Geçtiğimiz haftanın önemli gündem başlıklarından biri de “ahmak davası” totosuydu. Sonuç bir mi olur, sıfır mı ya da iki mi?
Muhtemelen dava bir karara bağlanıncaya dek bu tartışma da sürecek çünkü dava artık hukukun konusu olmaktan çoktan beri çıkıp siyasi bir kapışmanın aracına dönüşmüştü zaten.
“Adalet” nasıl tecelli eder, bugünden söylemek zor ama millet adına verilen kararların milletin onayından geçip geçmeyeceğini sınayabildiğimiz bir “sandık adaletimiz” mevcut çok şükür.
Yakın tarihimizin seçimleri, siyasi yöneticileri belirlemenin yanı sıra “Türk Milleti adına verilen kararların” meşruiyetine de ayna tutmuştur. Bunun en bilinen örneklerinden biri “istemezükçü” meşhur 367 kararına mukabil toplumsal vicdanın referandumda “isterük” kararıdır.
Belki bir diğer apaçık örnek olarak 1982 Anayasası’na %90’ların üzerinde “evet” oyu veren milli iradenin, bir yıl sonraki seçimlerde askeri cuntanın partisi MDP’yi siyaseten tasfiye etmesi gösterilebilir.
Toplumun “iyi” ile “kötüyü” ayırma kabiliyetine hiçbir vakit güvenmemiş olanlar için bu sonuçların ders niteliği baştan anlamsız olacaktır ama 1950 seçimlerinden beri, seçmenlerin toplumsal davranışına odaklananlar için seçimlerin azımsanmayacak ölçüde temyiz niteliği taşıdığı dikkatlerden kaçmayacaktır.
“Muhtar bile olamayacak…” hükmü verilenleri Başbakan hatta Cumhurbaşkanı yapabilen bir toplumla karşı karşıyayız. Ve bu adaleti mümkün kılıp taltif ederek Başkan yaptıkları kişilerin dönüp kendi iradelerine ipotek koymaya kalkışmasına da bir çift sözleri olacaktır; tıpkı, 1950’den beri yapageldikleri gibi…
Türk Milleti adına karar verecek İstinaf Mahkemesinin kararı her ne olursa olsun, en geç üç buçuk yıl sonra milletin sınavına tabi olacaktır. Karar gerçekten millet adına mı verilmiştir yoksa millete rağmenci bir mahfilin rakiplerini “siyaseten katl” girişimi midir göreceğiz…
Benim kanaatim, bugünün kudretlileri de bu muhasebeyi yapmaktalar. Ellerinin altında bulunan güç, İmamoğlu’nu hukuken tasfiye etmeye çok müsait. Hele ki “hukuku” evirip çevirebilecekleri, haksız penaltıyı verip haklı penaltıyı iptal edebilecekleri imkânlarla donatılıyken ama tribünlerin buna daha ne kadar tahammül edebileceğinden emin değiller sadece…
1924 yılında hilâfetin kaldırılmasına itiraz etmeyen bir toplum, zımnen onayladığı “eşitsizliği ortadan kaldırma” eylemine verdiği tepkisizlik ile modern askeri darbelerin “eşitsizlikler üretme” çabalarını akim kılma kabiliyeti bakımından askeri ve perde arkası aktörlere sandıkta gösterdiği açık tepki ile pek çok dersler vermişken, bugünün muktedirlerine neden iltimas geçsin?
Bunu yapıp yapmayacakları yani iltimas geçip geçmeyecekleri bugünden bakarak kesin bir yargı olarak öne sürülemez elbette ama toplumsal davranışın siyasal çıktıları bakımından bugüne kadar yaptıklarına bakarak “vicdan” dışı bir eylemi onaylamaları için geçerli sebepler olmalı; ki bu tür göstergeler mevcut ise şayet görenlerin göstermesi durumunda bakış açımızı düzeltmeye vesile olurlar.
