[9 Temmuz 2024] TRT spikerlerinin pek dikkat ettiği ve dikkat çektiği söylenemez buna. Gözleri Doğu Avrupalılarda, özellikle de ünlü diskçi, iki Olimpiyat şampiyonluğu sahibi Virgilijus Alekna’nın oğlu Mykolas Alekna’daydı. Haksız da sayılmazlardı; 21 yaşındaki genç yıldız 19’undan beri sürekli yükselişteydi, çok formdaydı ve 74.35 ile dünya rekorunun sahibiydi. Dahası, müsabakanın beşinci turunda 69.97 atıp babasına ait olimpiyat rekorunu da kırması, kuşkusuz çok benzersiz bir ândı. Fakat ailevî mutluluk çok sürmedi. Altıncı ve son turda, Jamaikalı Rojé Stona çıktı sahneye. Döndü, döndü, atış kolundan sapan gibi fırladı disk. 70.00 metreye indiğinde, yeni rekor 3 santimetre farkla artık buydu ve Litvanyalı Alekna değil Jamaikalı Stona, altın madalyanın sürpriz sahibiydi.
Dalıp gittim. Jamaikalı sprinterleri anladık da, bu ağır atıcılar neyi nesi… demeye kalmadı; benzer bir durum, belki daha da çarpıcı biçimde, dün akşamın (8 Ağustos) erkekler cirit finalinde tekrarlandı. Atma ve atlama dallarında, biliyorsunuz, finale ilk ağızda 12 kişi alınır. Üç tur geçilir. En iyi 8 sporcuya üç hak daha tanınır. Ciritte, bir kere bu son sekize sadece üç Avrupalı kalabildi (bir Çek, bir Alman, bir Finli). İkincisi, hiçbiri kürsüye çıkamadı. Madalyalar, Güney Asya ile Karayipler arasında paylaşıldı. Pakistan’dan Arshad Nadeem 92.97 atıp 2008’den kalma olimpiyat rekorunu hem de 2.40 metre farkla kırdı. 2020 olimpiyat ve 2023 dünya şampiyonu, Hintli Neeraj Chopra, bu sefer 89.45’le gümüşte kaldı. Üçüncülük ise 88.54 atan, 2019 ve 2022 dünya şampiyonu, Grenadalı Anderson Peters’ın oldu. Avrupa-dışının yükselişi tablosunu, 5. Yego (Kenya, 87.72) ve 7. Walcott (Trinidad ve Tobago, 86.16) tamamladı.
Peki, dünya sporunun 1950’ler ve 60’lardaki, hattâ hafif 70’lere uzanan çehresini biraz bilir veya hatırlar mısınız? Dönemin iki süper devleti ABD ve Sovyetlerdi (şimdi ABD ve Çin). Aralarındaki rekabet nüfuz alanlarına, nükleer silâhlanmaya, uzay yarışına ve olimpiyatlara yansıyordu. Aya kimin ilk ayak bastığı gibi kimin kaç altın-gümüş-bronz aldığı da sistemik üstünlük (kapitalizm mi, sosyalizm mi) iddialarına vesileydi. Bu genel çerçeve içinde, ikinci planda, değişmez sanılan bazı özel örüntüler gözleniyordu. Basketbol erkeklerde NBA ile dünyanın kalanı arasında büyük bir uçurum vardı — ve tabii NBA öncelikle siyahlar, Bill Russell’lar, Wilt Chamberlain’ler, Oscar Robertson’lar, Magic Johnson’lar demekti (o zamanki çoğunluk bileşimiyle, Red Auerbach’ın antrenörlüğündeki Boston Celtics, uzun süre nadir bir “görece beyaz” takımı olarak kaldı NBA’in). Buna karşılık kadınlar basketbol ve voleybolde ABD neredeyse nâmevcuttu, çünkü Amerika’da sporun kalbinin attığı üniversitelerde kadınlara atletizm ve yüzme dışında pek az olanak sunuluyordu. 1965 tarihli Yüksek Öğrenim Yasası’na 1972’de getirilen liberal-eşitlikçi “Title IX” (Dokuzuncu Madde) değişikliği, bir dönüm noktası oldu bu açıdan. Kadın sporlarının ve yarışmalarının ihmali, cinsiyet ayırımcılığı sayıldı. Üniversite yönetimlerinin paçası tutuştu. Amerikalı genç kadınların önünde, o zamana kadar pek yapmadıkları, bilmedikleri, erkeklerin tekelindeki dalların kapıları açıldı. Ancak bundan sonradır ki, basket ve voleybolla birlikte kadınlar jimnastikte dahi ABD, meçhulden gelip dünyanın ilk sıralarına yerleşti.
