İran’da Şah rejiminin devrilip de din devletinin kurulduğu 1979 yılından bu yana ülkenin en çalkantılı dönemi yaşanıyor. Kendi iç sorun ve tartışmalarımızla boğulmuş olan siyasilerimiz ve medyamız, komşumuzda meydana gelen ve bölgenin tüm dengelerini alt üst edebilecek boyutta olan gelişmelere karşı duyarsız. Ülkemizde pek az kimse konuyla ilgileniyor, ilgilenenler de genelde alışılmış bir üslupla ayaklanmaların dış güçler tarafından kışkırtıldığını söylemekten öteye gitmiyor. Diğer taraftan iktidar da halk hareketlerinden hoşlanmadığı için Türkiye’de İran’lı göstericilere destek kabilinden yapılan cılız gösterileri alışılmış bir şekilde kaba kuvvetle bastırmaktan çekinmiyor. Şimdiye kadar 40’ı çocuk yaşta, 277 kişinin can verdiği gösterilerin durulacağına dair hiçbir işaret yok.
Hatırlatmaya gerek yok ama yine de yapayım: İran dünyada benzeri olmayan bir sistemle yönetiliyor. Kaydı hayat şartıyla seçilen dini lider ülkenin mutlak hâkimi. 1979 devriminden sonra ihtilalin lideri Ayetullah Humeyni bu göreve kendini ufak bir klik tarafından seçtirmiş, 1989 yılından sonra da şimdiki lider Ayetullah Hameneyi yine aynı yöntemle görevi devralmıştı. O tarihten bu yana da ülkeyi yönetiyor. Kimin Cumhurbaşkanı veya milletvekili seçilebileceğine o karar veriyor. Cumhurbaşkanları gidip geliyor, kimisi şimdiki Cumhurbaşkanı Reisi ve seleflerinden Ahmedinejad gibi muhafazakâr olabiliyor, kimisi de önceki Cumhurbaşkanı Ruhani gibi daha reformcu olabiliyor ama her iki yönde nereye kadar gidilebileceğine Hameneyi karar veriyor. 83 yaşında ve sağlık sorunlarından mustarip dini liderin yerine oğlunu geçirmek istediği ve çalkantının bir sebebinin de bu olduğu anlaşılıyor.
İran normal şartlarda dünyanın en zengin ülkelerinden biri olabilmelidir. Dünyanın ikinci en büyük gaz rezervlerine ve dördüncü büyük petrol kaynaklarına sahip iken, halk fakirlik içinde kıvranıyor. Aynı durumu yine çok büyük petrol kaynaklarına sahip fakat yönetimsel sorunlardan dolayı bunları değerlendiremeyen Venezuela’da da görüyoruz. Her iki ülke de demokratik bir şekilde yönetilebilseler bölgelerinde birer Norveç olma imkânına sahip iken halklarına yaptıkları işkence ile ayakta durabiliyorlar.
Şahın devrilmesini sağlayan ve çok geniş bir yelpazeden oluşan muhalefet cephesinin kullandığı en kuvvetli savlar arasında, rejimin yolsuzluk ve irtikap içinde boğulmuş olması, çok küçük bir zümrenin ülkenin kaynaklarına el koyması vardı. Muhalefet cephesi, komünistlerden, liberaller ve laik cumhuriyetçilerden geçerek dincilere kadar uzanıyordu. Ancak o tarihlerde en fazla tanınmış olan lider Ayetullah Humeyni idi. Muhalefet cephesinde dinci olmayanlar göstermelik ve ayrıca yaşlı bir kukla olacağını düşündükleri için ön plana çıkmasına itiraz etmemişlerdi. Ne gariptir ki devrimden çok değil bir yıl önce, 15 yıl kadar sığındığı Irak’tan Şahın zoruyla ayrılmak mecburiyetinde kaldığında ona kapılarını laik Fransa açmış ve o zamanın teknolojisinin el verdiği ölçüde propagandasını yaşadığı Paris civarındaki küçük kasabadan yapmasına imkân vermişti. Humeyni’nin doldurduğu kasetler halkı ayaklanmaya teşvik etmiş ve rejim muhaliflerini heyecanlandırmıştı. Şahın rahatsızlığı ve mücadele gücünün kalmamasından dolayı halka aşırı şiddet kullanmaktan çekinmiş olması, başta ABD olmak üzere Batı’nın ona arka çıkmaması gibi nedenlerle rejim göstericilere dayanamamış ve devrilmişti. Ilımlıların Şahın yerine geçirmeye çalıştığı meşruti rejim Humeyni tarafından elinin tersiyle süpürülmüş ve Fransa’dan kiralanan bir uçakla Tahran’a inmişti. Uçağın merdivenlerinden Fransız pilotun koluna dayanarak inmesinin onu karşılamaya gelen milyonlar tarafından yadırganmadığı anlaşılıyor.
