[26 Mart 2023] Serbestiyet’te dün çıkan haberi okumuşsunuzdur. Bundan 30 yıl önce, Kuzey İrlanda’da küçük ölçekli bir savaş cereyan etmekte. Bir tarafta, Cumhuriyetçiler diye de bilinen (Katolik) İrlanda milliyetçileri. Bağımsızlık ve sonra güneydeki İrlanda Cumhuriyeti ile birleşme yanlıları. Örgüt olarak: silâhlı IRA ve onun siyasî kanadı Sinn Fein. Karşılarında, diğer tarafta, (Protestan) Birlik yanlıları, yani İngiltere ile birliğin devamından yana olanlar. 1960’ların sonlarından 1990’ların sonlarına kadar, 30 yıl boyunca boğazlıyorlar birbirlerini. Tipik olarak bomba yerleştiriyor, aynı zamanda vuruyor veya adam da kaçırıp öldürüyorlar. Cemaatler arası nefret ve kan dâvâsı giderek tırmanıyor. Daha çok nokta atışı niteliğindeki suikastlerle, yaklaşık 3000 kişi ölüyor. Ordunun zulmü ayrı bir fasıl. Bkz yukarıda: 30 Ocak 1972’de Londonderry’deki Katoliklerin barışçı bir hak ve özgürlükler gösterisinin sonları. Elleri yukarda, duvara yaslandırılmış insanlar. İngiliz paraşütçüleri ateş açtığında, 26 sivil can vermiş. Kanlı Pazar diye biliniyor.
Kuzey İrlanda “kargaşalık”ları (The Troubles), Türkiye’nin yakın geçmişinde hem Kıbrıs’ı hatırlatıyor, hem Kürt sorununu. IRA’in yerine EOKA veya EOKA-B’yi koyun; karşınıza Kıbrıs çıkıyor. İrlanda Cumhuriyetçilerinin yerini, önce İngiltere’den bağımsızlık ve sonra Enosis (Yunanistan’la birleşme) yanlısı Kıbrıs Rum milliyetçileri; karşılarında, TSK’nın da desteğiyle, TMT (Türk Mukavemet Teşkilâtı) yer alıyor. Ya da, IRA’in yerine bu sefer PKK’yı koyun; karşınıza, 1984’ten beri (neredeyse 40 yıldır!) Güneydoğu’da süren savaş çıkıyor.
Biliyoruz bunları. Bu üçünü ve daha nicelerini. Benzer ideolojilerini. Benzer inatlarını. Benzer çıkmazlarını. Bir yerden sonra, ister istemez çözüm, en azından barış arayışları baş gösteriyor. Kuzey İrlanda’da oluyor; Türkiye’de olmadı, şu âna kadar olmuyor. Bu noktada, dün önce BBC’de ve sonra Serbestiyet’te yayınlanan haberden öğrendiğim çok çarpıcı, inanılmaz çarpıcı bir fark karşımıza çıkıyor.
Hükümetler için, şiddet ve terör örgütleriyle görüşmek daima çok riskli bir iş. Kamuoyuna sızdığı takdirde, kıyamet kopabiliyor. 1991’de İngiltere hükümeti atıyor bu adımı. İç güvenlikten sorumlu MI5 (İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma adıyla Military Intelligence, Section 5 [Askerî İstihbarat, Beşinci Şube]; şimdiki resmî adıyla Security Service [Güvenlik Servisi]), Cumhuriyetçilerle gizlice görüşmekle görevlendiriliyor. Bir arka kapı kanalı kuruluyor. O sırada öncelikli mesele, bir ateşkes ilânı. Bunun için de karşılıklı güven lâzım; özellikle IRA’in, hükümetin bu sefer ciddî olduğuna güven getirmesi lâzım. 1993’te bu noktaya yaklaşılıyor. Bu temel koşulu sağlamak için bir buluşma düzenleniyor. Derken IRA (kimbilir hangi kolu veya hücresi) Warrington’da bombalı bir saldırıda daha bulunuyor. 50 kişi yaralanıyor; 3 ve 12 yaşlarında iki çocuk ölüyor. John Major hükümeti pazarlığı kesiyor. MI5’in Kuzey İrlanda şefi de, Cumhuriyetçilerin “Fred” diye bildiği, asıl adı Robert olan yetkili ajanına, planlanan toplantıya gitmemesi talimatını veriyor.