Atletizme gelirsek; gene 50’ler ve 60’larda erkekler sürat koşularına ve uzun atlamaya (siyahlarıyla) ABD, buna karşılık 3000 engelli ve 5000-10,000’e Sovyetler (Kuts, Bolotnikov) ve Doğu Avrupalılar (Zatopek, Kryzyskowiak) hâkimdi. İngilizler tek tük gidip geliyor (800-1500’den, Coe, Ovett ve Cram’den söz etmiyorum); Paavo Nurmi geleneğinin devamında İskandinavya’nın varlığı hep hissediliyor (Lasse Viren); maratonda Etyopya 1960 ve 1964’te Bikila Abebe ile ilk ve şaşırtıcı patlamasını yaparken, 800-1500-3000-5000-10,000 yelpazesinde diğer Doğu Afrikalılar (Kenyalılar, Ugandalılar, Tanzanyalılar) henüz hiç ortalıkta gözükmüyordu. Bu coğrafyanın öncü ismi Kipchoge “Kip” Keino’nun ortalığı altüst etmesi 1960’lardır. 1965’te ilk 3000-5000 dünya rekorlarını kırması, 1968 Mexico City olimpiyatlarının 1500 finalinde favori Amerikalı Jim Ryun’a 20 metre fark atmasıyla, bu branşların bütün profili ve görüntüsü değişiverdi. O dönemde atmalarda ise, erkeklerde beyaz Amerikalılar (güllede Parry O’Brien, Bill Nieder, Dallas Long, Randy Matson, diskte Al Oerter ve Jay Silvester), ancak kadınlarda mutlak surette Sovyetler ve Doğu Avrupa “halk demokrasileri” ağır basıyordu. Erkeklerdekine benzer bir profil çiziliyordu: 100-200’de siyah kadın sprinterler (Wilma Rudolph, Wyomia Tyus ve takipçileri); 400’den itibaren Polonyalılar (Szewinska, Klobukowska) ve Doğu Almanlar (Marita Koch); atmalarda gene Sovyetler (Tamara Press) ve Doğu Avrupalılar. — Yeri gelmişken belirtmeliyim ki “sosyalist blok”un asıl vitrini Sovyetler değil Doğu Almanya’ydı. Müthiş bir devlet sistemi kurmuşlardı ve yerine göre himayeli, şeffaflıktan uzak bir doping şebekesini de içeriyordu.
Hey gidi hey! Dünya elli yılda nasıl değişiverdi! Özel, lokal hegemonya gelenekleri kalmadı sayılır. Her ülkeden, kadın erkek her şeyi yapabiliyor. Bu da küreselleşmenin bir boyutu: bilgi, görgü, tecrübe, tesis, ekipman… her yere yayılıyor. Çinli yüzücüler Avustralyalı antrenörlerle; Fransa’nın Leon Marchand’ı, Kaliforniya’da Michael Phelps’in mentörü Bob Bowman’la; İngilizlerin yeni 100 metrecisi Louis Hinchcliffe, Houston Üniversitesi’nde Carl Lewis ile çalışıyor. Bu son örneğin de işaret ettiği gibi, hele yüzme ve atletizmde yarı-final ve finallerde gördüğümüz sporcuların birçoğu, Amerikan spor endüstrisinden geçiyor bir şekilde. Spor bursları (athletic scholarships) kazanıp Teksas veya Kaliforniya’nın büyük yarı-profesyonal tezgâhlarından yetişiyor, ya da (faraza basketbolde) Fransa’nın veya Balkan ve Baltık ülkelerinin kulüp takımlarında oynarken genç yaşta NBA’ye katılıp zirveye çıkıyorlar. Bütün bilgi ve bilim dalları gibi bu işin de “yerli ve millî”si yok. Nitekim (Türkiye dahil) pek çok ülkenin ve kulübün futbol, basketbol, voleybol vb takımlarını uluslararası antrenörler çalıştırıyor.
Bu koşullarda, tümüyle çöküp gidiyor eski önyargılar — ve hele ırkçı efsaneler. Lisede okurken, 1950’lerin yıllık “en iyi spor yazıları” (best sports articles of…) antolojilerini bulmuştum Robert Kolej kütüphanesinde. Birini hiç unutmuyorum, 1956 Melbourne Olimpiyatları sonrasında: Amerikan karakteri “sıcak”tır diyordu, Slav (Rus, Sovyet) karakteri ise “soğuk.” Bu yüzden, patlayıcı aksiyon gerektiren sprint, atma ve atlama dallarını hep ABD kazanacak ve Sovyetler hiç şampiyon 100-200’cü veya engelci çıkarmayacak; buna karşılık Amerika’nın da hiç büyük uzun mesafecileri, maratoncuları olamayacaktır! Bugün komik geliyor, zamanın geçici gerçekliğinin üzerine ezelî ve ebedî bir teorik kılıf geçirmeye yönelik bu çabalar. Ya da, siyahların özel bir fiziği ve metabolizmasının olduğu, basketbolda ve sprintlerde bu yüzden kazandıkları iddiası. Aslında, 20. yüzyıl boyunca ABD’de ve şimdi Avrupa’da, sosyo-ekonomik faktörler (sınıfsal eşitsizlikler, yoksulluk, başka türlü okuyamama endişesi vb) nedeniyle, yani tırmanma ve sınıf atlama arzusuyla yöneliyor “beyaz olmayanlar” spora. Ama beyaz ırkçılığı başarılarını hazmedemeyip böyle safsatalara sarılıyor.
Yok böyle değişmez “öz”ler, “ırkî-millî karakter”ler. Modernite böyle duvarlar tanımıyor. Hepsi tarihe gömülme sürecinde. Genetik değil kültür, eğitim, fırsatlar, olanaklar tâyin edici. Şimdiki yabancı düşmanlığı dalgası ve buna dayalı yeni milliyetçilikler, eskiyip aşılmaya mahkûm. Bir zamanlar “ırk” denilen insan topluluklarının belirli coğrafyalarla sınırlı kalmayıp birbirine karıştığı, sonuçlarının da her alanda hissedildiği, çok-kültürlülüğe alışma sürecindeki bir dünya doğuyor.