Geçen hafta İsveç’te bir Kuran-ı Kerim yakıldı, İsveç polisi yakan kişiyi engellemeyip etrafını çevirmekle yetindi, Müslüman ülkelerden ve siyasi parti liderlerinden İslamofobi suçlamaları geldi ve ‘infial’ içinde oldukları söylenen vatandaşlarımız olayı kınamak üzere çeşitli eylemler yaptılar. Olayın yeni bir tarafı yok. Söz konusu kişinin politik ve ideolojik kimliğine fazla takılmayalım. Daha önce de özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde Müslümanların kutsal kitabının ya da peygamberinin (daha sıradan kişilerce) hedef alındığına tanık olduk. Ve benzeri tepkiler verdik…
Oysa söz konusu karşılıklı yaklaşım her iki taraf için de bir tür kolaycılık. Sorunun çözülmesine hizmet etmektense kemikleşmesine yol açıyor.
Önce Batılılara onların perspektifinden bakmaya çalışalım… Modernlik insanı (bireyi) koruma ve geliştirme adına düşünce özgürlüğünü kutsallaştırma eğiliminde. ‘Kutsal kitaplar yakılabilir’ önermesi düşünce özgürlüğü olarak kabul ediliyor. Çünkü herhangi birinin kutsal kitabını ya da inancını bir başkasının da ‘kutsal’ addetmesi için hiçbir neden yok.
Modernliğin baskın zihniyeti olan relativizm (ve dolayısıyla onun üzerine oturan liberal ideoloji) bireylerin kendileri için iyi ve doğruyu bildiğini ve başkalarına zarar vermedikleri sürece bu hedefler doğrultusunda davranmakta özgür olmaları gerektiğini söylüyor. Öte yandan bir kişinin başkasının inancını reddetmesi veya suçlaması, söz konusu inancın kendi takipçileri nezdinde etki ve prestijine halel getirmiyor. Hatta bu tür tutumların o inancı daha da tahkim ettiği görülüyor.
Kısacası ‘kutsal kitaplar yakılabilir’ önermesini düşünce özgürlüğü olarak kabul etmek durumundayız. Peki, ‘kutsal kitaplar yakılabilir’ diyen birinin kutsal kitap yakmasını ‘suç’ sayabilir miyiz? Saymak zor… Fikirde bir sorun yoksa (fikir bir başka insanı doğrudan tehdit etmiyorsa) o fikrin hayata geçmesinde nasıl sorun olabilir? Nitekim kişinin evinde kutsal kitap yakması ‘modern’ toplumda bireysel özgürlüğün kapsamı içinde kalıyor. Herkesin evinde bir sürü kitap var ve kişi onları nasıl isterse öyle kullanabilir.
Şimdi aynı kişinin kutsal kitabı evinin önündeki kaldırımda yaktığını düşünelim. Kendince sembolik bir eylem yapıyor, düşünce özgürlüğü kapsamındaki ‘kutsal kitap yakılabilir’ önermesini hayata geçiriyor, bunu kimseye ait olmayan ortak kamusal alanda icra ediyor ve kendi kitabını yakıyor…
Nihayet kendi evinin önündeki kaldırımda yapıldığında suç olmayan bir eylemin ‘karşı’ kaldırımda (‘ötekinin’ evinin önünde) yapıldığında suç sayılmasını bekleyemeyiz. Özellikle kamusal alanın bir bütün olduğuna, kişiye ya da kimliğe göre parsellenemeyeceğine inanıyorsanız.
Buna ‘modern’ İsveç polisinin yapabileceği bir şey yok. Söz konusu kişinin tutuklanması için hiçbir neden bulunmuyor. Dolayısıyla eylemin engellenmesi, hele cezalandırılması düşünce özgürlüğünün ihlali, modern dünyanın ‘barbarizme’ teslim olması olarak görülüyor.
