Erich Fromm’un yakın zamanda Say yayınları tarafından yeniden basılan Umut Devrimi adlı kitabında, insanın ilk günden itibaren sormaktan hiç bıkıp usanmadığı bir soru olan, “insan olmak ne demektir?” başlıklı bir bölüm var. Bu soru hep var, çünkü insanlık tarihi aslında insan olamamanın tarihidir bir bakıma. İnsan hep eksik ve noksandır bu nedenle. Ne olduğunu tam olarak bir türlü bilememenin trajik tarihinin ürünüdür. Bu nedenle sorular sormak ve düşünmek zorundadır.
Düşünmek, onun ayırdedici bir yüce vasfı olduğu kadar trajik bir duygudan kurtulma çabasıdır da. Düşünmemekse, bu duygudan uzak durma çabasıdır bir yerde ve insan olmanın ne demek olduğuna cevap getiren bütün öğretiler gücünü buradan alır. İnsanı ne kadar az düşündürürse o denli güçlü bir etki bırakır ve ölüm dışındaki her türlü güvensizliklerini ortadan kaldırır. “İnsanoğlunun bilinçlilik için ödediği bedel, güvensizliktir. Bu güvensizliği kaldırabilmek için, insansal koşulun farkında olmak ve onu kabullenmek, başarıya ulaşacağı garantisinden yoksun olmasına karşın, başarısızlığa ulaşmayacağını ummak durumundadır. Kesinlikten yoksundur, emin değildir; bir tek kesin öngörüde bulunabilir: ‘Öleceğim’” (s.86).
Hayvanlar öyle değildir oysa. İyi bakıldığında saldırıya maruz kalmadıkları müddetçe kendilerinden emin ve memnun oldukları gözükür. İnsana özgü huzursuzluktan eser yok gibidir. Sanki ne olduklarını gayet iyi bilmekte ve onun gereğini yerine getirmekte gibidirler. Başarıya ulaşacaklarından emindirler ve dahası, öleceklerinden habersiz oldukları açıktır. İnsansa, derbeder bir arayışla yaşamaya mahkumdur. Nedir o? Homo sapiens mi, homo faber mi? homo ludens mi? Nedir tam olarak? Şunu gayet iyi biliyoruz ki açıklamaların hepsi -tıpkı insanın kendisi gibi!- eksik ve yetersizdir. O nedenle bu soru her dönem yeniden sorulmak durumundadır: insan olmak ne demektir?
Fromm, her şeyden önce bu sorunun cevaplanması belki de imkânsız olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu nedenle, insanların nasıl da kolayca kendilerini kandırarak, bu soruya cevap verdiklerini zannettiklerini ortaya koyuyor. Ait olduğumuz toplum ya da kültürü insan olmanın özgün bir biçimi değil de yaratılışımızın özü gibi görmemizi böyle açıklıyor mesela. “İnsan, kendi insanlığını, kendisini özdeşleştirdiği toplum açısından bu kandırmacanın gerçekleştiği ölçüde tanımlar.” (s.81) Genel kural bu olsa da neyse ki bu kuralı bozup dışına çıkanlar da hep olmuştur: “Çünkü kendi toplumunun boyutlarının ötesine bakan insanlar olmuştur daima -bunlar, kendi yaşadıkları dönemde aptal ya da suçlu damgasını yemiş olabilirler, ama gene de insanlık tarihi sayfalarından bakıldığında, bu insanların büyük insanlar listesini oluşturdukları görülür, işte bunlar, baktıkları ufuklarda evrensel olarak insansal denebilecek ve o belirli toplumun, insan doğası anlayışıyla çakışmayan bir şey gören insanlardı. Kendi toplumsal varoluşlarının sınırlarının ötesini görebilecek denli gözü pek ve düş gücü zengin insanlar vardı her zaman için.” (s.82)
Dolayısıyla, insan her kalıba girebildiği gibi her kalıbı da kırabilir. Özgür de olabilir köle de. Düşünceye saygı da duyabilir öfke de. Kötülüğü de seçebilir iyiliği de… “Gerçekten de, insanoğlu hemen hemen her şeyi yapabilir ya da belki daha doğrusu, toplumsal düzen insanoğluna hemen hemen her şeyi yapabilir. Buradaki ‘hemen hemen’ önemlidir.” (s.87)
Buradaki hemen hemen önemlidir çünkü her zaman için her şeyi bütünüyle başka türlü yapabileceği olasılığının canlılığını gösterir. Tarih bir tür sonsuz olasılıklar içinde sonsuz olmayan bir dünyanın varlığının göstergesidir ve insanın aynı zamanda tarihsiz bir varlık olduğunu görmemizi ister gibidir. Diğer yandan, “İnsanoğlunun tarihi, insanoğluna neler yapılabileceğini ve aynı zamanda nelerin yapılamayacağını kesin olarak göstermiştir.” (s.88)
