Sinema dünyası 2018’de dört önemli, büyük yönetmenini yitirdi. Zihnim, hafızanın ayrı kompartımanlarında bir anda solabilen, kolayca atlanabilen bu bilgiyi, o yıl Oscar Ödül Töreni’nin tüm hayatında, ekranında kısa, hüzünlü bir tur attıran “Memoriam” bölümünü izlerken birleştirmişti. “Offf…” demiştim…
Çek asıllı Amerikalı yönetmen Milos Forman 13 Nisan’da 86 yaşında, “Taviani kardeşler”den İtalyan Vittorio Taviani 15 Nisan’da 89 yaşında, geçen ay Aykırı bir film: “Huzursuz seyirler…” yazımda değindiğim İngiliz yönetmen Nicholas Roeg 23 Kasım’da 90 yaşında, İtalyan Bernardo Bertolucci 26 Kasım’da 77 yaşında hayata veda ediyor.
Dördü de sinema tarihinin köşelerine yerleşen filmlerinde stilini, derdini cesaretle ortaya koyan yönetmenler. Onlardan her karesi fotoğraf, her fotoğrafı paragraf, her paragrafı yeni bir hikâye imkânı yaratan filmler kaldı geride. Aykırı, sarsıcı filmler…
Bebeklikten Ay Hastalığı

“Padre Padrone (Babam ve Ustam)” ile Türkiye’de sinema seyircisine 1977’de “Merhaba” diyen Vittorio-Paolo Taviani kardeşlerin 1984 yapımı “Kaos” da bunlardan birisi. Kadını, erkeği, ilişkileri, acımasızlığı, vahşeti, zorbalığı, adaletsizliği ama bir yandan da vicdanı, merhameti, derin, kıymetli duyguları, direnişi birbirine sarılan beş hikâyeyle -odasına, evine, köyüne alarak- anlatıyor.
İkinci hikâyenin başlığı “Mal Di Luna (Ay Çarpması, Ay Hastalığı-Ağrısı)”. Geceyarısına kadar mısır hasadında çalışan annesi oğlunu yine tarlaya yatırmış. “Bata”cık henüz bebek… Çalışma şartları, bağda tarlada büyüyen, sütünü terli, toprak kokan, hep yorgun memelerden emen bebekler bize de hiç uzak değil tabii.
Sabaha kadar tepesindeki “dolunayın tesiri”nde kalan Bata, o kültürün teşhisiyle “Ay Hastalığı”na yakalanıyor. Artık her dolunayda, o gece boyunca sabaha kadar çırpınarak, korkunç çığlıklar atarak o ay ağrısının, sancısının esiri. Fiziğiyle, fiiliyle dönüşmeyen Kurt Adam sanki… Yalnızsa pek mesele yok. Kimseye zararı olmamış. Zaten her dolunaydan önce kendini dışarıya zincirliyor.
Anneden ahlaksız teklif
Köyün en güzel kızı Sidora’yla evlendiriliyor. Annesinin görece varlıklı Bata’ya rızası, baskısıyla… Ama eşinden de sakladığı hastalığı, evliliğin 20. Gününde, ilk dolunayda ortaya çıkıyor elbette. Evlilikte duygularını, düşüncelerini gizleyebiliyorsun belki de nasırını saklayamıyorsun.
Genç kadın annesine koşturuyor: “Beni onunla sen evlendirdin!” Annenin -sürdürülebilir- çözümü ise meşrebince hazır: “Dolunay gecelerinde kuzenin Saro’yu size getiririm. Kocan dışarıda bağlıyken Saro seni mutlu eder.” Sidora’nın gözleri parlıyor birden. Onun da, köyün yakışıklısı Saro’nun da birbirlerine meyli yokuş aşağı zaten.
Tedavisi basit: “İnsan sıcağı” (¹)
Dolunay gecesi evde yalnız kalan Sidora ile Saro bir anda kurtuluyorlar giysilerinden. İkisi de nefes nefese… Ancak dışarıda Bata’nın canhıraş, iç yakan çığlıkları… Duralıyor Saro… “Yapamam” diyor genç kadına, “Çok acı çekiyor…” Sidora ısrar ediyor, arzuyla yatağa çağırıyor adamı. Nafile, ne yaptığını o an yüzüne vuran vicdanı her şeyin üstünde.
