99 felaketi sonrasında Japon İmparatoru’nun başdanışmanı başkanlığında bölgeye gelen yardım heyetindeki deneyimli uzmanlar, 1995’te kendi ülkelerinde yaşanan Kobe depremi ile 99 felaketi arasında bir paralellik kurmuşlardı. Hazırladıkları raporda bu felaketlerin her iki ülke için de dönüm noktası olduğunu, Japonya’da Kobe depremi sonrasında yaşanan değişimin benzerini Türkiye’de de gözlemlediklerini belirtmişlerdi.
Dönüm noktası tespitinin gerekçesi de tanık oldukları ve kendilerinin de içinde yer aldığı muazzam sivil toplum seferberliğiydi. Japon heyeti gibi uluslararası birçok yardım kuruluşu, hatta yabancı devlet kurumları sivillerle ilişki kurmuşlar, işbirliği yapmışlardı; kapalı süreçler içinde hareket eden kamu yapılarındaki atalete, kaosa, değer ve iş bilmezliğe, savurganlığa da yakından tanıklık ederek…
Afetler sonrası yaşanan acılar farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Ama sanki sonrasındaki gelişmelerle süreç tersine işliyor. Bu yüzden Türkiye’de afetlerden ders çıkarmak kolay olmuyor.
99 felaketi sonrasında iyileşmenin nasıl mümkün olabileceğini de, hangi adımlar atılırsa “her şeyin eskisi gibi” kalacağını da hep birlikte gördük. İnşaat ihaleleri, kamu kuruluşları arasında gerçekleştirilen kapalı protokoller ve onlarla iç içe geçmiş imtiyaz gruplarının devreye girmesiyle eskiye geri dönüldü, bağımsız kuruluşlar, sivil toplum devre dışı bırakıldı.
Bugün da tıpkı 99’daki gibi felaket sonrasında oluşan muazzam sivil toplum hareketini, afetlere dirençli katılımcı yönetim modelini silen, riskleri inşaat seferberliği için fırsata dönüştüren gelişmeler yaşanıyor.
Türkiye’de katılımcı olmayan mekân, şehir düzenleme pratikleri eşitsizlik ve asimetri üretiyor, şiddet içeriyor. Felaketlere, krizlere yol açan mevcut düzeni yeniden üretiyor. Politik alan merkeze doğru büzülüyor ve afetlerden ders çıkarmak mümkün olmuyor. Yeni felaketlere doğru yol alınıyor. İşte bu nedenle siyasetçilerin “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” demeleri yeterli olmuyor.
İki önemli açıklamanın gösterdiği
Geçtiğimiz hafta, yaşanan felaket konusunda yapılan iki önemli açıklama savrulup duran siyasal gündemin hareketliliği içinde zannedersem bir parça arka planda kaldı.
Bu açıklamalardan birincisi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a aitti. “6 Şubat’ın Türkiye tarihinde bir milat olduğunu göstereceğiz, kentsel dönüşüm ve diğer çalışmalarla birlikte Türkiye’yi dünyanın afetlere karşı en hazırlıklı ülkesi haline getireceğiz” dedi. Arkasından şehirlerdeki riskli bölgelerde yaşayan milyonlarca insanın hızla yer değiştirmesini sağlayacak şehircilik projelerinin ve mağdurlar için kalıcı konut inşaatlarının başlatılacağından ve bir yıl içinde tamamlanacağından söz etti.
Diğer önemli açıklama İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na aitti. O da afetten sonra hazırlanan İstanbul Deprem Seferberlik Planı’nı açıkladı, “İBB olarak güçlü bir inisiyatif alıyoruz, düzeni değiştiriyoruz… 6 Şubat hiçbir şeyin eskisi olamayacağı bir sürecin başlangıcı… Her şeyi tekrardan, sıfırdan başlatıyoruz” dedi.
99 felaketi sonrasında da sanki her şey değişmiş, geçmişteki sorunlar sanki başka bir dünyada kalmıştı. O tarihlerde bu hissiyat “artık hiçbir şey geçmişteki gibi olmayacak” sözleriyle dile getiriliyordu. Daha deprem sabahından başlayarak siviller afet bölgesinde bütün acil kurtarma ekiplerini, yardım çalışmalarını koordine eder hale gelmiş, aynı zamanda yerel ve uluslararası kuruluşların, resmi kuruluşların, haber kanallarının bilgi aldıkları bir ağ oluşturmuşlardı. Üstelik o tarihte devletin sivil toplum alanına müdahale girişimleri büyük bir başarıyla püskürtülmüştü.