Hilâfet gibi köklü bir kurumu işlevsiz bulduğunda haklı olarak sahiplenmeyen bir toplumun önüne sandık konduğunda işlevsiz hatta engel gördüğü “kült liderlere” neler yapabileceği üzerinde düşünmek hem münevverlerin hem de memleketi yöneten idarecilerin sorumluluğudur.
“Toplumsal vicdan” öyle basitçe geçiştirilebilecek bir konu değil. Yakın siyasi tarihimizin en açıklayıcı olgularından biri hatta. Zira görünen fiziki alemi de aşan insanın ve toplumun metafizik alanını meselelere dahil eden müteal ve öngörülemez bir boyutu da mevcut. “Vicdan” kavramını 29 Eylül’de Mücahit Bilici çok geniş kapsamlı ele almış. Burada kullandığım “toplumsal vicdan” pekâlâ “toplumsal tanrı” ya da “toplumda tecelli eden tanrı” olarak da kabul edilebilir. Çünkü bu kavramı yok sayarak sadece siyaseten ve yerleşik hukuk içinden çözülebilir bir meseleyi çoktan aştık…
1980 darbesinin konsey başkanı Kenan Evren’in malik olduğu kudret, pek az faniye nasip olmuştur. Rakiplerini tasfiye etme ve siyasi yasaklı hale getirme becerisine de lâf etmek zor ama sonuçlara bakarak “ne kadar başarılı oldu?” sorusuna “hiç” yanıtını vermek hiç de zor değil. Geleceği olumlu anlamda şekillendirmede ne Ecevit ne Erbakan ne Demirel ne de Türkeş’in önüne geçemedi hatta bu isimler karşısında “negatif kahraman” olarak hem tarih hem de toplum nezdinde sadece itibar kaybetti…
“Ahmak Davası” bundan böyle bir hukuk davası, kadı konusu olma niteliğini kaybedip, darbe dönemlerinde tanık olunan bir “siyaseten katl” hükmü kazanmıştır. Bu saatten sonra çıkacak hiçbir karar bunun önüne geçip “işte adalet!” diye haykıramayacaktır. Çünkü örüntü en başında yanlıştı. Hukukçuların mütalaaları elbette önemsiz değil ama bir hukuki şaibe ortaya çıktığında, bir kural yıpratıldığında ana yatağına döner, kendini siyasetin kucağında bulur.
Karar her ne olursa olsun kararın adaletini, milli iradenin tavrı belirleyecektir…
Bazen öngöremediğimiz bir ‘suç mahallinde’ bulabiliriz kendimizi, meselâ “ahmak davası” gibi ve kimi deliller bizi ‘suçlu’ addetmeye elverişli de olabilir fakat adil bir vicdanla ön yargıdan arınarak olguları anlamaya çalıştığımızda ulaştığımız sonuçlar, olguları çarpıtarak elde edeceğimiz siyasi kazanımlardan daha hayırlı olabilir. Bu çerçevede bir çocukluk hatıramı paylaşmak isterim.
1981 yazını annemin babasının küçük köyünde geçirmiştik. Asmalarla gölgelenmiş verandada cırcır böceklerinin senfonisi eşliğinde Ağustos sıcağının tadını çıkarırken şiddetli bir kitle uğultusu yükseldi köyden, yer yer çağrı çığlıkları da içeren. Şaşkınlıkla dedeme baktık.
- “Köye şeftali getirmişlerdir, millet de ona hücum ediyordur. Alın şu 5 levayı ve çantayı, kalırsa siz de alırsınız” dedi.
Ablam ve kuzenimle birlikte uğultuya doğru yola çıktık. 500 metre kadar yürüyünce köyün sınırına geldik. İnsan boyunu aşan mısır tarlasını geçip toprak yola ulaştığımızda, Tuna nehrine kadar uzanan uçsuz bucaksız ekili tarlalara dalmış köylü kalabalığı ile karşılaşıverdik. Şeftali kuyruğuna gireceğimizi beklerken ‘bostan yağmasının’ içinde buluvermiştik kendimizi.
