Ligler başladığında Fenerbahçe Teknik Direktörü Jorge Jesus, yerlere göklere sığdırılamıyordu. Gerçekten parmak ısırtacak bir kariyeri vardı arkasında; çok sayıda şampiyonluğa imza atmış, evini kupa ile doldurmuştu. İlk haftalarda Fenerbahçe’yi de iyi oynatıyor, başarıya hasret taraftarının gönlüne su serpiyordu.
İşini iyi yapıyordu Jesus. Takdir edilmesi, başarılarından sitayişle bahsedilmesi, bir miktar övülmesi normaldi. Nihayetinde marifet iltifata tâbiydi. Lakin bizde kantarın topuzu çabuk kaçar, öyle de oldu. Jesus’a olmadık manalar yüklendi. Oyunda bir çığır açtığı, Türkiye futbolu için bir milada tekabül ettiği söylendi. Her teknik direktörün bir şeyler öğrenmek için onu takip ve taklit ettiği, ülke futbolunun karanlıktan aydınlığa ancak onun rehberliğinde geçebileceği yazıldı, çizildi.
Peki, sonra ne oldu? Vaziyet ortada; Jesus ne büyük bir maç kazandı ne de takımını Avrupa’da tutabildi. Şampiyonluk derseniz, o da mucizelere kaldı. Hülasa, bir ara neredeyse peygamber ilan edilecek Jesus’un artık sezon sonunu getirip getiremeyeceği konuşulmaya başladı.
Zafer rüzgârı
Sadece futbolda tanık olduğumuz bir hadise değil bu; Türkiye, hemen her alanda, hafif esen bir melteme kasırga muamelesi yapan bir ülke! Siyasete bakalım.
Hatırlayın, bundan dört-beş ay önce bir Zafer Partisi rüzgârı esiyordu. Medyaya bakarsanız, bu parti seçimlerin kaderini doğrudan tayin edecek bir yola giriyordu. Çünkü diğer partiler yerinde sayarken, Ümit Özdağ ve partisi almış başını gidiyordu. Sözü net, taahhüdü belli bir partiydi bu; gençler, ilk defa oy kullanacak olanlar ve kararsızlar aradıklarını bu partide buluyorlardı.
Sağda solda bu partiyle alakalı menkıbeler arttıkça, parti yetkililerinin de kendilerine özgüvenleri tavan yapıyordu. Fakat kısa bir süre sonra sular duruldu ve ortada abartılacak bir mevzunun olmadığı anlaşıldı. Sosyal medya görünürlüğünün sokakta bir karşılığının olmadığı, tek bir gündemi olan bir siyasi aktöre insanların geçici bir ilgi ve tepki gösterebilecekleri ama bunun kalıcı bir desteğe dönüşmeyeceği bir kez daha teyit edildi. Zafer’in harareti dindi; nitekim bu parti artık esamisi okunmaz bir seviyeye düştü.
Üçüncü yol!
Bugünlerde benzer bir hikâye, bu defa Muharrem İnce’nin etrafında örülüyor.
Altılı Masa’nın adayının Kemal Kılıçdaroğlu olarak belirlenmesinin ardından birden bir İnce efsanesi gündemi kapladı. O günlere kadar araştırmalarda genellikle “diğer partiler” kategorisinde yer alan İnce ve partisine ne olmuşsa olmuş, hem kendisi hem partisi ani bir sıçrama yapmıştı. Desteği çift rakamlara ulaşan İnce, seçimleri ikinci tura bırakabilecek bir dinamiğe dönüşmüştü.
İnce de bu haberlerin tesiriyle olsa gerek havaya girdi. Kendisini üçüncü yol olarak tarif etti; Türkiye’yi HDP vesayetindeki Kılıçdaroğlu ile uluslararası güçlerin vesayetindeki Erdoğan arasında bir seçime mecbur etmeyeceğini, memleketi içine girdiği sıkışmışlıktan kendisinin kurtaracağını ifade etti. Ve hâlihazırda %15’lerin üzerinde seyreden oyunun kampanya sürecinde %30’a dayanacağını, ikinci turda da %60’la seçimleri kazacağını ileri sürebilecek bir kıvama kadar da geldi.
Muhalefet cenahında, oyların bölünmesinden duyulan kaygıyla, birçok kişiden İnce’ye cumhurbaşkanlığı yarışından çekilmesi için çağrılar yapıldı. Fakat görünen o ki, İnce kendinden emin, adaylıkta ısrarlı ve seçimlere girecek. Zannımca, İnce’ye gösterilen ilgi iki nedenden kaynaklanıyordu:
İlki, İnce’nin Kılıçdaroğlu ile görüşmesinden nasıl bir neticenin alınacağıydı. Açıklığa kavuştu bu husus; bir ortak noktada bir araya gelinemedi, İnce kendi rotasını çizdi. Kılıçdaroğlu uzlaşmayı önceleyen ve hassasiyetlere duyarlı bir siyasi çizgi ile süreci doğru yönetti. İnce ise nobran bir tavır sergiledi ve puan kaybetti.
İkincisi ise, Cumhur ve Millet İttifakının dışında kalan “yeni” bir aktöre toplumun bir dönüp bakma ihtiyacı hissetmesiydi. Yalnızca İnce’ye has bir durum değil bu; toplumun yenilik talebi var, bu nedenle toplum siyasi alana çıkan isimlere kulak kabartır. Ancak bu, hep onun arkasında duracağı anlamına gelmez. Toz bulutu kalktıktan sonra, nihai bir değerlendirme yapar ve oyunun rengini öyle belli eder.
Seçmenin kadrajından çıkmak
İnce, bu çerçevede, büyük bir zafiyetle malul. Muhalefetin iş görme tarzına duyulan fevri tepkiler, belki İnce’yi köpürtmüş olabilir ama o ince köpük kaçınılmaz olarak sönüp gidecektir. Bugün kendisine tutulan spotlar bir müddet sonra sönecek ve bakışlar başka yöne kayacaktır. Çünkü verili koşullar altında 14 Mayıs, eninde sonunda, bir referandum hüviyetine bürünecek. Sistemin merkezini işgal eden cumhurbaşkanını seçmek için sandığa giden seçmenlerin cevaplayacağı tek bir soru olacak:
Yirmi yıllık Erdoğan iktidarı devam mı etsin? Yoksa yeni bir başlangıç mı yapılsın? Bu soru, ister istemez, cumhurbaşkanı seçimlerini iki adaya kilitleyecek ve oyların rengi de buna göre belirlenecektir. Binaenaleyh sistemin değişiminden yana olanlar oylarının heba olmasını istemezler. İnce ise, muhalif seçmenleri hedeflerine götürebilecek ağırlığa sahip bir aday değil. O nedenle İnce’nin seçmenin kadrajından çıkacağı ve mevcut hâlde bile bana gerçekçi görünmeyen oy oranlarının hızla düşeceği kanısındayım.
Seçmenin basiretini küçümsememek lazım!