Asıl buradan sonrası çok olağanüstü. Çünkü Robert, IRA’den, artık silâhlı değil siyasî mücadeleye kayabileceklerine ilişkin sinyaller almış. Buluşmaya gitmezse, barış fırsatının kaçacağından korkuyor. Böyle bir vicdanı var. Bireysel bir vicdan söz konusu. Gizli bir devlet görevlisi olması, istihbarat servisi gibi bir derin devlet örgütünün görevlisi olması, bu vicdanı ortadan kaldırmıyor. Kırlara çıkıp kendi başına yürüyor saatlerce. Düşünüyor, tartıyor. Gitmeye karar veriyor. 23 Mart 1993’te, Londonderry kentinde, Brendan Duddy adında milliyetçi ama barış yanlısı bir işadamının evinde, iki önde gelen Cumhuriyetçi ile, IRA’yi temsilen Martin McGuinness ve Sinn Fein’ı temsilen Gerry Kelly ile buluşuyor. Sıkı sorguya çekiyorlar. Tek başına gelmesinden şüpheleniyorlar, ama yatıştırıyor bir şekilde. En kritik noktada, İrlanda sorununun nihaî çözümü hakkında “Brit”lerin ne düşündüğü soruluyor. Kendini “Britanya Hükümetinin Temsilcisi” olarak sunmuş bulunan ve hep öyle konuşmayı sürdüren Robert, “Nihaî çözüm birliktir. Nasıl olsa olacak. Tarihin treni — Avrupa — bu yönde. Birlik yanlıları değişmek zorunda. Ada yekvücut olacak” diyor.
Bu sözler, İngiliz resmî çizgisinin tümüyle dışında. Esasen Robert’ın o görüşmede bulunması daha baştan resmî çizginin dışında, ama bu cümleler artık iyiden iyiye ses duvarını aşıyor. Ne ki, işe yarıyor. IRA ve Sinn Fein temsilcilerini ikna ediyor. Ateşkes ilânını beraberinde getiriyor. Robert âmirlerine ve hükümetine bildirmiyor ne yaptığını. Ancak aylar sonra, 28 Kasım 1993’te The Observer gazetesi, Warrington bombalarından üç gün sonra bir İngiliz yetkilisinin IRA ile buluşmuş olduğunu birinci sayfadan ve manşetten ifşa ediyor. Böylece, bu görüşmeleri hep inkâr edegelmiş olan hükümet de açık düşmüş oluyor. (Ama kimse gazeteyi kapatmıyor, terör örgütü yardakçılığıyla suçlamıyor.) Dahası, 1994’te Sinn Fein, Gerry Kelly’nin kelimesi kelimesine tutmuş olduğu notları yayınlıyor. Zaten teşkilâtına, başbakana ve kraliçeye sadakatsizlikten suçluluk duyan Robert, bu sürecin bir yerinde MI5’ten istifa ediyor (kimse öldürüp araziye bırakmıyor anlaşılan). Fakat her iki taraf, 1998’deki Hayırlı Cuma Anlaşması’na doğru yol almayı sürdürüyor. Bu mecraya girilmiş oluyor bir şekilde. Bu arada, BBC’nin önemli araştırmacılarından Peter Taylor, olaydan on yıl sonra, 2003’te buluyor “Fred”in kim olduğunu. Robert’la yüzleşiyor. Ama Robert inkâr ediyor. Aradan yirmi yıl daha geçiyor. McGuinness ölmüş. Duddy ölmüş. Robert’ın karısı da ölmüş (galiba bu, duygusal açıdan çok önemli). Bu sefer kendisi Peter Taylor’a bir mektup yazıp, doğru, bendim, gelin, artık konuşalım diyor. Bütün bunlar da şimdi, 23 Mart 1993 gizli görüşmesinin 30. yıldönümünde, bir BBC belgeseline konu oluyor.
