Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIİmamoğlu dâvâsı: sağda ve solda, ince hesap, plan ve komplo teorileri

İmamoğlu dâvâsı: sağda ve solda, ince hesap, plan ve komplo teorileri

Her yerde geyik muhabbeti. Bazı muhalif aydınlar, bir Sharon Stone sendromuna kapılmış gibi. Hatırlayacaksınız; Temel İçgüdü (1992) filminde, Sharon Stone’un oynadığı Catherine Tramell karakteri sadece katil değil, aynı zamanda olağanüstü zeki bir psikologdur. Zaten üniversitede psikoloji okumuştur ve bilhassa erkekler üzerinde şeytanî bir manipülasyon kabiliyeti vardır. Davranışlarını yüzde yüz öngörebilmekte; kâh şu sözü, kâh bu tavrı, kâh bedeninin orası burasını açıp sergilemesiyle, onlara tamı tamına istediğini yaptırabilmekte; bu sayede hakkındaki soruşturmayı da sürekli rayından çıkarabilmekte, yanlış pistlere sevkedebilmektedir.

[18 Aralık 2022] Gerçekte böyle şey olmaz tabii. Kimse insan ruhunu eksiksiz okuyamaz, insan davranışlarını bire bir belirleyemez, öngöremez. Tersten söylersek; hayatın her alanında, her türlü gelişme karşısında, sonuç bu olduğuna göre demek amaç da buymuş tarzı çıkarsamalar yapılamaz. Ernest Gellner’in geçmişte başka bağlamlarda da defalarca hatırlattığım ifadesiyle, humans are under-programmed animals. İnsan eksik programlanmış bir yaratıktır. Ekliyorum: hatâ ile malûldür.

Dolayısıyla determinizm katı bir determinizm değil, ancak hayli yumuşak bir determinizm olabilir (ya da belki hiç determinizm olmayabilir). Tabii belirli olabilirlik limitleri (limits of the possible) içinde kalmak kaydıyla, şu veya bu problem, tehdit, tehlike, meydan okuma vb karşısında bireylerin, grupların veya toplumların ne yapacağı o kadar da tahmin edilemez. Gene ekliyorum: doğru hesap çok nadirdir, hele siyasette. Sürekli yanlış yapılır. Dolayısıyla yaşadıklarımıza bakarak, birileri bunu aynen böyle istedi ve çok sıkı planladı da ondan oldu denemez. Amaç ile sonuç çok farklı olabilir. En basiti: Modern Çağda devrimler neden ve nasıl patlak verir? Ya da Birinci ve İkinci Dünya Savaşları? İktidarlar her şeyi bildiğinden değil; tam tersine, birçok şeyi bilmediğinden, anlamadığından, göremediğinden. Tarih çok büyük ölçüde kastedilmemiş, planlanmamış sonuçların (unintended consequences) tarihidir.

Gelin görün ki 14 Aralık’tan bu yana tam bir Temel İçgüdü atmosferindeyiz. Çağdaş siyaset sahnesine ilişkin komplo teorileri, kamusal alanda giderek daha büyük yer tutmakta. Bilgili, okur yazar, en aklı başında sayabileceğiniz kişiler bile, olmayacak saçmalıklara kendini kaptırıp öküz altında buzağı aramaya girişebiliyor. Türkiye’nin genel kültür arkaplanında, bu açıdan Batı veya emperyalizm en büyük günah keçisi. Bir zamanlar bu, 19. yüzyılın mirası bağlamında, öncelikle İngiliz emperyalizmi, Britanya İmparatorluğu’ydu. Entelicans Servis (öyle denir ve yazılırdı), neler bilirdi neler! Mutlaka, bizim asla akıl erdiremeyeceğimiz, en sinsi bazı hesapları vardı. Gel zaman git zaman, 1960’lar ve 70’ler solculuğunun cahil çocuk muhayyilesinde yerini CIA aldı (ve 1 Mayıs 1977 “katliamı”ndan bile sorumlu tutuldu). Zamanla kılık değiştirdi; “üst akıl” kimliğine büründü. Kâinat Türkiye’yi hedef alan tezgâhlarla doluydu ve (sürekli tekrarlanıp derinleşen döviz krizleri dahil) hepsinden bu “üst akıl” sorumluydu. Günümüzde ise Kafka-vârî bazı metamorfozlar daha gerçekleşti: iktidar açısından her şey terör örgütlerine, özellikle FETÖ’ye yıkılır oldu; muhalefet açısından ise iktidar, kadir-i mutlak sayılır hale geldi. Sonuncusuna Sharon Stone veya Temel İçgüdü sendromu diyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ardında bir Sharon Stone silueti sezilir oldu.

