Terörle mücadele her ülkenin en doğal hakkı olup, hatta her devletin halkına karşı en önemli görevlerinin başında gelir. Buna şüphe yoktur.
Aslında şimdi pek hatırlanmıyor ama özellikle 1970’li yıllardan itibaren Avrupa kıtasında ayrılıkçı ve aşırı sol terör hareketlerinden muztarip olan ülke sayısı hiç de az değildi. Örneğin Almanya ve İtalya, hatta uzak bir bölgede olan Japonya, Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyetinden fiili destek değilse bile en azından ilham alan Kızıl Tugaylar adlı örgütlerden epey çekmişler, siyasiler, iş adamları ve halk içinden epey kurban vermişlerdi. Benzer bir örgüt dikta döneminde İspanya Başbakanı Carrero Blanco’yu bomba ile öldürmüştü. Ayrılıkçı Bask terör örgütü yine İspanya’da, İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA) Birleşik Krallık’ta önemli tedhiş hareketlerinde bulunmuştu. Birleşik Krallık’ta IRA’nın kurbanları arasında kraliyet ailesi mensupları, bakanlar, milletvekilleri ve güvenlik kuvvetleri üyeleri vardı. Hatta Fransa’nın Korsika adası daha küçük çapta da olsa ayrılıkçı terör suikastlarına bir dönem sahne olmuştu. Son yıllarda başta Fransa ve Belçika olmak üzere Batı Avrupa ülkeleri İslamcı teröristlerin hedefi olmuştur. İslamcı terörist tabiri Türkiye’de özellikle bazı çevrelerde sevilmeyen bir kavramdır. Ancak bunların düzenledikleri kanlı tedhiş olaylarına dinleri uğruna giriştiklerini açıkça ilan etmeleri nedeniyle eylemlerinin başka türlü tarif edilmesinin pek mümkün olmadığını düşünmekteyim.
Avrupa’da aşırı sol tedhiş olayları Sovyetler Birliği çöktükten sonra, hatta daha önce kılıf değiştirip Gorbaçev döneminde Batı ile barışmaya başlayınca gündemden kayboldu. Zaten tedhişçi sol örgütlerinin benimseyebileceği bir model kalmayınca içeride destek almaları imkansızlaştı.
Ayrılıkçı terör örgütleri de ilgili ülkelerde demokratikleşme yoluyla kayboldu. Dikta yıllarından sonra İspanya tarihinde ilk defa demokrasiye kavuşunca federal bir yapı benimsemiş ve Baskları tatmin eden özgür yerel yönetim kurulunca Bask tedhişçilerinin ayaklarının altındaki halı çekilmiş ve desteksiz kalmışlardı. Sonraki yıllarda ortaya çıkan Katalunya bağımsızlık hareketi tedhişe değil, demokratik yollara müracaat etmiş, ancak halkı en azından şimdilik bağımsızlık lehine ikna edememiştir.
Birleşik Krallık’ta da Kuzey İrlanda sorununa demokratik çözüm bulunmuştur. Hem bölgenin otonomisi artırılmış hem de İrlanda Cumhuriyeti ile yapılan anlaşma sonucunda Kuzey ile Güney arasındaki hudut gözle görülemeyecek hale getirilmiştir. Birleşik Krallık Avrupa Birliği’nden ayrıldıktan sonra İrlanda Cumhuriyeti ile olan kara hududunun AB’nin bir dış hududu haline gelmiş olması henüz çözülmemiş bazı sorunlara sebep olmuş ama bunlar IRA’nın hortlamasına en azından şimdilik yol açmamıştır.
İskoçya’da ayrılıkçı bir siyasi parti mevcuttur. Bu parti de amacına demokratik yollarla ulaşmayı şiar edinmiş ancak şimdilik başaramamıştır. 2015 yılında yapılan referandumu ayrılıkçılar önemli bir farkla kaybetmişler, konuyu da en azından şimdilik gündemde tutmayı başaramamışlardır.
Zaten ülkemizde yaygın olan inancın aksine AB özellikle kendi üyeleri arasında ayrılıkçılığı teşvik etmemektedir. Tersine Katalunya’nın bağımsızlığı halinde AB’ye üyelik için baştan müzakere etmesi gerekeceği en yüksek ağızdan hatırlatılmak suretiyle bağımsızlık hareketinin üzerine soğuk su dökülmüştü. Aynı şeyin İskoçya bağımsızlığı için de geçerli olacağı belirtilmişti. Her iki ülkede de kısmen bu yüzden ayrılma konusu gündemden düşmüştür.
Bu hususları belirtmemin nedeni ayrılıkçı hareketlerle mücadele etmek durumunda kalan tek ülkenin biz olmadığımızı hatırlatmaktır. Diğerleri bu sorunlara çözüm bulabildiler. Biz ise ayrılıkçı terörle mücadeleyi nerede ise 45 yıldır, muazzam maddi ve insan hayatı kayıplarına uğrayarak sürdürüyoruz.
