Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIİnsanların devletlerle savaşı

İnsanların devletlerle savaşı

Juggernaut Hint inanışında bir ‘tanrı’nın ismi. İnsanların kendi elleriyle yapıp edindikleri, tekerlekli ve insanların tekerleklerinin altına atılarak kendilerini ezdirdikleri bir ‘tanrı. İnsan eseri devletlerin insanı ezdiği bir modern Juggernaut tablosu içindeyiz. Gazze’de iki senedir yaşananlar asıl savaşın ‘devletler arasında’ değil, ‘devletler ile insanlar arasında’ olduğunu bize gösterdi. Devletler birazcık birşeyler yapıyor gibi göründüler ise dahi, olup bitene karşı sesini yükselten ‘insanlar’ı görüp de ancak ‘oy kaybı ve dolayısıyla iktidarı kaybetme’ korkusuyla bunu yaptılar.

İlk öğrencileri olduğumuz mütevazı ortaokulumuzun mezuniyet töreninde, okul müdürümüz birincilik ödülü olarak bana büyükçe bir resimli sözlük hediye etmişti. Niye böyle bir hediye tercih etmişti, sebep kendisinin aynı zamanda Türkçe öğretmeni olması ve ikinci sınıfta okuduğum bir kompozisyon ödevine binaen ‘bende yazarlık kumaşı olduğuna’ hükmetmesi miydi bilmiyorum. Ama o yaz epeyce bir zaman o sözlüğü okuduğumu hatırlıyorum. Sözlükle ilgili hâfızamdan silinmeyen bir husus ise, J harfine geldiğimde okuduğum kelimelerden birinin ‘Juggernaut’ olduğu…

Juggernaut’la ilgili olarak sözlükte yer alan ve beni dehşete düşüren bilgiler, yanısıra sözlüğün o sayfasındaki temsilî Juggernaut çizimi nedense aklımdan hiç silinmedi. Sözlükten öğrendiğime göre, Juggernaut Hint inanışında bir ‘tanrı’nın ismi idi. İnsanların kendi elleriyle yapıp edindikleri, tekerlekli ve insanların tekerleklerinin altına atılarak kendilerini ezdirdikleri bir ‘tanrı.’ Bu haliyle de Juggernaut, insanların körü körüne kendilerini feda ve heba etmelerinin, anlamsız ve yararsız bir eylem ve inanışı benimsemenin sembolüydü. Benim hâfızama ise, insanların kendi elleriyle yapıp ettiklerini kendi başlarına belâ etmelerinin bir sembolü olarak yerleşmişti.

Bu sebeple, o sözlüğü okuduğum, mevcut devlet yapısı veya muhayyel bir devlet tasavvuru adına insanların öldüğü ve öldürüldüğü 12 Eylül öncesi sağ-sol çatışmalarında Juggernaut hiç de sadece ‘Hintlilerin meselesi’ gibi gözükmedi bana. Bu durum, aynı zamanda üniversite eğitimine başladığımız 12 Eylül’ün sert devletçi söyleminin ve idamlar dahil acımasız eylemlerinin hâkim olduğu dönemde ve sonrasında da benim için böyle kaldı. Kısacası, benim açımdan Juggernaut’un uzak diyarda Hintlilerin kendi elleriyle yapıp tapındıkları, dahası kendilerini ezdirdikleri bir ‘tanrı’ olmaktan öte bir anlamı olageldi. Nitekim, meselâ ne zaman devlet için kendini feda etmeye çağıran bir söylem veya bu yönde bir eylem ile karşılaşacak olsam, aklıma o geldi. El yapımı tekerlekli bir tanrıya kendini ezdirmek, ilk bakışta çoklarına garip gelirdi muhakkak. Ama asıl tuhaflık, buna rahatlıkla ‘tuhaf ve ahmakça’ diyecek kişileri insan eseri devletler adına ölmeyi yüceltir halde görmekti.

Anlamıştım ki, her toplumun Hintliler gibi tahtalardan yapılmış tekerlekli bir ‘tanrı’sı olmasa da, hemen hepsinin tekerlekleri yahut dişlileri gözükmeyen ‘devlet’ adlı bir Juggernaut’u var. Onun uğruna insanlar ölüme gidiyor yahut gönderiliyorlar ve ‘onun adına’ yapıldığında zulümlere meşruiyet pâyesi biçiliyor.

