İsveç’in NATO’ya katılması Protokolünün Türkiye tarafından onaylanmasını öngören kanun tasarısı uzun süre sürüncemede kaldıktan sonra TBMM Genel Kurulunda hazır bulunanların büyük çoğunluğu tarafından 23 Ocak tarihinde kabul edilmesinden sonra alışılmamış bir acele içinde kanun ertesi gün mükerrer Resmi Gazete’de yayınlanmış ve Cumhurbaşkanının onay kararı birkaç saat sonra Resmi Gazetede çıktıktan sonra yine Cumhurbaşkanın imzalandığı onay belgesinin NATO Kuruluş Antlaşmasının depoziteri görevini yürüten ABD Dışişleri Bakanlığına özel kurye ile gönderildiğini gördük. Normal hallerde günleri, hatta haftaları bulması beklenecek bu işlemlerin yıldırım süratiyle yapılmasının nedeni ABD basınına bakılırsa gayet basit: Yönetim 40 adet F35 uçağının Yunanistan’a satış kararını hafta sonundan önce Kongreye sunmayı kararlaştırmış, ülkemizle ilgili F16 projesi ile ilgili karar da aynı zamanda Kongreye sunulmadığı takdirde, Yunanistan’ın F35’lere sahip olması, bizim ise elimiz boş kalmamız ihtimalinin yüksek olduğunu, o nedenle makamlarımızın 1-2 gün içinde gereğini yapmalarını tavsiye etmiş. İktidarımıza güvensizlik öyle bir seviyeye ulaşmış ki, üzerinde Cumhurbaşkanının ıslak imzasını taşıyan onay belgesi ellerine geçmedikçe, F16 projesi ile ilgili kararı Kongreye sunmayacaklarını Ankara’daki ABD Büyükelçisi başta olmak üzere başka ABD yetkilileri de dile getirmişti. Değerli meslektaşım Namık Tan bu noktaya üzülerek de olsa geçenlerde yüzbinlerce insanın okuduğu bir X mesajında dikkat çekti. Yaklaşan yerel seçimlerin yarattığı kısır tartışmalar içinde bu acayiplik basınımızın ve siyasilerimizin pek dikkatini çekmedi.
İsveç’in NATO’ya katılımıyla İttifak 32 üyeye ulaşmıştır. Meslek hayatıma Soğuk Savaş döneminde başladığımda NATO’nun sadece 14 üyesi vardı ve hatta sekretaryasının yayınladığı haber bülteninin adının “14 Millet” olduğunu hatırlarım.
Soğuk Savaş bittikten ve Sovyetler Birliği çöktükten sonra Doğu Avrupa, Baltık ve Balkan ülkeleri büyük bir iştiyakla NATO’ya katılma yarışına girdiler. Amaçları yeni kurtuldukları Sovyet boyunduruğuna tekrar girmeyeceklerine karşı bir garanti bulmaktı. NATO o coğrafyada müthiş popüler bir kurumdu. Zamanın Dışişleri Müsteşarı rahmetli Büyükelçi Korkmaz Haktanır’a refakaten gittiğim Varşova’da görüşmelerde bulunduğumuz Cumhurbaşkanlığı avlusunda Polonya bayrağının yanında NATO bayrağı asılıydı. Korkmaz beye ülkemizde resmi bir binada NATO bayrağı görüp görmediğini sorduğumda, gülümseyerek hayır anlamında kafasını sallamıştı. Doğrusu ben de hiç gördüğümü hatırlamıyorum. Bugün de sanırım durum aynıdır.
NATO’nun üye sayısı çok kısa zamanda 30’a ulaştı. Ülkemiz de bu genişlemeye “açık kapı” olarak adlandırılan politika gereği koşulsuz destek verdi. NATO’nun genişlemesinin bir taraftan ittifakı güçlendireceği, diğer taraftan da olası Rus tehdidini caydıracağı kanaatiyle bu desteğe bir karşılık arandığını ve pazarlık konusu yapıldığını hatırlamıyorum.
Bundan 22 yıl önce Stockholm’da büyükelçiyken bir vesileyle Dışişleri Bakanı Anna Lindh’e o tarihlerde Avrupa Birliğine yeni katılmış ülkesinin NATO’ya girmesinin beklenip beklenemeyeceğini sormuştum. Kesin bir red cevabı verdikten sonra tabii AB üyeliğinin İsveç’in kökünü tarihten alan tarafsızlık politikasını değiştirdiğini, bir AB üyesine veya (ülkemizi kastederek) aday ülkeye saldırı olduğu takdirde İsveç’in sessiz kalmayacağını söylemişti.