İmamoğlu dâvâsındaki karar karşısında, ikisi solda (muhalif kesimde), biri sağda (AKP saflarında, iktidar yanlısı medya ve mahallede) olmak üzere, başlıca üç prototipi zuhur etti bu komplo teorilerinin. Siyaset yelpazesinin sol-muhalif kanadında, her şey insanların kimin cumhurbaşkanı adayı olmasını istediği etrafında dönüyor. Ortak varsayımlar: (a) iktidarın mahkemeye doğrudan talimat verdiği ve kararı yakından belirlediği; (b) iktidarın amacının da, muhalefetin doğru adayı çıkarmasını engellemek, yanlış adaya sevketmek, ya da en azından tek aday çıkarmayı güçleştirmek ve Altılı Masayı bu açıdan bölmek olduğu.

Bu çerçevede, esas olarak İmamoğlu yanlıları ile Kılıçdaroğlu yanlıları arasında benim düz ve küçük aklımın eremediği kadar detaylı ve incelikli bir tartışma yaşanıyor. Bir kesim, yaklaşan seçimlerde muhalefetin en iyi adayının İmamoğlu olduğu kanısında. Olabilir; belki ben de öyle düşünüyorumdur. Ama bununla kalmıyorlar. Onlara göre, iktidar da bunu biliyor, son derece farkında. Dolayısıyla bu karar, en çok korkulan adayı siyaseten yasaklı kılmak, adaylığını önlemek amacını taşıyor. Yani siyaset sahnesindeki kısa vâdeli, taktik durum ile mahkemenin kararı arasında bire bir ilişki kuruluyor.

Bunun karşısına, Kılıçdaroğlu yanlıları dikiliyor. Onlara göre, muhalefetin tek adayı ancak Kemal Kılıçdaroğlu olabilir. Kılıçdaroğlu’nun kendi mahallesinde gerçekleştirdiği bütün olumlu zihniyet değişimleriyle birlikte, CHP seçmeninin başkasına oy vermesi çok zor. Üstelik (diyorlar), bu konuda giderek güçlenen bir uzlaşma da doğmuş veya doğmak üzere. Hal böyleyken, şimdi iktidar neden bu kararı aldırtıyor mahkemeye? Besbelli; İmamoğlu’nu ezmek değil tersine parlatmak, mağdur ve mağduriyet üzerinden kahraman yapmak, kendisinin de bastırdığı adaylık hevesini körüklemek ve Kılıçdaroğlu’na alternatif olarak ortaya sürebilmek için. Bu yolla iktidar en azından aday çoğalttırıp Altılı Masayı bölme hesabı içinde. Bu fitneci, entrikacı yaklaşım karşısında sağlam durmak, pişmiş aşa soğuk su kattırmamak lâzım. Şimdi muhalefet Kılıçdaroğlu etrafında daha da kenetlenmek zorunda.

Açık söyleyeyim; ben kimin muhalefet adayı olması gerektiği peşinde değilim. Hiç katılmıyorum bu tartışmalara. Yukarıda işaret ettiğim gibi, İmamoğlu’nu tercih de edebilirim, bu noktadan sonra ancak Kılıçdaroğlu’nun aday olabileceğine ikna da edilebilirim. Ne yapayım; ilgilenmiyorum, ilgilenemiyorum, muhalefet adayını belirleme veya etkileme çabalarıyla.