Müslümanlar anlamakta zorlanabilir ama bu arka planı veri aldığımızda, İslamofobi suçlaması modern Batılı zihinde beklenenin tam tersi etki yaratabiliyor. Çünkü bu suçlama birçok Batılı açısından Müslümanların düşünce özgürlüğünü içselleştirememiş olduğunu ima ediyor. Onlar açısından ortada somut bir gerçeklik var: Etraflarında gördükleri Müslümanlar. Bu insanlar grup kimliklerini kıskançlıkla koruyor ve inançlarını bu kimliğin temeli olarak sunuyor. Diğer deyişle kendi farklılıklarının ‘nedeni’ olarak dinlerine işaret ediyorlar. Bu durumda Batılıların Müslümanların ‘uyumsuzluğunu’ İslam’a atfetmeleri şaşırtıcı değil. Bir kolaycılık, ama insan zihninin nasıl çalıştığını bilirseniz bu sonuca ulaşmaları çok doğal…
Bir Batılı ile tartışıyor olsak muhtemelen şöyle diyecekti: “Anamızın karnından İslamofobik olarak doğmadık. Yaşadık, gözlemledik ve bu kanaate geldik. Karşımızda (ve dünyanın bir kısmında) modernliğe uymayan özelliklere sahip insanlar var, bu özelliklere sıkı sıkıya sarılıyorlar ve bunun nedenini de dinlerine bağlıyorlar. Demek ki dinleri modernliğe karşı ve dolayısıyla birlikte yaşamayı engelleyici nitelikte.” Diğer deyişle Batıda İslamofobi var olabilir, bazı insanlar İslam’ın ‘kategorik olarak’ anti-modern, düşünce özgürlüğünü hazmedememiş bir inanç olduğunu düşünebilirler. Ancak bunu yaşananlardan edindikleri bir çıkarsama olarak görüyorlar. Onlar açısından (eğer varsa) İslamofobi bir ‘neden’ değil, bir ‘sonuç’.
Şimdi gelelim misafirlere, yani Batılı modern ülkeye göç etmiş, orada tutunmaya çalışan Müslümanlara… Hayatın sürüklemesi ile geldikleri bir ülkedeler. O kararı kendileri vermiş olsa bile, bilemedikleri, anlamadıkları, kendilerini aciz hissettikleri, her açıdan yabancı bir kültürde ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ortak bir değer sistemine tutunma, kendileri olarak var olma ihtiyacı içindeler. Ve bunun için en doğal zemin dinleri… Çünkü geldikleri yerde kültür büyük ölçüde dinin etki alanı içinde oluşuyor. Öyle ki yabancı diyarda dinden uzaklaşma kimliksizleşme anlamına gelebiliyor.
Bu nedenle Batı modernliğiyle karşılaşmalarda Müslümanlar İslam’a sahip çıkıyor, onu bayraklaştırıyor, bireysellikten uzaklaştırıp kendi elleriyle ‘kategorik’ bir tanıma oturtma gayreti içinde oluyorlar. Ne var ki bir dini tahkim etme gayreti, hemen her zaman söz konusu inancı sınırlı sayıda dogma ve pratiğe indirgemeyle sonuçlanır. Çünkü dinler yaşayan olgulardır… Herhangi bir din ona inananların anladığı şeyin ötesinde bir anlam ifade edemez. Bizden önceki inananların yazdıklarını okusak bile onları bugün sahip olduğumuz zihinle anlamak ve yorumlamak durumundayız. Ve ne yazık ki kendi zihnimizi önceki dönemlerin zihniyle yan yana getirme, mukayese etme şansımız yok… Dolayısıyla (hangi din olursa olsun) hiçbir dindar kendi dinini ‘gerçek’ (orijinal) haliyle bilemez.
Ayrıca dinleri ilk ortaya çıktığı haliyle de bulamazsınız, çünkü öyle bir şey yok… Bütün dinler zaman içinde kesilip biçilerek, parçalı şekilde üretilen öğretilere ve kutsal kitaplara sahip. Üstelik bu öğretiler ve metinler kendilerini sürekli yeniden yorumlanmaya açık tutuyor. Bu nedenle İslam dinini ‘özneleştirmek’ (ona irade atfetmek) dine sahip olmadığı bir alan açıyor ve nihayette söz konusu dinin vülgarize edilmesine neden olabiliyor. (Türkiye’den Afganistan’a herkesin bildiği örnekleri sıralamaya gerek yok.)