Yakında iki yılını dolduracak ve Rusya’nın tahrik olmaksızın başlattığı saldırı neticesinde başlayan Ukrayna savaşına kadar durum bu merkezdeydi. İsveç tarafsızdı ama her türlü olasılığa da hazırdı. Hem askeri teçhizatının NATO standartlarına uyumu, hem de istihbarat konularında işbirliğine yatkınlığı nedeniyle aslında ittifaka uzak değildi. Ancak tabii ittifak üyeliğinin sağladığı nükleer şemsiye ve saldırı halinde dayanışmadan yararlanamıyordu.
Rusya’nın saldırısı tabii çok şeyi değiştirdi. Kendisi gibi tarafsız olan ancak 1917’de bağımsızlığına kavuştuktan sonra 30 yıldan az bir zaman içerisinde Sovyetlerin üç defa istilasına uğrayan ve bugünkü Rusya ile 1340 kilometre uzunluğunda bir kara hududuna sahip Finlandiya ile birlikte Ukrayna savaşı başladıktan birkaç hafta sonra NATO’ya üyelik için müracaat etti. Rusya’nın Ukrayna saldırısı başarılı olduğu takdirde Putin’in orada durmayacağını ve Baltıklara doğru uzanacağını hesaplayan her iki ülke böyle bir olasılığa karşı tek güvencelerinin NATO olacağına kanaat getirerek teşkilata süratle üye olma girişiminde bulundular. Yani bu müracaatta aralarında emekli askerlerin de yoğun olduğu bizdeki Batı düşmanlarının iddia ettiğinin aksine ortada Rusya’ya çevrelemek gibi bir ABD komplosu değil, Rus tehdidine karşı güvence arayan ülkelerin doğal arayışı var.
Bu müracaatlar vakit kaybedilmeksizin kabul edildi, Protokoller ülkemiz dahil tüm üyeler tarafından imzalandı, ama iktidarımız daha önce hiçbir genişlemede yapmadığı şekilde bunları pazarlık konusu yapmaya kalktı. Kamuoyu köpürtülerek her iki ülke ülkemiz düşmanı terör yuvası ilan edildi ve ülkemizde aranan ve terör suçuyla itham edilen sayıları ilk başta 30, sonra 75 en son de 130 olan kişilerin iadesi, İsveç’in ülkemize uyguladığı silah ambargosunun kalkması ve kimin aklına gelmişse ülkemizin AB üyeliği ile İsveç’in NATO üyeliği arasında bir bağlantı kurularak, Türkiye AB üyesi olmadıkça İsveç’in de NATO’ya girmesine onay vermeyeceğimiz yolunda talepler öne sürüldü.
Tabii bu taleplerin büyük çoğunluğu yerine getirilmedi. Zaten getirilmeleri de beklenemezdi. Suçluların iadesi ile ilgili ve her iki ülkeyi bağlayan, ülkemiz ile İsveç ve Finlandiya arasında 22 Haziran 2022’de imzalanan muhtırada da zikri geçen Avrupa Konseyi Sözleşmesi zaten bilfiil şiddet olayına katıldığı ve dolayısıyla her iki ülkede de suç olan eylemlerle suçlanmayan kişileri kapsam dışı bırakıyordu. Bu metni imzalayıp da bundan ilgili kişilerin ülkemize süratle iade edileceği sonucunu çıkaran yetkililerimizin ya Sözleşmenin içeriğinden habersiz oldukları, ya da İngilizce bilgilerinin yetersiz oldukları sonucunu çıkarmaktan başka aklıma bir şey gelmiyor.
Neticede her iki ülke kanunlarında bazı iyileştirmeler yaparak somut neticesi belli olmayan terörle mücadeleyle ilgili bazı adımlar attılar. Finlandiya’dan suçlu iadesi talebi bulunmadığı için onun üyeliği tarafımızdan süratle onaylandı. Ancak büyük lokma İsveç ve iadesi istenen kişilerdi. Hatta istenen isimler de en yüksek ağızdan zikredilmeye başladı. Ancak hem İsveç kanunları hem de yukarıda bahsettiğim Avrupa Konseyi Sözleşmesi bunların bir tanesinin dahi iadesine kapıyı kapatıyordu.