Ve tabii yıllar içinde gerek askeri idare zamanında gerek demokrasi ve hukuktan uzaklaştığımız dönemlerde içerideki ayrılıkçı terör mensupları ve sempatizanları özellikle kalabalık miktarda vatandaşımızın bulunduğu Avrupa ülkelerinde kök salmışlar ve organize olmuşlardır. Bu ülkelerde yaşayan vatandaşlarımızın önemli bir finansman kaynağı teşkil ettiği yıllardır bilinmekte ve buna karşı mücadele edilmektedir. Ancak ülkemizde terör suçundan aranan ve çeşitli ülkelere sığınmış vatandaşlarımızın iadesi konusunda da ısrarlı girişimlere rağmen pek başarı kaydedildiği söylenemez.
Bunun belki başlıca nedeni ülkemizdeki terör tanımıyla Avrupa’daki tanımın birbirlerinden çok farklı olmasıdır. Türkiye’de zaman içinde terör örgütlerine üyelik ve fiilen olaylara karışmaya ilaveten destekçi ve sempatizan olmak gibi kavramlar geliştirilmiş ve bunlar da suç sayılmıştır. Oysa Avrupa ülkelerinde bu kavramlar mevcut olmayıp, iade ancak işlenen suçun ilgili ülke kanunlarında da suç sayılması halinde mümkün olabilmektedir. Bu durum çeşitli dönemlerde farklı ülkeler ile ilişkilerde sürtüşmelere yol açmıştır. Hatta Terörle Mücadele Kanunumuzu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi standartlarına uyarlamak vizelerin kalkması için yerine getirilmesi gereken kalan kriterlerin en önemlisi olup bu alandaki isteksizliğimiz yüzünden Şengen ülkelerine vatandaşlarımızın seyahat özgürlüğü gitgide kısıtlanmaktadır. Yani bu isteksizliğin bedelini seyahat imkânı olan ancak vize kuyruklarında perişan olan ve astronomik ücretlere muhatap olan vatandaşlarımız ödemektedir.
İsveç, oradaki vatandaşlarımızın etnik kökeni göz önüne alındığında bu sorunun en ciddi boyutlara ulaştığı ülkelerden biridir muhakkak. Ancak İsveç’i terör odağı veya yuvası gibi görmek sanırım biraz haksızlık sayılmalıdır. Vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı diğer Batı Avrupa ülkelerinden bu bakımdan pek farklı sayılmaz. Belki ifade özgürlüğünün genişliği bir parça daha fazla olabilir. Örneğin, orada yirmi yıl kadar önce görev yaptığım sırada Kralın suratına kremalı pasta fırlatan bir İsveç vatandaşı takibata uğramamış, Kral da gülerek yüzünü silmiş ve yoluna devam etmişti. Gerçi Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Sarkozy de bir serginin açılışını yaparken oradaki vatandaşlardan birinin eşi tarafından boynuzlandığını iddia etmesi üzerine, adama galiz bir küfürle cevap vermiş, konu kapanmıştı. Geçenlerde de yeni İngiltere Kralı Charles’a yumurta fırlatan bir gösterici sadece 100 sterlin (takriben 2200 TL) para cezasına çarptırılmıştı. Bizde böyle durumları düşünmek bile abestir.
İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği için müracaat etmeleri ve ülkemizin de bu üyeliği engellemek imkânına sahip olması bizdeki iştahı kabartmıştır. Özellikle Sosyal Demokrat kökenli eski İsveç hükümetinin Kuzey Suriye Kürtlerine sempati duyduğu, bizim iddiamıza göre silah yardımı, kendi iddiasına göre insancıl yardımda bulunması gerçekten bir imkân yaratıyordu. Bunun neticesinde ABD yönetiminin de baskısıyla Haziran 2022’de Madrid’te yapılan NATO zirvesinde Türkiye, İsveç ve Finlandiya Dışişleri Bakanları arasında bir “Üçlü Muhtıra” imzalanmıştır. Bu muhtırada ülkemize silah satış ambargosunun kalkacağı, PKK/YPG ve FETÖ yanlısı kuruluşların faaliyetlerinin engelleneceği, bu amaçla gerekli kanun değişiklikleri yapılacağı ve Türkiye’nin iade taleplerinin Avrupa İade Sözleşmesi çerçevesinde işleme konacağı öngörülmektedir. Eylül 2022 genel seçimlerinde İsveç’teki iktidarın Kürtlere daha az sempati besleyen sağ bloka geçmesi kanun değişikliği yükümlülüğünün yerine getirilmesini kolaylaştırmıştır.