Ama buradan, bu sübjektif İmamoğlu-Kılıçdaroğlu tercihinden, “bize [bizim adayımıza] karşı yapıldı” ya da “hayır, asıl bize [bizim adayımıza] karşı yapıldı” noktasına sıçramak, bana iyice abes geliyor doğrusu. Abesin abesini de özellikle ikinci varyant, bilhassa “İmamoğlu’nu kasten parlatmak için yaptılar” argümanı oluşturuyor.

Bunun da temelinde, böyle bir adımın ne kadar tepki doğuracağını bilmiyor olamazlar mantığı yatıyor. Mutlaka biliyorlardı ve ince hesaplarını buna göre yaptılar. Kitleyi kışkırtmak ve İmamoğlu’nu öne çıkarmak için, kasten siyasi yasaklı durumuna düşürmek istediler. (Böyle deniyor.) Bundan sonra hesap her aşamada büsbütün incelmeye devam ediyor. Karar TCK’nın hangi maddesine göre alınmıştı? Konu neden Yargıtaya değil de sadece İstinaf mahkemesine götürülebiliyor? Bak gördün mü, neleri neleri planlamışlar, bir an evvel sonuçlandırıp yasaklı durumuna düşürmek için! Derken Yargıtaya da götürülebileceği ortaya çıkıyor ve iddia tersine dönüyor: Bak gördün mü, neleri neleri planlamışlar, hem mahkûmiyet çıkarıp kahraman yapacaklar, hem de süreci uzatıp aday olmasını mümkün kılacaklar ki, önce Altılı Masayı ve sonra muhalefet oylarını bölebilsin. Bunu hemen İstinaf ve Yargıtay ne kadar sürer tartışması izliyor. Normalde temyiz iki yıla kadar uzayabilir de… iktidar bu süreci çok hızlandırır ve beş ayda bitirtebilir mi acaba? İmamoğlucular tabii hızlandıracak ve bitirtecek diyor; Kılıçdaroğlucular hayır, kasten sürüncemede bıraktıracak diyor. Altılı Masaya nifak sokma senaryosu, İYİ Parti lideri Akşener’i de içine alıyor. Çünkü Akşener’in Kılıçdaroğlu’nun adaylığından rahatsız olduğu biliniyor(muş). Buradan bir dizi komplo sorusu daha türüyor. Mahkemenin kararı duyulur duyulmaz Akşener neden hemen koştu da Saraçhane’deki otobüsün üzerinde, İmamoğlu’nun yanında yer aldı? Demokratlığından yana mı? İktidara vurmak için iyi bir fırsat yakaladığından mı? Yok canım. Sırf Kılıçdaroğlu’na karşı İmamoğlu’nu lânse etmek için. Hem görüyor musunuz, nasıl kucaklaştıklarını! Sırf bu bile, bu cezaya ne kadar sevindiklerini gösteriyor. Yani aslında iktidarın tam da onları sevindirmeyi amaçladığını gösteriyor.

Açık söyleyeyim, interneti ve sosyal medyayı kaplayan bu tür akıl yürütmeler, daha doğrusu akılsızlık yürütmeler, tamamen zırva. Hepsi zırva. Hani zırva tevil götürmez denir ya; işte o düzeyde zırva. Doğacak tepkiyi bilmemiş olamazlar varsayımından başlıyor; bildiklerine göre, bütün bunlar hesaplı kitaplı işler doğrultusunda ilerliyor. Oysa daha en başta açıklamaya çalıştığım gibi, hiç öyle bilmemiş olamazlar diye bir şey yok; tersine, tarih ve özellikle bütün Yeniçağ ve Yakınçağ tarihi böyle hatâlarla dolu. Haydi cehalettir diyelim. Ama iş bununla da kalmıyor; hukukî itiraz süreçlerinin takvimini hesaplamaya (çünkü iktidarın bunları da hesaplamış olması gerektiğine) kadar uzanıyor. Evet, tam bir geyik muhabbeti. Ve sonunda bizi marazî bir kumarbazlık âlemine sürüklüyor.