Fromm’un gayet yerinde bir şekilde işaret ettiği gibi, eğer insan sonsuz olasılıklı kalıpların içinde yok olup gitseydi devrimlerden hiç söz edemezdik. Büyük değişimler yaşanamazdı ve kültür, insanın tek efendisi olarak yegâne belirleyici olurdu. Ama öyle olmadı! Çünkü hakikat diye bir şey vardı ve insan, hiçbir zaman ulaşamayacak olsa da bunun olduğunu hep bilerek yaşadı. Ayaklarını gerçeğe -ve toprağa- bastığı ölçüde varoluşunun esas belirleyicisi haline geldi. “İnsan…ayaklarını toprağa basmak, ona dokunmak ister; insanoğlu, gerçeklikle ne denli eksiksiz bir ilişki içinde olursa o denli güçlü olur. Yalnızca koyun olduğu sürece ve gerçekliği temelde, kendi toplumunun insanları ve şeyleri daha elverişli bir şekilde çarpıtabilmesi ya da ustalıkla yönetebilmesi için oluşturulmuş bir uydurmacadan başka bir şey değilse, kişi zayıf bir insandır.” (s.90)
İnsanın yeryüzündeki onmaz güvensizliğinin altında işte bu uydurmaca bir hayatın dışına çıkmaktaki başarısızlığı yatar. Kültür denilen şey de bir tür kurmaca anlamında uydurmaca değil midir zaten? Güvende hissetmemiz için ödediğimiz büyük bedel sayesinde hayal gücümüzü kendisine bağlayan bir uyum dünyası ya da…oysa tam tersine, insan, “Gerçekliği toplumun kendisine sunduğu bir veri olarak kabullenmek yerine kendi başına kavramada ne kadar başarılı olursa, o denli güven içinde hissedecektir kendisini.” (s.90)
İnsan olmak ne demektir sorusunu sormamızın bir diğer nedeni de açık ki hayatın salt karın doyurmak ve başını sokacak bir yer bulmaktan, çoğalıp yeni nesiller yetiştirmekten ibaret olmamasıdır. Öyle olsa hiçbir sorun olmayacaktı belki de. Bütün bunlar bir son değil başlangıçtır çünkü. İnsan, bütün bunları bu soruyu sormak için gerekli şartları sağlamış olmak için yapar. Sonrasında bu soruyu sorar ya da sormaz.
Eğer insanların özgürlükleri sürekli olarak baskılanmış, ne düşünecekleri kontrol edilmiş ve yalnız kalıp kendi kendilerine dönmek zorunda kalmamaları sağlanmış ise içsel canlılık önemli ölçüde yitirilmiş ve soru sorup yaşamın üzerine çıkamayacak bir sindirilmişlik içselleştirilmiştir. Yaşam, onu aşma gücü yitirildiğinde bizatihi bir üst amaca dönüşür ve o andan itibaren araç olan, uğruna yaşanılacak olana dönüşür. Karın doyurmak, daha iyi karın doyurmaya, barınmak daha iyi barınmaya ve yaşamak daha iyi yaşamaya dönüşe dönüşe hiçbir zaman yakalanamayacak amaçlar halinde hayat kendisini kabul ettirir. Bu bir tür umut yanılsamasıdır aynı zamanda. Başka bir ifadeyle yaşamın özünü veren umudun gündelikleştirilerek yok edilmesi. Artık dışına çıkılacak ya da ötesine geçilecek bir hayat yoktur, geçici ve anlık tamamlanmışlıklar, umudun küçük parçalar halinde varlık bulması vardır, toplum ve kültür kendi gücünü yeniden üreten bir büyük belirleyici haline gelmiştir.
Oysa tarih yine gösterir ki insan tarihin zorunlu sonucu olmamıştır hiçbir dönemde. Diğer bir deyişle, determinizm insana işlemez. O belki de determinizmin tam bir kesinlikle işlemeyeceği tek canlıdır ve bu nedenle, düşünmek zorunda kalmıştır. Ve bu nedenle zorunda kalmadıkça düşünmeme eğiliminde olmuştur önermesi de doğrudur. İnsan, hiçbir deterministik nedene uymak zorunda olmadığı gibi toplumuna ya da kültürün emrettiğine de uymak tam bir zorunluluk olmamıştır. “Bunun sonucu olarak, düşünme süreci toplumunun düşünce kategorilerine uymak zorunda değildir ve düşlerde gördüğümüz o garip yaratıcılığı gösterir.” (s.99)
Dönüp tekrar soracak olursak, insan olmak ne demektir sorusunun cevabı bizatihi bu sorunun kendisidir. Yani, insan olmak bıkıp usanmadan bu soruyu sorarak yaşamak, hiç olmayacak olsa da olmaya çalışmak için bitmeyen bir çabayla yaşamak demektir ve ne gariptir ki çok az insan böyle yapabilmektedir! Çok az insan zorunda olmasa da düşünmekte ve hiç de zorunluluk değilken acı duyup dert edinebilmektedir. Hiç gerçekleşmeyeceğini bilse de hayal kurmaktan vazgeçmemekte ve gerçek dünyada olmasa bile düşlerde özlemlerini gerçekleştirmektedir. Belki de bu yüzden o ne homo sapiens, homo faber ya da homo ludens olmayıp Fromm’un dediği gibi homo esperans olması, yani umut etmesiyle diğer canlılardan ayrılır.
Bu soruyu sormamak hayatı umutsuz bir bekleyiş halinde yaşamaktır ve insanlık büsbütün yok olmadığı sürece bu soru hep var olacaktır.