Başlangıçta acil kurtarma ve yardıma odaklanan sivil inisiyatif, sahra hastaneleriyle geçici barınma birimlerinin oluşturulmasından sonra da uzun bir süre işlev gördü. Geçici barınma birimlerinden oluşan yerleşim alanları yalnızca soğuk kış koşullarında insanlara bir sığınma alanı sunmakla kalmamış, deneyimli sivil kuruluşlar tarafından gerçekleştirilen çok yönlü çalışmalarla mağdurların hayatının yeniden örgütlenmesine, canlanmasına destek olmuştu.
Ne var ki bir süre sonra, kamu piyasa aktörlerine açılan inşaat ihaleleri üzerinden iktidar gücünü kullanan imtiyazlı topluluklar devreye girdi, eski düzene geri dönüldü. Düzen iç içe geçen kamu ve piyasa aktörleri ile yeniden tesis edildi.
Elbette ki sorumlu ve yetkili kişilerin kendilerini çözümlerin de merkezine koymaları beklenmeli. Ancak afet hazırlığı ve dirençliliği siyasetçilerin “bundan sonra” diye başlayan söylemleriyle, kendilerini merkeze alan yöntemleriyle olmuyor.
İmkânsızı istemek gibi bir şey bu.
İşte bu nedenle bu iki açıklama da Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında geç kalınmış bir karşılaşmaya işaret ediyor gibi geliyor bana.
Depremler diğer doğa olayları gibi; bilindikleri ve önlemler alındığı sürece afetlere dönüşmüyor. Depremler her yerde aynı sonuçları, felaketleri yaratmıyor. Bu yüzden afetlerin“antropojenik” (insan yapımı) olduğunu söylemek mümkün. Peki nedir, depremleri “insan” eliyle afetlere dönüştüren? Zannedersem bu gözlemin öznesi olan “insan” ile başlatılabilir bu sorgulama. Çünkü eşitsizlik yaratan kolektif yapıları sorgulamak yerine “insan”dan söz ediliyor.
Türkiye’de mekân pratikleri asimetri üretiyor, şiddet içeriyor ve felaketlere, krizlere yol açan mevcut düzeni yeniden üretiyor.
Şehir, mekân, ya da “doğal” ve “kültürel” varlıklar elbette ki temsillerle kavranıldığı zannedilenlerden, disipliner araçlarla, parçalanarak görülebilenlerden çok daha karmaşık. İktidar şiddeti ve imtiyazları ile donatılmış planlama aktörleri, muhataplarını kullandıkları araçlar ve yöntemlerle canlıların ve cansızların hakikatine sahip olduklarına inanmaya zorluyor. Ama işleyişte hep tersi oluyor: Hile ve kurnazlıkları, kural tanımazlıkları kamu düzenine musallat ediyorlar.
Kimi zaman da yapılacaklardan söz ederken siyasal kararların, mekân planlama pratiklerinin geçici uğraklar olduğunu; bilgileriyle nesneleştirdikleri şehirlerin, varlıkların canlı kalmaları için sürekli temas gerektiğini unutarak, kendi temsillerini gerçekliğin yerine geçiriyorlar.
Böylece erkmerkezci şiddetle kavranmaya, bilinmeye ve gösterilmeye çalışılan şehir, mekân (ya da kültürel veya doğal denilen varlıklar) bilginin, nesnelleştirici eylemselliklerin dışına kaçıyor.
Buna karşılık felaketlere, krizlere rağmen bu şehirleri nesneleştirici tasarlama idealleri üzerine kuran yönetim pratikleri durmuş bir saat gibi ‘doğru’yu göstermiş oluyor. Kendi dışlarındaki dünyayı işaretsizleştirici şiddeti yeniden üretiyorlar. Bu disipliner, fragmante olmuş pratiğin afetlerle sonuçlanması dahi bu illüzyonun yıkımına değil, tam tersine hayali var oluşunun, imha edici işlevinin, şiddetinin yeniden güçlenebildiğine işaret ediyor.
Felaketlerin, krizlerin temelinde şehirlerin, mekânların eşyalar gibi tasarlanabileceğini hayal eden, işaretsizleştirici yönetim pratikleri var. Erkmerkezci yöntemlerle afetlere karşı dirençli olmak mümkün değil.
Bu yüzden afetten sonra ortaya çıkan “bu bir milat, değişiyoruz ve her şeyi değiştiriyoruz” söylemleri pek inandırıcı olmuyor.
Açıkçası imkânsızı istemek gibi bir şey, sınıfsal bir perspektif olmadan, eşitsizlik yaratıcı, kamu-özel karışımı ilişkilerle, erkmerkezci yöntemlerle afetlere hazırlandığını iddia etmek.