En komiği de belki şu: bütün bu tartışmalar, iktidar kesimi ve mahallesinde neler olup bittiğine hiç bakılmaksızın sürdürülüyor. Oysa biraz dikkat etseler görecekler ki AK Parti aslında çok mutsuz bu gelişmeden. Onlar da hiç beklemedikleri bu karar karşısında şoke oldu. Çünkü ekonomik bunalım ve döviz krizi yüzünden Cumhur İttifakı’nın inişe geçmesi karşısında kötümserleşmişken, son zamanlarda durumun düzeldiği, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a olan desteğin tekrar yükseldiği kanısındaydılar. Tam bu sırada, iktidar açısından çok olumsuz sonuçları olacağı âşikâr bu karar karşısında, şaşkına döndüler. Özellikle bir zamanlar Erdoğan’ın haksız yere yasaklı duruma düşürülmesi ile şimdi İmamoğlu’nun yasaklı duruma düşürülüyor olması arasındaki benzerlik, muhalefetin tasavvurlarının ötesinde, iktidar cephesinde çok, çok büyük rahatsızlık uyandırdı. Nitekim hemen sonrasında üst merciler karara sahip çıkmadı; oysa geçmişte, kendilerini haklı hissettiklerinde hep yapmışlardı bunu, gene son yazımda alıntılarla gösterdiğim gibi. Ama bu sefer tersine, suçu üzerlerinden atabilmek için alelacele yargının bağımsızlığı noktasında bir savunma hattı oluşturmaya koyuldular. Bu, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın son yazımda hicvettiğim demeciyle sınırlı kalmadı; Cumhurbaşkanı Erdoğan’da da yankı buldu. Uçaktaki soruya kısaca “yargı” diye cevap vermesi de, İletişim Başkanlığı’nın basın bülteninde bunun dahi yer almaması da, hep aynı noktaya işaret ediyor. (*) Bu arada iktidar medyası da donup kaldı, bilemedi ne diyeceğini — herhalde İletişim Başkanlığı’ndan bazı sinyaller alıncaya kadar. Fakat ilginçtir ki o sinyaller de savaşçılık ve kutuplaşmacılık yönünde değil, düşük profilli bir uzlaşmacılık yönünde oldu. Her nasılsa, hemen bütün mecralardan, kararın kesin olmadığını, İstinaf ve Yargıtay yollarının açık olduğunu yazmaya başladılar. O kadar ki bu vurgu, üst mahkemelerin kararı bozacağı umudunun, hattâ üst mahkemelere bozma telkininin kıyısında dolaşmaya başladı. En son Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, bütün bu tezlerin hepsine birden yer verdi. (**) Başta sözünü ettiğim (sağa mahsus) üçüncü komplo teorisi de, bunun iktidarın kötülüğünü isteyen, her nasılsa kendilerini gizleyerek mevkilerine tutunabilmiş FETÖ’cü hâkimlerin işi olabileceği spekülasyonları biçiminde, orada burada satha çıkıyor.

İster İmamoğlucular ister Kılıçdaroğlucular, bu ipuçlarına biraz baksalar, satranç büyükustalarının (veya artık süper bilgisayar programlarının) yapabildiği türden, 10-15 hamle sonrasının olabilecek bütün varyantlarının hesaplandığı derin kombinezonların söz konusu olmadığı ve olamayacağını görebilirler pekâlâ. Cüretkâr gelebilecek bir adım daha atayım; iktidar cephesindeki bu telâş, İmamoğlu’na illâ hapis cezası verdirtilmesi ve siyaseten yasaklı durumuna düşürülmesi konusunda doğrudan doğruya hükümetten, yakın vâdede, direkt ve merkezi bir telkin gelmemiş olabileceğini dahi düşündürebilir mi? Hani Kılıçdaroğluculardan olacakları bilmemeleri mümkün değil argümanını duyuyoruz ya; devamında, iktidarın ve medyasının reaksiyonlarına da bakarak, o zaman belki de bu gerçekten bir noktada “mahkemenin kendi işi” diyebilir miyiz acaba? 

