Uzun yollar yolculuklar arasında Yapı Kredi Yayınları’nın Şubat ayında yeniden bastığı Bir Ömür Böyle Geçti’yi, Süreyya Ağaoğlu’nun hatıralarını okudum. Kesik kesik ara ara, uyuya uyuya ama hep aynı zevk ve heyecanla okudum ve de.
Ağaoğlu ailesinin bütün fertlerinde olduğu gibi bir ciddiyet, vakar, dil zevki, ülkesine adanmışlık ve hayata bağlılık süzülüp geliyordu satır aralarından. Kitabı yazma amacını kitabın sonunda şöyle yazıyordu: “Yegâne temennim, memleketin nereden gelip nereye vardığını benim gibi uzun seneler tecrübeler geçirerek gören insanların gençlere bunları anlatarak memleketi demokrasi ve hürriyet içinde mesut bir ülke yapmanın yollarını aramalarına yardımcı olmalarıdır.” (s.150).
Açıkçası, kitabı daha çok Samet Ağaoğlu’na duyduğum güçlü saygıdan almıştım, bu değerli ablayı tanımıyordum ama okudukça bu duygumdan utandım. Süreyya Ağaoğlu’nun kimseye ihtiyacı yoktu zira. Tam aksine, hayatı boyunca kendi yolunu kendisi çizmiş, hep bunun için yaşamış, kadınların hukuk fakültesinde okuyabilmesini sağlamak için cesurca kendini ortaya atmış, ilk kadın avukat, ilk çocuk çalışmaları aktivisti, denebilir ki ilk uluslararası hukukçumuz bir kadındı o. Bu ülkede düşünce özgürlüğünün tam bir serbestlikle hakim olması için var gücüyle uğraşmıştı. New York mahkemelerinde duruşmalara katılmış, Delhi’de kongre başkanlıkları yapmış, Londra’da iş ortaklıkları kurmuştu.
Büyük acılarla büyük başarıları aynı olgunlukla karşılamayı başarabilmiş, ülkesini gerçek anlamda özgür ve demokratik bir dünya devleti yapabilmek için menfaatlerini bir tarafa bırakabilmiş, idealist bir insandı. Çocuk Dostları Derneğini, Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’ni kurmuş, en zor zamanlarda hukuku savunabilmiş, karşısındaki kim olursa olsun lafını esirgemeden söyleme cesaretini gösterebilmiş biriydi. Yassıada’da savunmalar yapmış, hukukun ve adaletin yerlerde süründüğü dönemlerde hakka ve hukuka olan inancını yitirmeyebilmişti! Her satırda, bastıramadığı heyecanını üzerimde hissettim. Acılara iniş çıkışlara, yok oluşlara rağmen sürdürülebilen bu heyecanın kaynağını iyi anlamak ve onu arayıp bulmak lazım dedim kendi kendime. Çin’de olsa arayıp bulmak!
Henüz doğru dürüst uçak yolculuğunun, konaklama imkânlarının olmadığı, ekonomik şartların yerinden oynamaya pek de izin vermediği bir zamanda ülke ülke dolaşırken her defasında yanında Türkiye’yi de götürmesine hayran kaldım. Biyografisi yazılmalı bu insanın dedim bu kez. Neden bugüne kadar yazılamamış ki!
Ve tabii, çok şaşırdım; 30’lu 40, 50’li yıllara ve sonrasına dair yazdıklarıyla bugün olan biten arasında neredeyse hiçbir farkın olmamasına, Şark’ın bitmeyen kendi kendiyle uğraşmalarına, iki ileri bir geri durumlarına ve verdiği bilgiler arasında daha önce hiçbir yerde karşılaşmadığım utan verici detaylara…mesela şunun gibi: “Türkiye’ye dönünce üzücü bir işle uğraşmak zorunda kaldım. Kardeşim Samet’in Yassıada’da tutuklu olduğu sürede yazmış olduğu hatıraları, Ada Kumandanı Tarık Güryay alıkoymuş ve birkaç yıl sonra bu anıları Hürriyet gazetesine satmıştı…Bu olay Ada Kumandanlığı yapmış bu zatın ne karakterde olduğunu göstermeye yeterlidir.” (s.172).
Onun karakterinde beni en etkileyen kısım galiba, olan bitenler ne kadar umut kırıcı olursa olsun iyimser bir isyanla karşı koyabilme gücü oldu. Bunu, kırıp döken yok edici bir ezme ezilme savaşı gibi değil yaratıcı ve yeniden yaratıcı bir ruh gücü ve insana inanmışlıkla yapabilmesi ne büyük bir duruştu! Hümanizm bu olsa gerek dedim! İçindeki isyan hisleri her nasılsa hep çok güçlü kalabilmişti. Tıpkı, Fuat Köprülü’nün dönemlere göre değişen karakterinden bahsederken, “Türkiye’nin ezeli derdi opportunizmi çevremde çok izlediğim için bu tutumla davrananlara karşı içimden gelen isyan hisleri çok kuvvetli.” (s.86) derken olduğu gibi.
