ancak masallardaki o öpücükler farklı kanattan da tepki uyandırıyor. Disneyland’de o öpücüğü temsil eden maketin cinsel saldırıyı-istismarı özendirdiği gerekçesiyle kaldırılması istenmiş: Prens “izin almadan, rızaya dayanmadan ölüyü öpüyor”…
Bütün bunlarla bir kez daha anlıyorum ki, bu mevzuya da gerçek hayattan girersem mesele müşkül. Düğüm çözmeye çalışmak, kördüğüme dönüştürme riskini de taşıyor. İpin bir ucundan tutmak daha güvenli… O nedenle “ilk öpücük”e de sinema üzerinden, “film icabı”ndan devam etmek istiyorum.
Sinemada büyüyen kuşak
Hem benim de, bizim kuşağın da “mahalle”deki temsilinde sinemaların, filmlerin yeri ayrı. “Bir iki kuşak sinemalarda, sinemayla büyüdü” desem mübalağa olmaz. Hatta cümbür cemaat gidilen Açıkhava sinemalarında tahta sandalyelerin yanındaki bebek arabalarında büyüyenler bile var. Belki kalabalıkta ağlamamayı orada belletti hayat.
Öyle ki… “Büyüme”nin, içinde bir şeylerin büyümesinin unutulmaz milatlarından öpüşmeyi de filmlerden gören, öğrenen, taklit eden, belki ilk kez sinemada öpüşen nesillerin renkli beyazperdesi. Sinemada seyircinin ilk öpücük sahnesine tanık olması da zaten tarihi olay. İlk kez perdede hareketli insanlar görmenin heyecanı, tansiyonu başka, o hareketin “öpüşmek” olması bambaşka.
Öpüşmenin dayanılmaz tarihi
İlk kez 1896’da… New Jersey’de Thomas Edison’ın ürettiği sessiz filmde kadınla erkek 20 saniye öpüşüyor. (Olayın o dönemdeki ehemmiyetini kavramak için -benim gibi- nefesinizi tutup 20’ye kadar sayabilirsiniz.) Beyazperdede devrim diyen de var, deprem de…
Tarihte kadın oyuncunun adıyla anılıyor: “May Irvin öpücüğü”… Yılın en popüler filmi. Film dediysem hepsi o kadar zaten. O sahnenin tasviri kayıtlara şöyle geçiyor: “Öpüşmeye hazırlanıyorlar, öpüşmeye başlıyorlar, öpüyorlar, öpüyorlar, öpüyorlar ve her seferinde ortalığı ayağa kaldırıyorlar.”
Lâkin bu anlatımla, ballandırmayla gözümün önüne gelen manzara o sahneyi izleyince değişiyor. Öncelikle oradaki öpüşme bırakın “French Kiss”i, “Türkân Şoray öpücüğü”nün de yanından geçmez. Dudağa bir an kondurulan buse bile değil. Dudağın kıyısından, yanakla dudağı ayıran o kritik sınır çizgisinden. “Yanlama” öpücük.
Bıyıklı “müstehcen” öpücükler
Sanıyorum gerilimi azaltmak, o “gayritabii” durumu sıradanlaştırmak için öpüşürken sürekli konuşuyorlar, gülüşüyorlar ayrıca. İkisi de hiç susmadan. Film sessiz olduğu için ne konuştuklarını bilemiyoruz ama “havadan sudan” olması muhtemel.
Öpüşme bitince erkek noktayı koyuyor, pala bıyığını buruyor, sıvazlıyor. O öpücüğün masum değil fazlasıyla müstehcen olduğunu öyle, bıyıkaltı gülümsemesinden de anlıyoruz. Sinemanın “tarihî” anlatım gücünün de bence abidesi. 20 saniyede her şeyi anlatıyor fikrimce. Bıyık önemli… Sinemacılara 30 yıl sonra bile ilham oluyor. Bıyığı incelse, alttan üstten düzeltilse de dünyanın tüm erkeklerine “Klark çekme”yi öğreten Clark Gable’ın da alamet-i farikası.