“Yardıma ihtiyacı var” diyen Saro, giyinip gidiyor dışarıda çılgınca çırpınan, acıyla kıvranan Bata’nın yanına… Onu sımsıkı kucaklıyor, göğsüne yaslıyor. O temas, o insan sıcaklığı anında yatıştırıyor, düzeltiyor Bata’yı. Sokuluyor, sessizce sığınıyor Saro’ya.
O kadar… Meğer o amansız hastalığın çaresi çok basitmiş. Sarıl, acısını içtenlikle paylaş, onu bir başına bırakma… Onları biraz utanarak izleyen Sidora da geliyor ve tümüyle sakinleşen kocasını dizine yatırıyor. Saro anneye işaret ediyor, “Hadi biz gidelim…”
Dinlemek, anlamak, kabullenmek
Unutamadığım bir sahne de Bata’nın tek başına köy meydanına giderek utanç duyduğu o sırrını, onu eşinden bile sakladığı için “günah”ını itiraf etmek istemesi, pişmanlık getirmesi… Lâkin durumu çoktan öğrenen meydandaki birkaç kişi de hızlıca uzaklaşarak onu yapayalnız bırakıyor. Pencereleri, kepenkleri sımsıkı kapatıyorlar.
Bata bomboş meydanda ayakta bekliyor, sessizliği, hüznüyle anlatmaya çalışıyor çaresizliğini… Neden sonra bir kapı açılıyor, içerden çıkan bir kadın Bata’ya oturması için bir sandalye getiriyor. Bata anlatıyor, paylaşıyor derdini… Köydekilerin anlattığı her kelimeyi dinlediklerinden, anladıklarından ve onu kabullendiklerinden şüphemiz yok artık.
İlginç bir anekdot da Taviani Kardeşler’in sinemaya uyarladığı bu hikâyelerin yazarı Luigi Pirandello ile ilgili. Milli Eğitim Bakanlığı Pirandello’nın hikâyelerini ta 75 yıl önce, 1950’de iki cilt halinde basıyor. “Klâsikler” serisinde…
Milena’nın okuduğu roman

Bernardo Bertolucci’nin ilişkilerde Nicholas Roeg’in “Bad Timing”ini de akla getiren, kıyamet kopartan “Pariste Son Tango”su malum da… Paul Bowles’in romanından uyarladığı 1990 yapımı “The Sheltering Sky (Çölde Çay)” filmi de bir evliliğin, uzak deplasmandaki hikâyesi.
Yukarıda değindiğim yazımın odağındaki “Bad Timing (1980)” filminin bir sahnesinde de Milena Bowles’in o romanını okuyor. Roeg’in o romana atfı Milena ile Alex’in Fas tatiliyle de perdede; onların kaldığı otel, 10 yıl sonra Bertolucci’nin filmindeki çiftin de adresi. Bugün müze…
“Zamanı hiç yokmuş gibi yaşayan” çiftimiz 10 yıldır süren evliliklerinin (alışkanlıklarının) tıkandığı, kuruduğu yerde, -bir umut- Fas’a, “çöl”e gidiyor. İlişkilerin ötesinde orada neler olacağının, ne kadar kalacaklarının belirsizliği aralarındaki bir diyalogla da ortada:
“Herhalde savaştan sonra buraya gelen ilk turist biziz”. “Biz turist değil, gezginiz”. “Ne farkı var?” “Turist bir yere vardığı anda evine dönmeyi düşünür. Oysa bir gezgin hiç geri dönmeyebilir”.
Çölleşen ruha vaha çare değil
Lâkin yutkunan, tıkanan ekseri ilişkideki gibi elbette “coğrafi bir sorun”dan kaynaklanmayan beklentileri, birbirine, çevreye yabancılaşan, çifte yalnızlığın, saplantıların, örtülü kıskançlığın, artık denk düşmeyen şehvetin kol gezdiği evliliklerini onaramıyor. Çölleşen ruhlarına, vahalar, çölün sonsuzluğu da çare değil.