Humeyni iktidarının yaptıkları malum. Muhalefet cephesi kısa zamanda yok edilmiş, hapishaneler her türlü eski ve yeni rejim karşıtlarıyla doldurulmuş, idam cezaları amansız bir şekilde infaz edilmişti. Şimdiki Cumhurbaşkanı Reisi o tarihlerde genç bir savcı olarak birçok idama imzasını attığı için istese bile bugün bazı Batı ülkelerine gidemeyecek konumdadır. Rejim ülkeyi çok kısa zamanda din devletine çevirmişti. 1983 yılından itibaren kadınların örtünmesi zorunluluğu gibi hürriyeti kısıtlayıcı tedbirler katı bir şekilde uygulamaya konmuş, ayrıca yurt dışına sığınan muhalifleri yabancı ülke sokaklarında öldürten İran kısa zamanda terörist devlet damgasını yemişti.
Bu arada Şah zamanındaki yolsuzluk devam etmiş, sadece bundan yararlananların hüviyeti değişmiştir. Düzenli ordu dağıtılıp yerine Humeyni ve ölümünden sonra başa geçen şimdiki dini lider Hameneyi’ye kayıtsız şartsız bağlı olan devrim muhafızları ekonominin üstüne çökmüştü. O bakımdan halk için çok bir şeyin değiştiği söylenemez. Tabii kaynak serveti yine halka dağıtılmamış küçük bir elitin elinde kalmıştır.
Değişen şey İran’ın dış dünya ile ilişkileri olmuştur. Batı’nın açık veya zımni desteği ile iktidara gelen Humeyni bu desteğin karşılığını vermemiştir. Hatta ona melce sağlamış olan Fransa’nın beklediği ekonomik mükafat bile gelmemiş, Humeyni rejimi Batı’ya ideolojik bir savaş açmıştır. Neticede İran ekonomisi dünya ekonomisinden zaman içinde büyük ölçüde kopmuştur. Dünyanın en zengin hidrokarbon kaynaklarından birine sahip ülke kendini, rasyonel bir şekilde izahı mümkün olmayan nükleer enerji sevdasına kaptırmıştır. Amacının silah üretmek olmadığı konusunda dünyayı ikna edemeyen İran yıllardan beri bir de yaptırımların getirdiği engellerle yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Her zaman olduğu gibi bu yaptırımlar yönetici sınıfı değil, fakir halkı zorlamaktadır.
Ancak İran halkı tepkisiz değildir. Genelde yapılan uyduruk seçimlere karşı baş kaldırmalar düzenli aralıklarla, mesela 2009 ve 2019 yıllarında yapıldı. Her seferinde rejim amansız bir şekilde bu gösterileri bastırdı, halk sindi.
İki aya yakın bir süre önce Kürt asıllı Mahsa Amini’nin devrimden birkaç yıl sonra yürürlüğe giren kadınları örtünmeye mecbur kılan kıyafet kurallarına uymadığı gerekçesiyle “ahlak polisi” tarafından gözaltına alındığı sırada ölmesi üzerine başlayan gösteriler gittikçe yayılma ve bir halk ayaklanmasına dönüşme temayülü göstermektedir.
Aslında geçmişte İran’a yaptığım ziyaretlerde kadınların Türkiye’de örtünen hemcinslerinden farklı olarak çoğunlukla başlarını örterken saçlarının önemli bir bölümünü açıkta bıraktıkları dikkatimi çekmişti. Ancak 22 yaşındaki Mahsa’nın kıyafetinden dolayı gözaltına alınması ve şüpheli ölümü 40 yıldan beri baskı altında tutulan İranlı kadınlar için bardağı taşıran son damla oldu. Kadınların gösteriler sırasında başlarını açması, saçlarını kesmesi karşısında güvenlik güçleri bocalamış, ne yapacağını şaşırmıştır. “Ahlak polisi” ortadan kaybolmuş, bu durum karşısında gösteriler artmış, hüviyetleri Mahsa’nın ölümünü protesto etmeyi çok aşarak rejim karşıtlığına dönüşmüş ve ülkenin bir çok kentine yayılmıştır. Kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışılan gösterilere katılanların nerede ise tamamı daha 20 yaşına gelmemiş gençlerden oluşuyor. Talepleri de artık kıyafet ve kadın hakları ile sınırlı olmayıp, doğrudan doğruya teokratik rejimin devrilmesi ve yerine gerçek laik bir sistemin kurulması şeklini almaya başladı.