Bunun üzerine iktidar Fransızların tabiriyle tüfeğini öbür omzuna alarak İsveç’in NATO üyeliğini F-16 projesinin tamamlanmasına bağladı. Bilindiği üzere bu projeye göre ülkemiz ABD’den kırk yeni F16, mevcut 79 uçağın da modernleşmesi öngörülmektedir. İktidarımızın yaptığı hatalar neticesinde F16’lardan çok daha ileri bir teknolojiye sahip, üstelik üretim ortağı olduğumuz F35 projesinden nasıl çıkarıldığımızı duymayan kalmamıştır herhalde. Amiyane tabiriyle attan inip eşeğe razı olmanın bence çok varit bir örneğidir. Yunanistan en son teknoloji ürünü F35’lere, biz ise 40 yıllık geçmişi olan F16’ların “makyajlanmış” modeline sahip olacağız.
Ancak ne yazık ki F16 projesinin gerçekleşmesi de o kadar kolay değil. ABD kanunlarına göre böyle bir satış projesi Kongrenin itiraz etmemesini gerektirmektedir. Yani Kongrenin onayı olumlu bir oy gerektirmemekte, sadece buna karşı çıkan bir çoğunluğun ortaya çıkmaması yeterli olmaktadır. Tamamen gerçekleşmesinin ise iki yıldan az sürmeyeceği tahmin edilmektedir. Yani ileriki bir aşamada ilişkilerimizde yeni bir kriz doğması halinde taş konması imkansız değildir.
Normal şartlarda iktidarın böyle bir durumda Kongreyi karşısına alacak girişimlerden kaçınması beklenirdi. Ancak ne yazık ki akılcılık bugünkü dış politikamızın en önemli özellikleri arasında yer almıyor. Kamuoyunu köpürtmenin faydaları belki de yaklaşan mahalli seçimlerin etkisiyle daha büyük bir önceliğe sahip olduğu anlaşılıyor.
Bu arada basında ülkemiz İsveç’in NATO’ya üyeliğini onayladıktan sonra “ABD F16 sözünü tutacak mı?” anlamına gelen başlıklara rastladım. Oysa ABD yönetiminin öyle bir sözü yok. Yönetimin tek yaptığı ve yapabileceği şey bu projeyi desteklediğini, ancak son sözün yukarıda da ifade ettiğim şekilde Kongreye ait olduğunu hatırlatmaktan ibarettir. Nitekim bunu çeşitli düzeydeki ABD sözcüleri yaptılar.
Kuvvetler ayırımının ülkemizde hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmadığı, ancak tek adam rejimine geçtiğimiz 2017-18 tarihlerinden itibaren tamamen kaybolduğu ülkemizde ABD yönetiminin sözünü Kongreye geçirmekte zorlanacağı pek anlaşılmamış, kamuoyuna anlatılmaya çalışılmamış, onun yerine ABD düşmanlığı ve riyakarlığını ön plana sürmek daha kolaycı bir yol olarak görülmüşe benziyor. Bu yol zaten Batı ve ABD düşmanlığı had safhaya ulaşmış ülkemizde halkın hoşuna gidiyor olabilir ama meseleyi halletmiyor.
İktidar Kongreyi yanına çekmeye niyetli olsaydı yapabileceği birçok şey vardı gibi geliyor. Bunların başında ABD ile Batının terör örgütü olarak gördüğü Hamas’ı milli kurtuluş hareketi olarak ilan etmemek, liderlerini en üst düzeyde ülkemizde kabul etmemek vardı. Takip edilen benim teröristim iyi seninki kötü çizgisinin başka konularda da başımızı ağrıtabilir zira bizim terörist ilan ettiklerimizin başkaları tarafından başka gözle görünmesi bu durumda bir ihtimaldir. Hamas’a verilen sözlü ancak fiiliyatta etkisi olmayan sınırsız destek her şeyin dışında ülkemizi devam etmekte olan savaşın yarattığı denklemin tamamen dışına çıkarmaktadır. Bu tabii başka bir yazının konusu.
Hamas’a verilen destek iktidarın büyük yakınlık duyduğu Müslüman Kardeşler örgütünün bir çeşit yan kuruluşu olmasıyla izah edilebilir. Ancak haliyle Kongrede birkaç oya mal olduğunu tahmin etmek mümkün.