“Çöl insanı” değiller zira, fark ediyorlar ki her vahaları seraptır. “İnsanın ruhu, vücudunun en bitkin -ve hüzünlü- parçası” zaten: “Bilincinin çekirdeğinde sonsuz bir hüzün vardı, ama o hüzün güven verici bir şeydi, çünkü ona tanıdık gelen tek duygu buydu. Bu buzulsu ölülük mutsuzluğunun temeliydi ama yine de hep o duyguya sarılacaktı, varlığının çekirdeği oydu.” Bu replikle de kulaklarımda Bad Timing’in açılış müziği, Tom Waits’in “Hüzne Davet”i çınlıyor.
Değişir de kötüye gider…
Milos Forman’ın ruhunu çağırmanın tam sırası. Forman’ın aynı romandan sinemaya uyarladığı 1989 yapımı “Valmont” da aşk, “masumiyet”, ihanet, tuzaklar, kötülük, bencillik, acımasızlıkla örülü ilişkileri, hovarda erkek-işbirlikçi kadın tiplemesiyle beyazperdeye taşıyor. O filmi seyrederken 1988 yapımı “Tehlikeli İlişkiler (Dangerous Liaisons)” de aklımda. Finalinde ağlayarak o ağır, “porselen” makyajını, maskesini silen Glenn Close da…
Tek mutluluk imkânını, başkalarının mutsuzluğunda arayan, bulan, hatta ona acımasızca sebep olan insanlar… Valmont’un repliği mevzumuz açısından özellikle kayda değer: “Sence benim gibi bir erkek değişebilir mi?”… “Evet değişebilir, daha kötüye gider…”
Her dala konan yönetmen

İlişkileri irdeleyen Forman da asi, aykırı, her şeye, herkese rağmen “kendisi olabilen”, direnen, ayağa kalkan farklı insanların hikâyelerini, çok yönlü bir sistem, düzen eleştirisini taşıyor sinemaya. “Guguk Kuşu”nda (1974) bir ruh sağlığı merkezi üzerinden otoriter, baskıcı, tek boyutlu, totaliter anlayışı, “ekol”leri, sistemleri ve ona uygun “tedavi”leri eleştiriyor.
Vietnam özelinde savaş karşıtı “Hair” (1979) filmini, ırk ayrımı, ötekileştirme, şiddet, adaletsizlikle örülü toplumsal değişmenin sancılarını caz müziği fonunda kamerasına alan 1981 yapımı “Ragtime” izliyor.
“Amadeus”da (1984), güdümlü “saray” müziği, “hükümdar”a, otoriteye biat eden ve asla etmeyen sanat-sanatçı odağında. Liyâkatsiz saray yaltakçılarının biçare, varlığıyla da zavallı, trajikomik ve nihayetinde dramatik, “öğretici” hikâyesi…
“The People vs. Larry Flynt” (1996) filminde ise kamerasıyla sansürü, düşünce-eleştiri-medya özgürlüğünü, en uç örneğiyle, pornografik Hustler Dergisi’nden hareketle tartışıyor. O filmde de dokunduğu dinsel taassubun, düşünce-inanç ayrımcılığının, toplumsal, dinsel etiketlemenin acımasızlığı, “Goya’s Ghosts”da engizisyon üzerinden.
Kitap mı, sinema mı “tanrısal”
Bu koca yönetmenlerin, koskoca külliyatlarını dışarıda ya da satır arasında bırakıp, ilişkilere dair filmlerini hatırlattıysam… En sıkı filmleri arasında onların olduğunu düşündüğümden değil sadece. Dikkati şu dijital ortamda, karambolde bile diri tutan ilişkiler üzerinden uyarmak belki.
Sinema… Michael Haneke başucu/baştacı yönetmenlerimdendir ama “Kitaplar her zaman sinemadan daha etkilidir; çünkü okuyucuya bir şey göstermez, hikâyeyi kendi hayal gücüyle şekillendirmesine izin verir” sözüne tam katılamıyorum.