Gable’ın sinema tarihinde fırtına yaratan 1939 yapımı “Rüzgâr Gibi Geçti”deki ilk öpücüğü de ayrı hikâye… Gözlerini kapatıp kendini buseye bırakan Vivien Leigh’in çenesini tutuyor, küstahça gözlerine bakıyor: “Nayır… Gözlerini aç, bana bak! Nayır, öpülmeye çok ihtiyacın olmasına rağmen seni öpeceğimi sanmıyorum. Bu senin sorunun…”
İlk “ağız açık” öpüşme
Üzerinden 128 yıl geçse de sinemada öpüşme sahneleri hâlâ gündemde. RTÜK sayesinde yerli televizyon dizilerinde pek normalleştiremesek de “Kim, kiminle, nasıl, nerede, ne zaman”ı da ayrı tarih. Öyle ki “New York Times” sinemadaki öpücükleri tarihsel olarak sınıflamış.
Çığır açan, kondurulan masum buseye meydana okuyan “ağız açık” öpücük 1926’da. Greta Garbo ve John Gilbert’in oynadığı filmde… Filmin de adı üstünde: “Ten ve Şeytan”. Umuma afişi “yanaktan” da olsa sürpriz salonda, şeytan o ayrıntıda.
“Aykırı öpücük”lerin perdeye yansımasında önce öpüşme biçimleri var. O bile zaman alıyor. O meşhur “French Kiss”e uzun süre Fransız kalıyor sinema. Onun da ilki yıllar sonra, 1961’de, 20’li yaşlarındaki Natalie Wood ile Warren Beatty’nin oynadığı “Splendor in the Grass” filminde. Çimende, çayırda saltanat…
“Siyah-beyaz”da renk riski
Kimin kiminle öpüştüğü ise daha yaman mesele. Siyah erkekle beyaz kadının öpüşmesi gibi… “Çığır açan ırklararası öpüşme” 1967’de “Guess Who’s Coming to Dinner”da. “Bil Bakalım Yemeğe Kim Geliyor” adıyla şaşırtan film bizde “Beklenmeyen Misafir” adıyla gösterime giriyor.
Öpüşme var ama nasıl? Film boyunca Sidney Poitier’nin sarışın nişanlısı Katharine Houghton’a kondurduğu tek öpücüğü taksinin dikiz aynasından görüyor seyirci. Alıştıra alıştıra… Filmin gösterime girme sürecinde ABD’nin 17 eyaletinde hâlâ ırklararası evlenme yasağı var.
“Erkek gibi kadın”…
Biseksüel, eşcinsel öpücük de elbette zorlu süreçlerin ifadesi. Beyazperdedeki kadın kadına ilk öpücüğün tarihi enteresan aslında. 1930 yapımı “Morocco” filminde… Silindir şapkalı, papyonlu, smokinli Marlene Dietrich elinde bir gülle gidip masada erkeklerle birlikte oturan kadını dudağından öpüyor. “Kadıncağız” utanıp yüzünü yelpazesinin ardına izlerken, erkekler keyifle kahkahayı basıyor. Sanki biraz şakacıktan. Hem “erkek gibi kadın” nasıl olsa.
Erkek erkeğe öpüşme ise anca 41 yıl sonra, 1971 yapımı “Sunday Bloody Sunday”de… O yıllarda eşcinsel olduğunu da açıklayan İngiliz yönetmen John Schlesinger’in filmi. Başta Oscar ödüllü “Geceyarısı Kovboyu (1969)” olmak üzere başka filmlerinde de bu tema var. Ama o filmin yeri ayrı: “Özgür ruhlu, genç, biseksüel sanatçı”yla, “eşcinsel Yahudi doktor”un ilişkisi. O filmine yapımcı bulmanın yanında, o rolde oynayacak aktör bulması da kolay olmuyor.
Bizde “tarih” olmuyor galiba
Filmlerdeki ilk öpüşme sahnelerinin tarihi bizde de enteresan elbette. Bugün mozaikleme, buzlama, sansürle vardığı noktaları, RTÜK külliyatını düşününce tarih olduğunu söylemek de kolay değil. Yüz yıl önce perdeye yansıyan “ağzı açık” öpücük hâlâ TV’deki sansür kriterleri arasında olabilir. “Cinselliğin iması” bile derdi RTÜK’ün. Hep güncel… Her türden, her alanda “ima” daima derdimiz zaten.
“Sinema ve öpüşme” kuşkusuz beyazperdedeki yansımalarından ibaret değil. Bizim zamanımızda popüler “Anket Defterleri”nde “İlk öpüşmeniz neredeydi?” sorusu da olsaydı, yanıtlarda “sinema”ya sık rastlardık herhalde. Gelecek pazar “bizim sinemalarımız”a değinmeye çalışacağım. Hem ayrı bir yazı, hem de belki bir yazı dizisinin devamı olarak.