Konumuz açısından bu tespitin önemi şu: Ne Türkiye’de ne de modern Batıda (eğer ortada bir uyumsuzluk veya hazımsızlık varsa) mesele İslam (din) değil, Müslümanlar (dindarlar). Diğer deyişle sorunların kaynağı öğretiler değil, o öğretileri bugün hayata geçiren ve böylece yeniden tanımlayan insanlar. Çünkü insanların aynı öğretiyi çeşitli şekillerde hayata geçirme ihtimali var. Zihniyetlerine bağlı olarak…
Burada bir parantez açalım: Bütün dinler ilahi bir yaratıcıya, doğaüstü varlıklardan insana doğru ‘inen’ bir hiyerarşiye, her varlığın kendine ait bir işlevi ve anlamı olduğu önermesine dayandığı ölçüde ataerkil zihniyeti taşır. Bu nedenle dindarlığın da ataerkil zihniyet içinde inşa edilmesini teşvik eder. Bu zihniyete sahip olanlar daha kolay, kendiliğinden dindarlaşır ve inançlarını doğal ve doğru bir tutum olarak yaşarlar. Ancak dindarların hepsi ataerkil zihniyette olmaz. Yaşanan dönemin kendine has zihniyeti, kültürel etkileşimler, bireysel farklılıklar ve bir dizi başka etken dindarların zihniyet yelpazesini çeşitlendirir.
Bu nedenle günümüz Müslümanlarının dünyaya uyum sorunu İslam’ın özelliklerini fazlasıyla aşıyor. Müslüman toplumların ataerkil/otoriter zihniyet bileşimi dinin kalıplaşması, kurallaşması ve kimlikleşmesi ile sonuçlanıyor. İslam bizzat Müslümanların elinde bir tür ‘arkaik’ varoluş haline dönüşebiliyor.
Batılılar ise meseleye zihniyet terimleriyle bakma alışkanlığına sahip olmadıkları için, karşılarında Müslümanların işaret ettiği özneyi, yani İslam’ı görme kolaycılığına meylediyor. Tabii Batılıların bu tavrı da Müslümanların İslam’ı koruma dürtülerini harekete geçiriyor ve karşı tarafı İslamofobik olmakla suçlayıp bir nebze rahatlıyorlar.
İşin özü ötekini anlama kaygısı olmayan iki zihniyetin karşılaşmasıdır. Bir tarafta inancın kamusallaşmasını (giderek hükümranlığını) doğal ve doğru bulan, saygıyı vazgeçilmez bir değer olarak tanımlayan, eşitlik fikrine özünde yabancı olan ataerkillik; diğer yanda inancı bireyselleştirip kamusallığın dışına taşıyan, değerleri göreceli kılan, saygıyı başkasına karışmama olarak gören relativizm. İki tarafta da birlikte eşitlikçi bir düzlemde yaşama, kamusal olanı ‘öteki’ ile birlikte oluşturma fikri ‘fıtrata’ (zihindeki toplum paradigmasına) yabancı. İki taraf da birlikte yaşamanın koşulu olarak ötekinin de kendisiyle aynı ‘birlikte yaşam’ bakışına sahip olmasını istiyor. Ne var ki Batı modernliği ile günümüz cari Müslümanlığının ‘birlikte yaşam’ anlayışları çok farklı, çünkü farklı zihniyetlerden besleniyorlar.
Sonuçta hayat nasıl tecelli ediyor? Her iki tarafta da otoriter zihniyet bir destek (İngilizcesiyle ‘back up’) tutum olarak mevcut olduğu için, karşılıklı olarak ‘yeni bir birliktelik’ yönünde gelişme yaşanmadığı ölçüde taraflar da otoriterliğe kayarak duruma adapte olmaya çalışıyor. Böylece ironik olarak bir uyum doğuyor… Ama otoriter zihniyeti olumlayan, işlevselleştiren bir uyum.
Meseleyi anlamak istiyorsak İslam’ın bir kültürel kalkana dönüşmesinin de İslamofobi olarak adlandırılan davranışların da birer adaptasyon olduğunu görmekte yarar var. İşe yarayan, sorunu çözen adaptasyonlar değil, ama karşılıklı olarak insanları rahatlatan, ‘doğru davrandım’ hissini veren ve aslında böylece sorunun sürmesine, otoriterliğin ‘sorun çözücü’ olarak görülmesine neden olan adaptasyonlar.
Buradan çıkış kamusal alanın öteki ile birlikte kurulmasını ‘doğal ve doğru’ gören, ilişkinin sağlıklı yürümesi adına sorumluluk almayı teşvik eden bir zihniyetin her iki cenahta da zihinlere hâkim olmasına bağlı. Yani demokratlığa… Buna ise daha çok uzun zaman var ve nihayette olacağının da garantisi yok. Ama başlangıç için (ya da kendimize bir şans verme adına) yaşananlara her iki yönden ve bir nebze daha derinlikli bakmaya çalışabiliriz.