“Pandar içmeye gitmiş!” nidaları ve gülüşmeleri eşliğinde kamu arazilerindeki domatesleri, biberleri ne koparabildilerseyi sanki karnaval yarışmasındaymışçasına torbalarına, çuvallarına dolduruyordu köylüler; genç, yaşlı, kadın, çocuk…
Bu kitlesel esrimeye katılmadan birer domates de biz koparıp curcunayı şaşkınlıkla ve heyecanla seyre dalmıştık. Çok geçmeden, domateslerimizin henüz yarısını kemirmişken, toprak yolun ufkunda bir toz duman belirdi.
“Pandar geliyor!” çığlığı yükseliverdi aniden ve domates tarlasındaki ayin, bir uğultu ile toprak yolu geçip mısır tarlalarında kayboluverdi; oradan da evlere sızdı usulca…
Pandar, iki atın dörtnala çektiği arabasının üzerinde tarihten kopup gelen bir kahraman edasıyla hem bağırıyor hem de tozu dumana katarak atları kamçılıyor ve biz de bu eşsiz manzara karşısında donup kalmış, olacakları bekliyorduk. Ablam, kaçma girişimizi de engellemişti bu arada…
Pandar, hışımla arabayı durdurdu ve haykırarak üzerimize koştu yuvalarından fırlamış masmavi gözlerini üzerimize dikip: “N’apıyorsunuz burada?”
Ablam bizi arkasına alıp kendinden emin biçimde: “şeftali almaya geldik!” deyince şaşkınlık sırası pandara geçmişti. Elimizde yarısı yenmiş domateslerle açıklanması zor bir ‘suç mahalinde’ şeftali almaya gelmiş olmak inandırıcılıktan fazlasıyla yoksundu ama hikâyemizi tane tane anlatınca, lehimize olan deliller de gün yüzüne çıktı.
Ablamın bileğinde asılı boş bez torba ve sıkılmış avcunda terden sırılsıklam olmuş 5 leva, diğer elindeki suçüstü delili yarısı yenmiş domatesi hikâyenin bütünü içinde açıklıyordu. Hem de kaçmamıştık…
Kim olduğumuzu sordu. Dedemin adını sanını söyleyince zaten tanıdığını ve böyle bir şeye tevessül etmeyeceğini bildiğini ifade ederek bizi serbest bıraktı.
Kamulaştırılmış tarlaların mahsulünü koruyan bekçiydi “pandar”. O köydendi. Tarlalara dalanlar da o köydendi ve tarladaki ürünleri yetiştiren emek de onlarınkiydi.
“Köyün kamusunun, kamulaştırılmış tarlalarda ürettiğini, büyük kamu adına köy kamusundan koruyan pandar” tamlaması fazlasıyla absürt geliyor kulağa biliyorum hem tarlalar hem kendi bahçeleri yani yer gök domates doluyken hem de…
Bu eylem bir domates tedarik ihtiyacı da değilmiş belli ki, bilemediğimiz bir başka ihtiyacı, belki de “isyan ihtiyacını” yatıştıran bir ayin ya da acının, öfkenin sağaltılması seremonisi bilemiyoruz tam aslını ama pandarın incelikli bakışı, temyiz kabiliyeti hep şaşırtmıştır beni, bu hatıram canlandıkça. Elbette ki kritik soruyu dışarıda bırakmadan: “Ya dedemi hasım olarak kodlamış olsaydı, sonuç ne olurdu?”
Her türlü siyaset mekaniğinin adaletten, dolayısıyla hukuktan ve vicdandan bağımsızlaşma girişiminin eninde sonunda kamu vicdanı nezdinde mahkûm edileceğinden şüphe duymayanlardanım…
Adaletin gereği olarak tecelli edemese de siyasetin gereği olarak er ya da geç yolunu bulur “milli irade”.