Yok, o kadar da değil. Benim kanımca bir kısmı belki gerçekten bu kararı beklemiyordu, bir kısmı ise beklemedikleri tepkiler karşısında tavır değiştirmeye ve mazeret bulmaya çabalıyor. (***) Ben, bu örnekte olduğu gibi, alabildiğine adaletsiz kararlar verilmesi için, artık doğrudan merkezî talimat da şart değil (gerekli olmayabilir) diyorum sadece. Daha önce de sözünü ettiğim, katı değil daha yumuşak, dolaysız değil dolaylı bir determinizm örneği. — Öyle bir hukuksuzluk ortamı yaratıldı ki, yarı-bağımsız aktörler de “vaziyetten vazife” çıkarabilir, kendi insiyatiflerince. 2018 İstanbul seçimlerini iki turun ikisinde de kaybedeli beri iktidar ve iktidar medyası ter ter tepindi, İmamoğlu ve İBB üzerinde. Yenilgiyi sindiremediler; büyük bir hınç ve öfke biriktirdiler, İstanbul’da düğümlenen. İşte belki burada durup gerisini düşünmediler, biz demokrasi kültürünü böyle tahrip edersek bunun sonu nereye varır diye. Buna, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aşağıda ilk dipnotta aktardığım sözleri de dahil, başka yüklenmeleri de. Sonunda karşımıza, bu habis nefret atmosferi içinde, aşırı-merkeziyetçi bir başkanlık sisteminin ürettiği yaranma ilişkileri ve davranışları çerçevesinde, genel bir ezicilik ve kahrediciliği yansıtan, ama belki taktik planda özel olarak kastedilmemiş, niyetlenilmemiş; sonuçları hesaplanmamış olabilecek bir mahkeme kararı çıkıyor. Hiç öyle İmamoğlu’nu öne çıkarmak veya Kılıçdaroğlu’nun işini zorlaştırmak gibi tasavvurları değil; sadece, varsa bir tasavvur, sadece intikam ve cezalandırma arzusunu yansıtıyor.

Bilimde en basit, en asgari açıklama tarzı, çok daha ileri ve karmaşık varsayımlara ihtiyaç gösteren teori ve teoremlere daima tercih edilir. Son bir sözüm var. İster genel olarak emperyalizmi, ister Britanya İmparatorluğu’nu, ister Amerika’yı ve CIA’yi, ister “üst aklı”, ister iktidarı devleştirmek, böyle heyûlalar yaratmak, her şeyi bilir-görür-düşünür-yapar sanmak, kendini ruhen âcizleştirmek ve çaresizleştirmekten başka bir işe yaramıyor.

