Tarihi kelimesi özellikle ülkemizde bir hayli aşırı ve zaman zaman yersiz bir şekilde kullanılmaktadır. Futbol maçlarında zaferler tarihi, sıradan görüşmeler tarihi buluşma vs oluverir. Ancak Finlandiya ve İsveç’in bu hafta gerçekleşen NATO üyelik müracaatı gerçekten tarihi bir olaydır. Finlandiya 20. yüzyılda bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü muhafaza etmek için Sovyetler Birliğiyle üç defa savaşmış, İkinci Dünya Savaşından sonra da Sovyetleri idare etmenin en iyi yolunun Batının kurmakta olduğu NATO, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliğinden uzak durmak olduğunu düşünerek Soğuk Savaş bitinceye kadar Avrupa Konseyi ve AB üyeliğine yanaşmamıştır. İsveç ise 1813 yılından bu yana Avrupa’da meydana gelmiş hiçbir savaşa katılmamış, tarafsız kalmayı başarmıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında İsveç en azından bir süre tarafsızlığını Almanya lehine esnetmişse de Alman işgaline uğrayan komşuları Norveç ve Danimarka’dan, SSCB ile mücadelede ise Alman desteğine ihtiyaç duyan ve bunun bedelini ağır bir şekilde ödeyen Finlandiya’dan farklı olarak savaşma mecburiyetinde kalmamıştır.
Soğuk Savaş bittikten sonra her iki ülke AB’ye birlikte girmişler, Finlandiya ayrıca Avrupa Konseyine de üye olmuştur. NATO’nun dışında kalmayı tercih etmişlerdi çünkü her iki ülkede NATO üyeliği halkların katiyen istemediği bir adımdı. Bununla birlikte özellikle İsveç ABD ile sıkı bir iş birliği içinde olmuş, istihbarat değişiminde NATO üyelerini geride bırakmamış, askeri standartlarını da NATO’ya uyumlaştırmıştır. İsveç’te görev yaptığım dönemde muhatap olduğum ABD’li yetkililerin, NATO içinde İsveç’ten daha güvenilir bir müttefiklerinin bulunmadığını söylediklerini hatırlıyorum.
Birdenbire ne değişti de İsveç ve Finlandiya çok kısa zamanda fikir değiştirdi? Finlandiya’da nüfusun %85’i, İsveç’te de %60’tan fazlası ülkelerinin bir an önce ittifaka katılmasını destekleyince, her iki hükümet de süratle dahili işlemleri tamamlayarak müracaat etmeye karar vermişler ve bu müracaat geçtiğimiz hafta yapılmıştır.
Ukrayna savaşı ve ona yol açan Rusya’nın amansız saldırısı Türkiye’de çok büyük bir yankı uyandırmadı. Belki siyasi ihtilafların zor kullanılarak çözümlenmeye çalışılmasına ve komşu ülkelere çeşitli nedenlerle askeri müdahalelere girişilmesine, en azından tehditler savrulmasına alışık olan ve yöntem olarak bunları yadırgamayan halkımız Rusya’nın da Ukrayna’da aynı yola tevessül etmesini normal görmüştür. Zaten savaş başladıktan sonra çoğu televizyon kanallarında sözde uzmanların Ukrayna’yı ve onu kışkırttığı iddia edilen Batıyı suçlayan Rus yanlısı propaganda şaşırtıcı ölçülere vardı. Batı düşmanlığı gerek hükümet gerek maalesef muhalefetin beyin yıkamasının etkisiyle had safhaya ulaşmış olup kamuoyunda etki bırakmaması mümkün değildi.
Ancak özellikle Avrupa kamuoyu savaşı böyle görmemekte, Soğuk Savaş bittikten sonraki dönemde Rusya birlikte çalışılabilecek bir partner iken artık tecrit edilmesi gereken bir hasım olarak belirmektedir. Finlandiya halkı 1300 kilometre uzunluğundaki hududun bir gün Rus İmparatorluğunu yeniden ihya etme hülyasıyla kavrulan Rus diktatör Putin tarafından aşılarak ülkelerinin Ukrayna’nınkine benzer bir muameleye tabi tutulacağı endişesiyle süratle NATO’ya girmeyi arzu etmeye başlamıştı. İsveç halkı da ülkenin Rusya ile ortak hududu olmamasına rağmen, Kuzey Avrupa’nın savaş alanına dönmesi endişesiyle Finlandiya ile birlikte hareket etmiştir.