Ancak iade yükümlülüğü farklı yorumlara yol açmıştır. İktidarımız iadesi istenen toplam 73 kişinin hızlıca gönderilmesini beklerken, İsveç hükümeti Avrupa İade Sözleşmesinin siyasi ve askeri suçları kapsamadığına ve kendi vatandaşlarının iadesini zorunlu hale getirmediğine dayanarak mahkeme kararlarının da arkasına saklanarak bu talepleri teker teker reddetmeye başlamıştır. Zira istenen kişilerin en azından bir bölümünün İsveç vatandaşlığına geçmiş olması ve Türkiye’de işledikleri eylemlerin İsveç hukukuna aykırı olmaması aşılması muhtemelen imkânsız bir engel teşkil etmektedir. Nitekim ülkemizin de kendi vatandaşlarını suç işledikleri ülkelere iade etmekten kaçındığı bilinmektedir. Ekim 2022’de İstanbul Fikirtepe’de bir bomba imal ederken ölen Mustafa Karahan’ın İsviçre’de ikisi Türk vatandaşı dört kişiyi öldürdükten sonra kaçtığı Türkiye’de yakalanarak İsviçre’ye iade edilmeyip müebbet hapse mahkum edildikten kısa süre sonra af kanunuyla serbest bırakıldığı ortaya çıkmıştı.
İsveç’le iade konusu bir çıkmaza girmiş, Başbakan Kristersson Üçlü Muhtıradan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirdiklerini, kendilerinden daha fazlasının istenemeyeceğini iddia ederken, iktidar sözcüleri özellikle iade konusu üzerinde durarak bunun doğru olmadığı cevabını vermeye başlamışlardı. Aslında Üçlü Muhtırada iade taleplerinin yerine getirileceğine dair bir yükümlülük bulunmayıp, yükümlülük taleplerin “işleme konması” ve “iade ve güvenlik işbirliğini geliştirmek” ile sınırlıdır. Aynı paragrafta zikredilen Avrupa İade Sözleşmesi de yukarıda değindiğim şekilde İsveç’e bir açık kapı daha bırakmaktadır. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu tarafından imzalanan metin böyle iken farklı bir netice beklemenin dayanaklarının ne olduğunu merak ediyorum doğrusu.
Bu ortamda geçtiğimiz günlerde Stockholm’da bir grup göstericinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı temsil ettiği söylenen bir kuklayı baş aşağı asarak, ayrıca “Rojava Komitesi” imzasıyla onu açıkça tehdit eden twit yayınlaması çıkmazı iyice derinleştirdi. İktidar bu olaya en kuvvetli tepkiyi göstermekte tabii ki haklıdır. 40 yıllık meslek hayatımda en azından 12 Eylül dönemi kapandıktan sonra bir Türk liderin yurt dışında böyle bir hakaret ve tehdide uğradığını hatırlamıyorum.
Bundan sonra takip edilecek çizgiyi tabii ki iktidar belirleyecektir. Protestoda haklıdır. Hatta twiti yayınlayan “Rojava Komitesinin” İsveç’teki üyeleri biliniyorsa cezalandırılmaları önem taşımakta çünkü twit Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hayatına aleni bir tehdit içeriyordu.
Ancak twit bundan başka İsveç’in “faşistlerle” birlikte olacağı NATO’ya girmesine karşı geldiğini iddia etmektedir. Türkiye bu olaya dayanarak İsveç’in NATO’ya girişini daha da geciktirirse olayın müsebbiplerinin amaçlarına hizmet etmiş olacaktır. İktidarın böyle bir şeyi arzu ettiğini ve “Rojava Komitesiyle” aynı safta yer almak isteyeceğini sanmıyorum.
Belki daha da önemlisi bu olay ülkemiz ile İsveç arasındaki ilişkilerin kalıcı bir şekilde bozulmasına yol açarsa başka Batı ülkelerinde yaşayan ve o ülkeler ile ülkemiz arasındaki ilişkilere zarar vermeyi kendi çıkarlarına uygun gören bazı kişilerin benzer eylemlerde bulunmaları kuvvetle muhtemeldir. Böyle bir şey de şüphesiz ülkemize önemli zararlar verir.
Bu durumda ABD yönetiminin F16 satışlarını onay için Kongreye sunmaya hazırlandığı ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ABD’li meslektaşı Blinken ile görüşeceği şu sıralarda konunun kapatılması ve bizden başka İsveç ile Finlandiya’nın NATO üyeliğini henüz onaylamamış olan, ancak bunu önümüzdeki haftalarda yapacağını açıklayan Macaristan ile aynı zamanda veya ondan kısa bir zaman sonra onay işlemlerini bitireceğimizin kapalı kapılar arkasında dahi olsa dile getirilmesi bence en iyi çıkış yolu olacaktır. Üstelik geçenlerde yaptığı bir açıklamada NATO Genel Sekreteri Stoltenberg İsveç ile Finlandiya’nın fiilen NATO koruması altında olduklarını, ayrıca ABD ile ikili savunma işbirliği anlaşmaları imzalamaya hazırlandıklarını ifade etmiş, dolayısıyla olası bir vetonun işlerliğinin olmayacağını ima etmiştir.
Son yıllarda dış politikamız ne yazık ki sağduyudan uzak bir şekilde yönetildi. Belki bu sefer sorumluları beni şaşırtır ve ülkemizi en azından bir badireden çıkartır.