Uluslararası hukukçuların bugün bile hayli doğru ve yerinde başlıklarda düzenledikleri saygın toplantılara gidip gelirken tesadüf ettiği bir Hintli’nin, öğlen yemeğinde tam bir “Lord” gibiyken akşam yemeğinde tam bir “Hintli” olarak karşısına çıkmasına şaşırınca, “Siz bizim İstiklal Savaşı sonrasındaki halimize benziyorsunuz: Kendini beğenmişlik ve emniyetsizlik hisleriyle dolusunuz.” (s.98) sözünü hiç eskimemiş buldum. Belki de bitmeyen bir İstiklal Savaşı sonrası halinde yaşadığımız içindir, kim bilir!
Hukuk ve siyaset arasındaki ilişkinin demokratik gelişme açısından taşıdığı önemin daha o yıllardan farkındadır Ağaoğlu, bu ikisinin birbirinin güvencesi iken, olabilecekken aynı zamanda çürütücüsü de olabileceğini görmüştür: “Esasen Türkiye’de demokrasi mücadelelerinin insanlara çektirdiği azabın büyük sebebinin Adalet kavramının tam manasıyla anlaşılamamış olması kanısındayım.” (106). Serbest Fırka tecrübesi ona çok şey öğretmiş -tıpkı bütün ülkeye olduğu gibi!-, biraz da bu yüzden kendisine atılan sayısız iftiraya hiç şaşırmadan yoluna devam edebilmiştir: “Serbest Fırka tecrübesine dayanarak Türkiye’de iftiralarla neler yapılabileceğini biliyordum.” (s.113).
Ve tabii, Yassıada mahkemeleri…ne çok insanlık dersi görmüş, insanın ne çok alçalmalarına, küçülmelerine şahit olmuş, ne çok acı çekmiştir. Hukukun ve adaletin görülmemiş derecede çukura düşmesi karşısındaki isyanı içten içe duyduğu acının içine gömülerek kendini sonraki kuşaklar için var etmiştir. Duruşmalar tam bir rezilliktir: “Bu duruşmalarda dinlenen şahitlerin bir kısmı beni hayretler içinde bıraktı. İnsanların ne kadar alçalabileceklerini bu mahkemede gördüm.” (s.123). Sadece şahitler mi, mahkemeye dinleyici olarak gelenler peki? “Mahkemeye gelen dinleyiciler iki gruptu. Bir grup eğlenmeye geliyordu. Adeta kokteyle gidermiş gibi süslenmiş hanımlar, kahkahalar, işaretler ve hakaretlerle vakit geçiriyorlardı. Diğer grup ise Demokrat Partililerin mustarip aileleri idi. Zaten vapurda da bu iki grup ayrı yerlere oturtulurdu.” (s.129).
Yanlış zamanda yaşamamış olsa eğlenceli ve muzip biri olarak tanıyacaktık belki de. Bir keresinde yine uluslararası bir hukukçular toplantısında sürekli somurtan Koreli delegeye takılmaktan kendini alamaz, şöyle yazar: “Vietnamlı ilginç bir delege işçi kökenliydi, Fransızca da biliyordu. Koreli delege ise tebessüm dahi etmiyordu. Lisan da bilmiyordu. Bir kere nasılsa gülünce, ‘Ay, gülünce ne güzel oluyorsunuz’ dedim. Bu sözümden de hoşlanmadı.” (s.178). Ya da şu anlattığı hikâye onu ne çok anlatıyor: “Bir gün Londra’da Oxford Street’te iki İrlandalı yürürken biri diğerine, ‘Bak şu karşıdaki adamı hiç sevmiyorum’ demiş. Öteki, ‘Tanıyor musun?’ deyince, “Tanımıyorum, onun için sevmiyorum’ cevabını vermiş.” (s.186).
Ondan bize kalan kubbede hoş bir sedadan ibaret olmamalıydı. Belki de değildir de ben bilmiyorumdur. Ama öyle olsaydı, çocuklarımız bu halde, adalet yerlerde, hukuk siyaset karşısında çaresiz, oportünistler hiç olmadığı kadar neşeli, iftira hiç olmadığı kadar geçer akçe olmamalıydı herhalde! Hiçbir şey olmasa onun şu sözü bir yerlere asılabilmeliydi: “Adalet olmayan yerde hiçbir rejim başarılı olamaz!” (s.206). Kim bilir belki hâlâ vakit vardır.
Her şeye rağmen onun hayatı, çok sevdiği, Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirebilmek sözündeki sırra ulaşabilmiş gözüküyor. Darısı yeni başlayanlara!