—————————————-

NOTLAR

(*) Şimdi üzerine, 16 Aralık açıklaması geldi: “Konu bir şahsın hâkimlere hakaret ettiği iddiasıyla aldığı mahkûmiyet kararından ibaret.” Hepsi aynı minvalde. Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından bunun bir zigzag ve kısmî geri çekilme anlamına geldiği apaçık ortada. Zira Yıldıray Oğur’un (Serbestiyet’te de yayınlanan) dünkü Karar yazısında gösterdiği gibi, Erdoğan çok önceden aradaki olası benzeşmeyi silip İmamoğlu’nun ilk fırsatta mahkûm edilmesinin (haklı görülmesinin) zeminini oluşturmaya çalışmış aslında. Şöyle demiş, 2018 öncesindeki bir konuşmasında: “Ben belediye başkanı iken okuduğum bir şiir nedeniyle mahkûm oldum. Bu mahkûmiyet nedeniyle belediye başkanlığımı elimden aldılar. Bu [İmamoğlu] daha belediye başkanı olmadan devletin valisine küfrediyor. Yasalarımızda küfürlerin karşılığı şu kadar yıldan şu kadar yıla bellidir. Benim belediye başkanlığım nasıl düştüyse onunki de düşer. Ben yaşadım çünkü.” (Bkz Yıldıray Oğur, 16 Aralık 2022: Occam’ın usturası: İmamoğlu’na neden siyasî yasak getirildi?) Ama işte örneğin burada, (mahkemelere telkin sorunu bir yana) Erdoğan’ın kendi yaşadığına rağmen olası tepkileri öngöremediği apaçık ortaya çıkıyor. Şimdi neden farklı konuştuğu da öngöremediği tepkiler çerçevesinde apaçık görülüyor.

(**) Bunun istisnası, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un, dün (16 Aralık’ta) Serbestiyet’te haberleştirilen demeci. Uçum karar ve viraj sonrası çizgiyi değil, karar ve viraj öncesi çizgiyi izlemeyi sürdürdüğünden olacak; iki mahkûmiyet ve iki yasak (veya olası yasak) arasında her nasılsa hiçbir benzerlik göremiyor.  “Cumhurbaşkanı Erdoğan suç işlediği için değil şiir okuduğu için yani ifade özgürlüğünü kullandığı için ceza almıştı” gibi tuhaf bir cümle de kuruyor. Erdoğan gibi İmamoğlu’nun da ifade özgürlüğünü kullandığı, dolayısıyla ikisinin de suç olmaması gerektiği fikrinin yanına yaklaşamıyor. Hattâ bir adım daha atıyor. Lâfı Yargıtaya getirirken, bunu iktidar medyasının (ve hattâ Erdoğan’ın) imâlarının zıddına, “Yerel mahkemenin kararı yürürlükteki hukuka uygunluğu açısından bakıldığında muhtemelen onaylanır” noktasına bağlıyor. Böylece üst mahkemelere, defansif değil ofansif bir sinyal veriyor.

(***) Bu “beklemedikleri tepkiler” karşısında tavır değiştirme meselesi, ilginçtir, muhalefeti ve özellikle Kılıçdaroğlu’nu da içine alıyor. Karar günü Berlin’e gitmesi tartışmalarını kastediyorum. Alper Gömüş’ün bu konuya ilişkin, gene 16 Aralık tarihli Analiz yazısına katılamıyorum, bu bağlamda. Alper Görmüş, kimse uyardı mı ki diye soruyor ve şöyle devam ediyor: “Bu sorunun cevabı belli: Kılıçdaroğlu’nun danışmanları da dahil, hiçbirimiz. Neden? Çünkü siyasi yasak kararının bu kadar büyük bir infiale yol açacağı, Kılıçdaroğlu’nun danışmanları dahil hiç kimsenin aklına gelmemişti.” Hayır. Yanlış. Fazla kestirme. Bunun öncesinde olması gereken bir soru veya cevap var. Doğrusu veya tamamı şöyle olmalı: Çünkü bir, böyle bir ceza çıkacağı hiç kimsenin aklına gelmemişti. İki, çıkarsa böyle bir infiale yol açacağı kimsenin aklına gelmemişti. İlkini Kılıçdaroğlu ve danışmanları da söylüyor zaten. Alper Görmüş bence fazla hafife almış bu açıklamayı. Kendimden biliyorum; ben de öyle zannediyordum.Dolayısıyla onları anlayabiliyor ve doğru söylediklerini sanıyorum. Ama neresinden bakarsanız bakın, her yer beklenmediklikler ve öngörülmemişliklerle dolup taşıyor.

- Advertisment -