Durum bu olunca da devleti yönetme yahut yönlendirme gücüne sahip olanlar—

aynı kökten iki kelimeyi bir kasd-ı mahsusla beraberce kullandım—kendi menfaatlerini, çıkar hesaplarını ‘devletin âlî menfaatleri’ söylemi altında gizleyerek, kendilerinin ‘nemalandığı’ bir ‘tanrı’nın tekerlekleri altında başkalarının ezilmesini ‘hayatın olağan akışı’ yahut ‘mukadderat’ diye pazarlamaya yelteniyor.

Dinli-dinsiz, haçlı-haçsız, dindar-seküler, müslim-gayrimüslim ayırmaksızın dünya üzerindeki bütün devletlere bakalım. Son tahlilde hepsinin icraatı günün sonunda gücü ellerinde tutan bir avuç mütegallibeye yarayacak şekilde inşa ediliyor, altta kalan kesimlerin bu işleyişin tekerlekleri altında ezilmesine ise bu devletlerin kendisini konumladıkları inanç veya ideolojiye göre ‘işin doğası,’ ‘hayatın olağan akışı,’ ‘fıtrat,’ ‘mukadderat’ gibi söylemlerle meşruiyet kazandırılıyor değil mi? Öyle ki, dünya üzerinde son dönemde yaşanan olayların gösterdiği üzere, sözümona ‘en güçlü’ devletler ve yine sözümona ‘insan hakları konusunda en hassas’ hükûmetler için dahi bu böyle. Onlar dahi, son dönemin olayları açıkça gösterdi ki, esasında büyük sermayenin, özelde de tekno-oligarşinin köpeği haline gelmiş vaziyette. Akademi ve medyadan beklenen ise, ‘parayı veren düdüğü çalar’ olgusuna teslim olup, bunun teori ve söylem düzeyinde meşruiyetini sağlamak, yani kirli işleri ‘temize çıkaracak’ söylemleri üretmeyi başarmak. Maamafih, devletler arasında gerilimler, kavgalar, çatışmalar yok değil; ama ‘devletler’ ve ‘insanlar’ diye bir ayrım üzerinden vâkıaya baktığımızda, birbiriyle çatışma halindeki devletleri ‘insanlar’ karşısında ise müttefikler olarak buluyoruz. Hepsi ‘insan hakları’nı geriletmenin derdinde; hiçbiri yönetenler ve yönlendirenler lehine masum ama ‘sıradan’ insanları ezmekte sorun görmüyor.

Gazze’de iki senedir yaşananları epeydir dünya üzerinde ‘insanlar’ ile ‘devletler’in tutumları arasındaki bu net ayrışmanın en berrak tezahürü olarak okuyorum. Ufacık bir alanda iki milyondan fazla insan İsrail adlı işgalci entite tarafından bir ‘yirmibirinci yüzyıl Holokostu’na yahut Hiroşima’dan beter arsız ve azgın bir yok etme operasyonuna maruz bırakılırken gördük ki, bütün bu olup bitenler ‘devletler’in o kadar da umurunda değil. Onlar ‘âlî menfaatleri’ne bakıyorlar. Onların ‘âlî menfaatleri’ bu zalimliğe açıktan destek olmayı yahut bu zalimlik için silah satmayı, veyahut bu zalimliğe sessiz kalmayı ya da zalimliğe razı değilmiş gibi gözüküp zalime domates-biber-çimento-demir-petrol tedarik etmeyi gerektiriyorsa, hiçbiri bu seçeneklerinden birinde kalmaktan yüksünmüyor. Dinli-dinsiz, dindar-seküler, sağ-sol, müslüman-kâfir ayırmaksızın, neredeyse bütün devletler bu seçenekler arasında dolaşıp duruyor.

Öyle ki, iki senedir Gazze’de göz önünde açık bir soykırım irtikap edilirken, devletler ne yaptılar? Bazıları fiilen destekledi, bazıları ise seyrettiler. Gazze’de olup bitene dair gerçek bir itiraz, devletlerden değil, ‘insanlar’dan geldi. Hemen her devletin içinde mevcut iyi insanlardan… Bu arada, devletlerin işleyişine hâkim olup hepimiz adına orada olduklarına bizi inandırmaya çalışan yönetici elitlerin—ister Batıda olsun ister Doğuda, ister gayrimüslim diyarlarda olsun ister Müslüman dünyada—nasıl bir ahlâkî çürümeye maruz kaldıkları; nasıl insanlara kıyılırken ‘al takke ver külâh’ ilişkiler içinde olabildiklerini gördüğümüz gibi, yönetici elitleri nüfuzuyla etkileyen sermayenin ve özellikle tekno-oligarşinin güdümüne girmiş bir medyanın zalimi masum, mazlumu terörist olarak gösteren bir zulüm aklayıcılığı görevini nasıl arsızca üstlenebildiğine de şahit olduk.