Bu noktada derin bir soluk alsak mı acaba? Evet, Robert’in özel çıkışı, düzgün bir devlet işleyişi açısından hiçbir şekilde model oluşturamaz. Hele istihbarat örgütleri, kurallılık ister, emirlere titizlikle riayet ister. Aksi takdirde açılacak kanunsuzluk kapısından kimin ve neyin gireceği belli olmaz. İllâ barış çıkmayabilir, muhtemelen çıkmaz da. İşte kendi ülkemizden biliyoruz; bir zamanlar Teşkilât-ı Mahsusa da girer, Bahattin Şakir de girer, yani 1915’in soykırımcıları da girer; çok sonra, Tansu Çiller ve Doğan Güreş özel ittifakı döneminde, JİTEM de girer, Abdullah Çatlı da girer, Yeşil de girer, Ahmet Cem Ersever de girer, Veli Küçük de girer, Mehmet Ağar da girer, Abdülkerim Kırca da girer — ve barışa büsbütün ulaşılmaz hale gelir.
Geçtim. Bu olabilemezlik ölçüleri içinde de olsa, tamamen farazî bir karşılaştırma yapmak istiyorum, 1993’teki Londonderry görüşmesi ile 2009’daki Oslo görüşmeleri arasında. Birincisi Kuzey İrlanda meselesi, ikincisi Kürt meselesi. O zamanlar, ciddî siyasî cesaret gerektiren bir adımı da AK Parti atmış; Demokratik Açılımı veya Kürt Açılımını başlatmış. Gizli Oslo görüşmeleri bu çerçevede cereyan ediyor. Masanın bir tarafında Mustafa Karasu ve diğer bazı PKK liderleri, diğer tarafında ise zamanın MİT Müsteşarı Emre Taner ile iki Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve Hakan Fidan oturuyor. Sonuçta, bir şey çıkmıyor bu görüşmelerden. Fakat hâlâ tam bilmiyoruz; belki çıkacak, ama 2011’de Gülenciler ağır bir taarruza girişiyor, AKP’ye ve hükümete karşı. Önce, Oslo kayıtlarını basına sızdırıyorlar. Arkasından, bu arada MİT Müsteşarlığına gelmiş bulunan Hakan Fidan’ı, gizli örgütle kanundışı temas suçlamasıyla tutuklatıp bertaraf etmeye kalkıyorlar. Onun üzerinden, o sırada (Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığında) başbakan olan Erdoğan’ı hedef alıyorlar. Oslo görüşmelerini de onların (MİT içindeki adamları vasıtasıyla?) gizlice kaydetmiş olduğu, ya da belki kendi kopyalarını yaptırtmış olduğu, daha sonra kamuoyuna maloluyor.
Böyle bir çirkef. Böyle bir karanlık dünya. Gerçi Robert’in muadillerini düşünemiyor insan, bu ortamda. Daha baştan, MİT’ten tek yetkilinin, sırf kendi başına gitmesini düşünemiyor hiçbir şekilde, hiçbir bakımdan. Neresinden bakarsanız bakın, Türk devlet merkeziyetine de, en yüksek yetkililerin kendi açılarından ve birbirlerine karşı duyacakları güvenlik kaygılarına da, daha sonra kimin ne hesap vermek durumunda kalabileceği konusundaki muhtemel endişelerine de toptan aykırı.
Gene de kurcalamadan edemiyeceğim. IRA ve Sinn Fein temsilcilerinin canalıcı sorusu ile Robert’in kritik cümlelerinin olası karşılıklarını düşünün. (a) Mustafa Karasu soruyor: Türkler nihaî çözüm konusunda ne düşünüyor? (b) Bir MİT yetkilisi cevap veriyor: Nihaî çözüm Kürtlerin bağımsızlığı ve birliğidir. Nasıl olsa olacak. Tarihin treni bu yönde. Kürdistan yekvücut olacak.
Tabii imkânsız. Siyasî açıdan da imkânsız, hukukî açıdan da, ideolojik ve kültürel açıdan da. Fakat böyle düşünce egzersizlerinin, ufuk açmak bakımından yararı var. Yüzeysel bir şekilde kestirip atmayacaksak; tam neden bu kadar imkânsız olduğu, etraflı bir karşılaştırmalı tarih araştırmasına konu olabilir.