Hamas’a verilen destek bir ölçüde anlaşılabilirse de Kızıldeniz’i muharebe meydanına çeviren, dünya ticaretine, petrol fiyatlarına ve o vesileyle ülkemiz menfaatlerine zarar veren Husilere iktidarın verdiği sözlü desteği anlamak pek mümkün değil. Üstelik Husi’ler Sünni bile değil, uç bir Şii tarikatına mensuplar. Ancak gerçi sadece bir defa ama en yüksek ağızdan dile getirilen Husilere sözlü destek, ABD’nin önderlik ettiği ancak bir Müslüman ülke olan Bahreyn’in de mensup olduğu bir koalisyonla ilan edilmemiş bir savaş içinde olmaları nedeniyle Kongrede hoş karşılanmamıştır.
Son olarak Husilerin destekçisi olan ve onlar vasıtasıyla ABD ile bir vekalet savaşı içinde olan İran’ın radikal İslamcı Cumhurbaşkanı Reisi’nin tam bu sıralarda Ankara’da gayet ihtişamlı törenlerle karşılanmasının isabetlilik derecesi tartışılabilir. Yapılan görüşmelerde İran’ın Husileri frenlemesi talebinde bulunulmuşsa böyle bir şey basına intikal etmedi. Önümüzdeki günlerde Rus diktatör Putin ile yapılacak gelecek görüşme de muhakkak Vasington’da dikkatle izlenecektir.
Başta ABD olmak üzere müttefiklerimizde ülkemize duyulan güvensizliğin bir işareti de Kongrenin bazı üyelerinin isteği olan F16’ların Yunanistan’a karşı kullanılmayacağına ilişkin teminat. Bazı yabancı kaynaklara göre bu teminat şifahi olarak verilmiş. Önümüzdeki 15 gün içinde buna benzer pazarlıkların gerçekleşmesi şaşırtıcı olmaz. Şu anda ülkemizin Vaşington’da kendi öngörüsüzlüğümüz nedeniyle Büyükelçi düzeyinde temsil edilmemesi bu pazarlıkların yüksek düzeyde yürütülmesini engelleyecek niteliktedir.
Tabiatıyla bağımsız ve egemen bir ülke olan Türkiye’nin dış politikasını yürütürken kimseden izin alması beklenmez. Ancak bundan on yıl önce çok acil bir ihtiyaç olduğu öne sürülen, bununla birlikte kime karşı kullanılacağı açıklanmayan uçak savar füze sistemi hala kurulmadı. Alınmaması NATO başta olmak üzere tüm müttefiklerimiz tarafından tavsiye edilen 2,5 milyar dolara satın alınan Rus menşeli S400 füzeleri kutularında duruyor ve hava sahamız yeterli korumadan yararlanamıyor. Arkadan F35 projesinden dışlandık. Şimdi F16 projesi de uygulanmaz ise olası bir hava saldırısına karşı iyice korumasız kalacağız.
Bu arada etrafımızdaki tehlikeler azalmadığı gibi artıyor. Putin Rus imparatorluğunu yeniden ihya etme iddiasından vazgeçmiş değil. Tersine Alaska dahil kaybedilen Rus topraklarını geri almaya yönelik bir çalışma başlattığı basında duyuldu. Ne kadar uçuk da olsa böyle bir fikir üzerinde Rusya’nın içinde bulunduğu ortamda kaynak harcaması epey düşündürücüdür. Unutmayalım ki İkinci Dünya Savaşından 27 milyon kayıp pahasına da olsa galip çıkan Sovyetlerin ülkemizi de dahil eden yayılmacı emelleri neticesinde Batıya yaklaşmak ve yalvar yakar NATO ittifakına girme mecburiyetinde kalmış, o amaçla Kore’ye asker gönderip 760 şehit vermiştik. Stalin’in halefi Putin aynı yola başvurur ve Ukrayna’da başarıya ulaşırsa, hele hava savunmamızın göreceli olarak da olsa zayıflamakta olduğu bir ortamda yine NATO’ya sığınmak dışında acaba başka bir seçeneğimiz olacak mı? Stratejik özerlik adıyla iftiharla kamuoyuna satılan yeni dış politikamızın gerekli maddi imkanlardan mahrum olduğu açık. Bugün Fransa bile milli gelirinin bizden daha büyük bir oranını savunmaya harcıyor. Oysa onun ne iç güvenlik sorunu ne de komşularında askeri mevcudiyet bulundurma gibi bir siyaseti yok. O nedenle her fırsatta pompalanan Batı düşmanlığının sırf bu nedenle de frenlenmesinde, F16 projesi gerçekleşinceye kadar da siyasilerimizin alışılmamış bir ketumiyet göstermelerinde sonsuz yarar var.