Gördük ki, daha bir asır önceden “Devletler, milletler muharebesi tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor” diyen Bediüzzaman meğer bir gerçeği tesbit ediyormuş. Apaçık bir soykırım işlenirken apaçık bir itiraz ve karşı duruşla bu zalimliğe mani olmaya çalışan tek bir devlet dahi yok çünkü. Bilakis birbirleriyle kavga halinde olsalar bile ‘insan ve hakları’ sözkonusu olduğunda birbirinin müttefiki haline gelebilen ve bunu ‘reelpolitik’ diye allayıp pullayan bir devletler manzumesi karşısındayız. Bu, devletler kazanırken insanların kaybettiği rezil bir düzen… İnsan eseri devletlerin insanı ezdiği bir modern Juggernaut tablosu içindeyiz. Kötüler, dümenini ellerinde tuttukları modern Juggernaut’a iyileri, masumları ve mazlumları ezdirmenin derdinde ve de başarıyorlar!

O yüzden, Gazze aynasında görüldüğü üzere, olup biteni şu devlet-bu millet diye okumak bana hiç de doğru gözükmüyor. Bilakis, Gazze’de iki senedir yaşananlar asıl savaşın ‘devletler arasında’ değil, ‘devletler ile insanlar arasında’ olduğunu bize gösterdi. İki milyon insan gıda gibi yaşama hakkının en temel vazgeçilmezine bile ulaşamazken sağırlar tiyatrosunun aktörü gibi davranmaktan utanmayan devletlerden söz ediyorum. Birazcık birşeyler yapıyor gibi göründüler ise dahi, olup bitene karşı sesini yükselten ‘insanlar’ı görüp de ancak ‘oy kaybı ve dolayısıyla iktidarı kaybetme’ korkusuyla bunu yapanlardan… O da olmasa, iki milyon Gazzeli masum ve mazlumun tamamı yok edilse bile, ‘kendilerine dokunmadığı’ ve hele ki ‘menfaatlerine olduğu’ sürece devletlerin kıllarını bile kıpırdatmayacağı ayan beyan görüldü. İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarda ‘insan hakları’ ve ‘kurallara dayalı uluslararası düzen’ söylemleri altında sürdürülen yapının göz göre göre milyonlarca masum insanın öldürülmesinde ya işbirliği yapan yahut seyirciliği tercih eden bir ‘maskeli balo’dan ibaret olduğu açıkça ortaya çıkmış durumda artık.

Bana öyle geliyor ki, bunun bu kadar açık hale geldiği bir noktada ‘devletler’ günü kurtardılar, ama aynı zamanda onlar için deniz bitti. Çünkü, meşruiyetlerini halklarından almalarına karşılık halklara rağmen bu tutumlarını sürdürmelerinin imkânı iyiden iyiye ortadan kalkıyor. En son farklı kıt’alardan elliye yakın ayrı ayrı devletin pasaportunu taşıyan beşyüze yakın insanın başlattığı Sumûd inisiyatifi ile ortaya çıkan bu küresel ‘insanda buluşma’ olgusu, umalım ki bir an önce Gazzelilerin açlığını ve acısını dindirsin ve onları yok oluştan kurtarsın. Ama bu gelişmenin, sadece Gazze için değil, bütün insanlar için ve insanlık için de bir sonucu olacak; bu çürümüş düzenin yerine, er ya da geç, insanların devletleri gemlediği ve devletin insan için biçimlenip işlediği insanca bir küresel düzenin arayışına geçilecek.

Karamsar değilim. Günün sonunda ‘devletler’in değil ‘insanlığın’ kazanacağına inanıyorum. Güç devletlerde ve devletlûlarda olabilir, ama hepsi de ‘meşruiyetini’ insandan, halklardan, insanlıktan alıyor. ‘İnsana rağmen’ iş görmeyi inadına sürdürürlerse, daha ne kadar ‘meşru’ kalabilirler ki?

- Advertisment -