Tabii İran’da kadınlar başları açık gezmek için hayatlarını tehlikeye atmak pahasına mücadele verirken Türkiye’de mahalle baskısının artmasına yol açması muhtemel bir şekilde kadınlara başlarını örtme hakkının kanunla, hatta anayasa değişikliğiyle korunması konusunun ciddi bir şekilde tartışılması epeyce düşündürücüdür. Ayrıca iktidarın topluma her bakımdan daha İslamcı bir hüviyet vermeye çalıştığı da malum. İran halkı sekülerliğe doğru giderken Türkiye aksi yönde gitmeye zorlanmaktadır.
İran’daki durumun ne şekilde gelişeceğini kesin olarak tahmin etmek tabii ki mümkün değil. Molla rejimi Şahın halkın üzerine sistematik olarak ateş açmaktan çekinip, tavizler vererek etrafı sakinleştirme politikasının sadece ilave taleplere yol açtığını ve onu sonunda ülkeyi terk etmeye mecbur ettiğini muhakkak hatırlamakta ve aynı duruma düşmekten çekinmektedir. Diğer taraftan Şah karşıtlarından farklı olarak bu gösterilerin bilinen bir lideri veya lider grubu yok, kesin bir programları da mevcut değil. Dolayısıyla sırf gösterilerle rejimin değişmesi ihtimali yorumcular tarafından zayıf bir ihtimal olarak görülmektedir.
Buna karşılık rejim içinde aykırı seslerin çoğalması ve bu suretle içeriden çökmesi ihtimali mevcut görülüyor. Molla rejiminin artık kabul edilemez, halkın beklentilerini karşılayamaz bir duruma gelmesi halinde yerine neyin geleceğini tahmin etmek tabiatıyla kolay değil.
Bir ihtimal rejimden en büyük kazancı sağlayan ve İran ekonomisi içinde ağırlıklı bir konuma sahip olan devrim muhafızlarının kazanımlarını korumak için işleri ele alıp iktidara geçmesi ve bir çeşit askeri diktatörlük kurması olabilir. Başka bir ihtimal farklı etnik gruplardan ve mezheplerden oluşan İran’ın bölünmeye, hatta Suriye tipi bir parçalanmaya gitmesidir. Bu tabii bütün bölge için bir kâbus teşkil eder. Türkiye’nin yüzölçümünün üç katına ve benzer bir nüfusa sahip bir ülkede iç savaş tam anlamıyla bir felaket olur.
Arzu edilecek mutlu son şüphesiz son derece zengin bir medeniyet ve kültüre sahip, uzun bir tarih ve deneyim yaşamış İran halkının nihayet hak ettiği demokratik bir yönetim tarzına kavuşması olur. Dünya ile barışık böyle bir yönetim İran, halkına layık olduğu refah, iç barış ve istikrarı sağlayabilirse halk ülke tarihinde ilk defa o muazzam tabii kaynaklarından hakça yararlanabilecek ve süratli bir kalkınmaya sahip olabilecek bir konuma ulaşır. Şu anda böyle bir gelişme pek olası görülmüyor ama umut etmek hepimizin hakkıdır. Kanaatimce Türkiye’de İslamcı bir rejimin zorla empoze edilmekte olmasından rahatsız olan ve Türk usulü değil gerçek anlamda laiklikten ve sekülerlikten yana olanlar İran’daki gençlerin mücadelesine ellerinden gelen desteği vermelidirler. Aynı şekilde muhalefet partileri başörtüsü takılmasını gereksiz bir şekilde kanunlaştırmaya çalışacaklarına Batı ülkelerinde yapıldığı şekilde göstericilere söylemleriyle destek vermelidirler. Ancak özellikle dış politika ve yabancı ülkelerdeki gelişmeler söz konusu olduğunda ağzını açmaya korkan veya ilgisiz ve duyarsız kalan ülkemizdeki garip muhalefetin bunu yapmayacağı maalesef çok muhtemeldir.