İstanbul Kültür ve Sanat Vakfının (İKSV’nin) sayfasında yazıyor:
“İstanbul Film Festivali ilk kez 1982 yazında, İstanbul Festivali kapsamında, “Sanatlar ve Sinema” temalı altı filmin gösterildiği bir “film haftası” olarak yapıldı. “Uluslararası İstanbul Sinema Günleri” adı altında İstanbul Festivali süresince devam ettiği 1983 yılında, bir ay boyunca sinemaseverlere 36 yabancı film sunuldu.
…
1984 yılından itibaren “Sinema Günleri” adıyla Nisan aylarında düzenlenen ayrı bir etkinlik halini aldı. 1985 yılında, Şakir Eczacıbaşı’nın önayak oluşuyla, programa biri uluslararası diğeri ulusal olmak üzere iki yarışmalı bölüm eklendi… 1989 yılı başında, FIAPF (Uluslararası Film Yapımcıları Dernekleri Federasyonu) tarafından “özel konulu, yarışmalı festival” kategorisinde tanınarak dünyanın önde gelen festivalleri arasına giren Sinema Günleri, böylece “İstanbul Film Festivali” adını aldı.
…
Türkiye’nin en köklü ve en etkili uluslararası sinema etkinliği olan İstanbul Film Festivali, geçtiğimiz 38 yılda İstanbullulara 110 ülkeden 5,759 film sunarak toplam 4,241,000 izleyiciye ulaştı.”
Bu yıl 8-20 Nisan tarihleri İstanbul Sinema Festivalinin 41’incisi düzenlendi. Festivalin adının bile konmadığı, sadece “Sinema Günleri” olarak anıldığı yıllardan beri takipçisiyim. Son zamanlarda uzakta kalmış olsam, filmlere erişimimiz tamamen boyut değiştirmiş ve Sinema Festivalleri ruhunu bir ölçüde kaybetmiş olsa bile, hâlâ İstanbul Sinema Festivali haberlerini okuyunca heyecanlanıyorum. Ne de olsa, özellikle üniversite yıllarımızın en bulutların üstünde geçirilen zamanlarıydı.
Hazırlıklar neredeyse birkaç ay öncesinden başlardı. Aramızdan biri sinema günleri broşürlerini bulur gelirdi: Sonra gelsin bütün filmleri incelemeler, yönetmenler hakkında atıp tutmalar, farklı semtlerde çok sayıda sinemada gösterilen filmleri en doğru kombinasyon ile izlemek için zamanlamaları tutturmaya çalışmalar ve tabii o kadar çok film için para bulma planları.
Mesela 1989 “mahalli seçimler”i denince, o yıl ilk defa Festival olarak adlandırılmaya başlanan Sinema Günleri de otomatik olarak gelir aklıma.
1989 yılında yerel seçimler 29 Mart tarihinde yapılmış, SHP adayı Nurettin Sözen belediye başkanlığını kazanmıştı. Biz üniversiteli komünist ya da anarşistimsi ya da düz rock’çı veya hatta dindar gençler hep birlikte, “iyice” bir para karşılığında İstanbul’da SHP gazeteleri dağıtmıştık. Benim içinde olduğum bir grup olarak mesela, Bakırköy’de seçim minibüslerinde belediye başkanı adayı Yıldırım Aktuna ile birlikte gezip, minibüs durduğunda mahallelere dağılıp tek tek evlere gazete bıraktık. Yaptığımız şeyin hemen hemen hiçbir önemi yoktu bizler için, ama önemli bir kısmımız için kazandığımız o “iyice” paranın tamamını Sinema Festivaline ayırmanın önemi vardı. Çünkü ne yapar eder, festivale para yetiştirirdik. En kötü ihtimalle İKSV görevlisi olarak festival katalogları satıp, görevli olduğumuz sinemadaki tüm filmlere bedava girerdik. Öyle bir azimli isteğimiz vardı birkaç hafta da olsa filmlerin dünyasında yaşamak için.
Türkiye’de “sinema tutkusu”nun yaygınlaşması net olarak İstanbul Sinema Festivali sayesindedir.
Bir Bergman filmi izledikten sonra geceyarısı İstiklâl Caddesine çıktığınızı, yürüdüğünüzü düşünün. Nisan ayında bir gece yarısı. Hava biraz serin olsun. Yanınızda çok sevdiğiniz bir arkadaşınız var mesela. Pek fazla konuşmadan, sadece caddede değil, film ile gerçek hayat arasında bir yerlerde yürüyorsunuz. Sinema hakikaten büyülü bir şeydir, böyle zamanlarda daha da anlaşılır.
Ya da bir gün Kieslowski’nin bir filmi başlamadan hemen önce katalogları hızla toplayıp, dolaba tıkıştırıp koşarak salona giriyorsunuz, ışıklar sönmüş, salon karanlık, sadece en ön sırada yer var. Oraya oturup filmi izliyorsunuz, film bitince ışıklar açılınca yanınızda oturan adam kalkıp filmini anlatıyor. Meğer Kieslowski ile yan yana izlemişsiniz filmi.
Bir filmden bir filme geçmeden önce fuayede dünya ünlüsü oyuncular, yönetmenler görüyorsunuz. Ya da benim için daha da tatlısı, aniden Sevin Okyay çıkıyor bir köşeden, meraklı ve konuşkan ve sinema hakkında neredeyse her şeye hâkim, ya da bana öyle geliyor. Bir film ya da yönetmen hakkında güzel güzel konuşuyorsunuz, çok samimi bir sevgi ve ilgiyle anlatıyor, dinleyip de bunlara ortak olmamak imkânsız.
İlk günler biraz ısınma turları ile geçiyor, ruh durumunuz gittikçe daha uygun hâle geliyor sinema günlerine. Hayat sinema içinde, filmler çerçevesinde akıp gidiyor, birkaç büyülü hafta boyunca.
Planlar, programlar, hayaller… O günkü filmlerimiz arasında ne kadar vakit var? Acıkınca nerede ne yenebilir, simitle geçiştirilebilir mi yoksa? Acaba o beğendiğiniz tip hangi filmlere gelir? Kesin Rohmer’cidir, öyle bir hâli var… Yoksa o kimselerin gözüne girememiş ihmal edilen filmleri mi görmeyi seviyordur?
Tabii ki, diğer birçok etkinlik için geçerli olan şey burada da geçerliydi: Bir sinema festivali sadece festivalden ibaret değildir…
80’lerin sonlarını ve 90’lı yılları, tüm siyasî çalkantılar, haksızlıklar ve hatta vahşete rağmen zaman zaman büyük bir özlemle hatırlamamızda, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfının Sinema Festivali ve Müzik Festivali gibi o tarihler için çok kapsamlı etkinliklerinin rolü büyüktür. Örneğin ünlü müzisyenlerin İstanbul’da konserler vermesi bizlerde tüm dünya ile ortak hayatlar yaşadığımız hissi yaratırdı. Ya da İstanbul Bienali ve hatta okullardaki bahar festivalleri… Coşkulu, samimi, neşeli, heyecanlı günlerdi hep. Genç olmanın en güzel hâlleri belki.
Lâf olsun diye değil de, içimize nüfuz eden bir umudu besleyen zamanlardı belki de, en azından bazılarımız için. “Her şeyi dünyadaki herkes kadar yapabiliriz” hissi. Şimdi gençler için fazlaca uzak bir his muhtemelen. Onlar yaşama sevinçleri için başka bahaneler bulmak zorundalar.