Bilhassa böyle yönetmenlerde, böyle filmlerde… Zaten Haneke finallerini seyirciye, onun hayal gücüne bırakan, “hikâye, roman anlatan, yazan” filmleriyle sinemanın da bunu başarabileceğini kanıtlayan bir yönetmen. Bu kıyaslaması tevazudan olsa gerek.
Yazarlar gibi yönetmenler de insanlara hayaller, hayatlar armağan ediyor. Öyle ki hangisinin daha etkili, hatta “tanrısal yaratı”ya yakın olduğu bile muhabbet konusu. Ben bu mevzuda hayallerini bizzat, seçtiği oyuncularla, mekânlarla da “yarattığı”, işte deyip “gösterdiği” için sinemayı şanslı görsem de… Maalesef hepsi ölümlü. Yaratıları ölümsüz de olsa yenilerinden mahrum kalıyorsun.
Hiç bitmeyen filmler
Olsun… Bazen yıllar geçiyor, bir kitabı, filmi yeniden okuyorsun. Sen de yenilendiysen kimi sadece geçmişteki hatırasıyla, o günkü “vefa”nla kalıyor, kiminde yeni, daha derin keşifler… İyi bir filmi, iyi bir kitaba başlar gibi, benzer hissiyatla seyrediyorum.
Bitiyor film… Sinemadan ya da evden çıkarken “kitap” devam ediyor hâlâ. Kitabın yaprakları sokakta, hayatta, aynalarda çevriliyor. Karşımda o filmin oyuncularını hatırlatan, fazlasıyla andıran siluetleriyle de canlı… Onlara benzetiyorum, hatta içimden kötü karakterlerin, “kahramanlar”ın ortalıkta gezinen figüran siluetlerini, dublörlerini fena halde “benzetiyorum” kimi zaman.
Belki artık filmlerin sonunda -kör kör parmağına- “The End” yazmaması biraz da ondan. Yahut ben öyle sanmayı seviyorum. Velhasıl iyi bir film okuyorsun, hayat(ın), bakışın değişiyor bazen. Tepsideki dünyan değişiyor, küre-i arz oluyor.
(¹) Tedavide insan sıcağı: Hafızama kazınan “İnsan Sıcağı”, 12 Eylül darbesinin ardından “Barış Derneği” davasından 38 ay Sağmalcılar Cezaevi’nde yatan doktor, yazar Prof. Dr. Erdal Atabek’in parmaklıklar ardındaki (iç) dünyayı anlattığı romanından miras. “Kaos” filminde değindiğim aynı “tedavi” o dünyada da çare.
Koğuşa “yine” sorgudan gelen arkadaşlarını bırakıyorlar. Türlü işkencelerin izlerini üzerinde, ruhunda taşıyan genç tek kelime etmiyor. O an sıcak çay var neyse ki, veriyorlar ama içemiyor. Bitkin…
Sorgudan gelenleri önce ovuyorlar; “Omuzlarını, kollarını, sırtını, göğsünü, bacaklarını…” Yatırıyorlar ama uyuyamıyor tabii. Mütemadi bir titreme, kasılma, sürekli irkilen, çırpınan bir beden… Dalamıyor bir türlü.
Koğuştan birisi hiç konuşmadan sarılıyor arkadaşına, başını göğsüne yaslıyor. Kısa süre sonra kasılmalar, titremeler duruluyor, kim bilir kaç saat, hatta gün sonra dalıyor uykuya. Derin derin… “Onu uyutan bir insanın omzu…” Hiç kıpırdamıyor, uyumuyor arkadaşı saatlerce. Zira onunla bütünleşmiş; “Her gelenle, herkes sorgu olayını yeniden yaşıyor. Kendi sorgusunu. Arkadaşının sorgusunu…”
“İnsan sıcağı” işte: “İnsan insanı ısıtır. ‘İnsan sıcağı’nı hiçbir şey engellememeli.” Bu basit formül, karşında öyle bir sıcaklıktan hiç nasibini almadığını düşündüğün portreler olduğunda daha da kıymetli.