NATO bu şekilde Balkanlar dışındaki Kıta Avrupasında İsviçre ve Avusturya hariç tüm ülkeleri kapsamış olacaktır. NATO ittifakı 27 AB ülkesinden sadece Avusturya, İrlanda, Malta ve Kıbrıs dışında tüm üyelerini kapsamış olacaktır. Bu gerçekten tarihi bir olay olacaktır. Avusturya’da şimdiden NATO üyeliği tartışmaya açılmış, hükümet Anayasada yer alan tarafsızlık ilkesinin arkasına saklanmayı en azından şimdilik tercih etmişse de bu görüşün İsveç ve Finlandiya’daki gibi değişmesi imkânsız değildir. Zaten AB’nin ortak savunma ve güvenlik politikasına uymak durumunda olan AB ülkeleri için tarafsızlık kavramının çok fazla bir anlam ifade etmediği Finlandiya ve İsveç’te son günlerde cereyan eden tartışmalarda sık sık gündeme gelen bir gerçektir.
Her iki Kuzey ülkesinin ittifaka katılması Türkiye hariç tüm ülkeler tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Her iki ülke zengin oldukları için NATO’ya yük getirmeyecek, tersine katkıda bulunacaktır. Özellikle İsveç’in silah sanayi NATO için önemli bir kazanım teşkil edecektir. Nüfusu küçük olmasına rağmen gayet sofistike bir savaş uçağı üretebilen İsveç’in önümüzdeki dönemde gelişmesi kaçınılmaz olan Avrupa ortak silah sanayiinde büyük yer alacağına şüphe yok.
Soğuk Savaş bitip de Rus boyunduruğundan kurtulan Baltık, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin güvenliklerinin teminatı olarak gördükleri NATO’ya katılmaları Türkiye tarafından hep desteklenmiştir. Bu defa da aynı şekilde hareket edileceği beklentisi mevcuttu. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Finlandiyalı mevkidaşı ile birkaç hafta önce yaptığı bir telefon görüşmesinde Finlandiya’nın üyeliğine olumlu baktığını söylediği Finlandiya Cumhurbaşkanı Niinistö tarafından açıklandı. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun da muhataplarıyla benzer olumlu yaklaşımlar paylaştığı anlaşılmaktadır.
Derken Cumhurbaşkanı Erdoğan 10 gün önce Cuma namazı çıkışı kullanmaya alışık olduğu sert dille her iki ülkenin PKK/YPG/PYD gibi örgütlere verdiği destekten dolayı ve ayrıca Yunanistan’ın 1974 Kıbrıs harekatından sonra çekildiği NATO askeri kanadına 1980 yılında geri dönmesine Türkiye tarafından itiraz edilmeyerek işlenen hatayı tekrar etmemek için bu ülkelerin NATO üyeliklerine olumlu bakmadığını söyleyecek oldu. Tabii en azından son sorunun neden NATO’nun önceki genişlemelerinde ele alınmadığı izah edilmedi.
İlginç olanı Türkiye ile NATO arasında aniden patlak veren kriz sonrasında Türk yetkililerinin her birinin farklı bir şey söylemiş olması. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bir gün sonra konuşan sözcüsü İbrahim Kalın NATO genişlemesini engelleme kararının kesin olmadığını söylemiş, ayrıca ilişkilerde Kuzey ülkelerine sığınmış FETÖ’cülerin de sorun yarattığını söylemiş, tüm iadesi talep edilen kişilerin sınır dışı edilmesi isteğini ilave etmiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu gündeme İsveç ve Finlandiya’nın 2019 yılından bu yana uyguladığı silah satışlarına uygulanan ambargoyu dile getirmiş, Stokholm Büyükelçisi Emre Yunt da “Financial Times” gazetesine verdiği demeçte Türkiye’nin İsveç’ten esas talebinin YPG ile ilişkileri kesmesi olduğunu söylemiştir. Bütün bu dağınıklığa pek anlam veremeyen Batı basını Türkiye’nin gerçek amacının ABD yönetimini ve Kongreyi F16, hatta F35 satışlarına ikna etmek olduğunu, iç siyasete yönelik bu manevraların kalıcı olmayacağı, Türkiye’nin tepkisel politikasının arkasında duramayacağını yazmaya başlamıştır.
Tek bir kişinin kimseye danışmadan ve ayaküstü demeçlerle yönlendirdiği dış politikamızda bu tür krizleri çok gördük. Krizlerin yüksek perdeden atılmış laflardan sonra birden bire u dönüşler yapılarak yangınların söndürüldüğüne çok alıştık. Sadece biz değil, dış dünya da bunlara alışmış olduğu için ve Türk makamlarından gelen birbirlerinden farklı demeçlerin verdiği dağınıklık izleniminin etkisiyle genel beklenti sorunun bir şekilde çözüleceği yönünde.
Gerçekten de taleplere bakınca şaşmamak mümkün değil. Sorun YPG ise, o takdirde kullanılmayan S400 füzeleri Rusya’dan satın alındığında neden Moskova’daki YPG bürosunun kapatılması ve Rusya’nın Suriye’de onunla sürdürdüğü aleni iş birliğinin sonlandırılması istenmedi? 2015 yılına kadar YPG liderleri Ankara’da en yüksek düzeyde kabul görürken neden birden bire terörist oldukları fark edildi? Ne oldukları ve hedeflerinin ne olduğu daha önce bilinmiyordu da Haziran 2015 seçimlerinde AKP nisbi bir başarısızlığa uğrayıp dilini ve davranışını sertleştirmeye gidince mi terörist oldukları kararlaştırıldı? Ayrıca, Batı YPG’ye yönelmişse maalesef Türkiye’deki iktidarın Suriye’deki IŞİD güçlerine karşı müsamaha gösterir görünmesinden, buna karşılık YPG’nin İslamcı teröristlere karşı sağlam ve etkili bir müttefik görülmüş olmasından kaynaklanmıştır. O tarihlerde Başbakan olan Davutoğlu IŞİD’ciler için asapları bozuk gençler dememiş miydi?
Bu ve benzeri sorular maalesef sorulmuyor. Türkiye’de ölçüsü iyice kaçmış Batı ve NATO düşmanlığı beni her gün şaşırtıyor. Kimisi NATO’yu şeytanlaştırmış, Rusya ile 1300 kilometre hududu olan Finlandiya’nin NATO’ya girmesinin Rusya’yı tahrik edeceğini ve hatta uluslararası hukuka göre Rusya’nın Finlandiya’ya saldırması için gerekçe teşkil edeceği gibi abuk görüşler dile getirmiş, kimisi de kendisini Finlandiya halkı ve hükümeti yerine koyarak bu ülkenin NATO üyeliğine ihtiyacı olmadığı fetvasını vermiştir. Bu cinsten o kadar çok saçmalık dile getirildi ki hepsini özetlemek mümkün değil. Neticede bu görüşlerin sahiplerinin Rusya’nın işini görmekte oldukları söylenecekken diktatör Putin, her iki ülkenin NATO’ye girmelerine ilkesel bir itirazı olmadığını açıklayacak oldu. Türkiye’deki hayran ve savunucularını ortalıkta bırakıverdi.
Henüz somut bir bulgu olmadığı için kesin olarak bir şey söylemek şimdiki halde mümkün olmamakla beraber, halkın önemli bir bölümünün iktidarın yaklaşımının arkasında olduğu, hatta başlıca endişenin engellemenin sonuna kadar götürülmeyeceği ve bir noktada İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girmelerine rıza gösterileceği yönünde olduğu anlaşılmaktadır. Bu havanın etkisiyle muhalefet partileri dış politika sorunları söz konusu olduğunda muhafaza ettikleri ketumiyetlerini bu konuda da sürdürmektedirler. Dolayısıyla takip edilen politikanın geniş bir desteğe sahip olduğu izlenimi mevcut olup bu desteğin sorunun çözümünü güçleştireceği söylenebilir.
Ancak bu çizginin muhafazasının da çok büyük bir bedeli olacağına şüphe yoktur. NATO’ya son yıllarda giren küçük Balkan ülkelerinden farklı olarak İsveç ve Finlandiya’nın örgüte bir yük değil, büyük yarar getireceği ABD başta olmak üzere tüm NATO ülkeleri tarafından paylaşılan bir görüştür. Türkiye tabiatıyla NATO’dan atılamaz. Ancak teşkilat içinde yavaş yavaş tecrit edilir, zaten toplantılara katılmaya başlamış olan İsveç ve Finlandiya’nın teşkilat ile bütünleşmesi sağlanırken, Türkiye uzaklaştırılır. 1974’te Portekiz’de bir askeri darbe ile iktidara gelen solcu cunta zamanında ülke NATO içinde bir süre tecrit edilmiş, tecrit demokrasiye döndüğünde kaldırılmıştır. Neticede AB ile ilişkileri derin buzlukta olan, Avrupa Konseyinden atılma tehlikesiyle karşı karşıya olan Türkiye, demokratik dünya ile son kalan bağını kendi eliyle koparmış olur. Belki de iktidar, muhalefet ve halkın istediği budur.