Hafta sonu Beşiktaş-Fenerbahçe derbisi vardı.
Futbol seyretmekten vazgeçmesem de futbol yorumlayanları dinlemekten veya okumaktan çoktan caydım. Dolayısıyla bilmiyorum, birileri laflarını “iyi oynayan kazansın” temennisiyle bitirdi mi. Çok safdil bir temenni gibi görünüyor ama esasen çok kıymetli bir duruştu “iyi oynayan kazansın” duruşu. Çünkü… Eğer iyi oynayanın kazandığı bir düzen varsa, bugün yenilseniz bile, yarın kazanma şansınız olduğunu bilirsiniz. Sizi yenenden öğrenirsiniz, neden yenildiğiniz hakkında kafa yorar, alternatif bir strateji geliştirirsiniz, yarın da siz galip gelirsiniz.
Eh, yarın yoksa hiçbir şey yok.
Bir yandan da oyun yoksa hiçbir şey yok. İyi oynayan kazanmadığında da… Oyun yok. Eğer sahada kötü oynayan tarafın başkanı devrede hakem tehdit edip skoru çevirebiliyorsa veya rakip takımın rakiplerine teşvik primi verip tabloyu kendi lehine çevirebiliyorsa mesela… Veya birileri bir maçın sürpriz sonucuna yüklü bir bahis yaptıktan sonra, kazanacaklarının bir bölümünü kaleciye verip maçın sonucunu belirleyebiliyorsa.
Bir dakika, galiba o durumda da bir oyun var. Kazanmanın artık sahada yapılanlarla değil, saha dışında yapılanlarla tayin edildiği bir başka “oyun”. O oyunun, bizim sahada seyrettiğimiz şeyle bir alakası yok. Ama bir oyun işte.
Dünya “sahasında” bir oyun oynanıyor. Kimin kazanacağının masa başlarında, karargâhlarda, plazalarda tayin edildiği bir başka oyun da sürüyor. Bu ikinci oyun hep vardı, yeni bir şey değil. Eğer daha öncesi yoksa bile, ta Platon’dan bu yana, kimin kazanmayı hak ettiğinin saha dışında belirlenmesi gerektiği “teorisi” vardı. Herhangi bir teoriye pek de itibar etmeyecek, öyle şeylere ihtiyaç duymayan birileri, kendilerinin yanı sıra kimlerin kazanacağını tayin etme gücünü tekellerine alarak, binlerce yıl boyunca hüküm sürdüler. Teori, daha sonra, saha projelere meydan okumaya başladığında önem kazandı.
Teori bugün, sahada başarısız olanların sığındıkları mevzi. Başı açık olanların günün şartlarını idrak etmiş olanlar olduklarını iddia ederek onların kazanması gerektiğini iddia etmek böyle bir teori. Alnı secde görenlerin memleketin esas sahipleri olduğu iddiası da başka bir teori. Kürtlerin kendi teorileri, Türklerin kendi teorileri var. Ve biz mütemadiyen teorileri tartışarak, hangisinin daha haklı ve neden haklı olduğu üzerine kafa yorarak… Esasen sahada belirlenmesi gereken maç sonuçlarının masa başında belirlenmesini meşrulaştırıyoruz.
Daha acıklısı, herkesin “ya onlar kazanırsa” diye korktuğu bir özne var. Maç sonuçları sahada belirlenirse hakemi aldatıp çaktırmadan rakibine dirsek atanın da kazançlı çıkabileceği gibi bahanelerle, sahadakilerin yarattığı/yaratacağı mevcut veya muhtemel adaletsizlikleri gerekçe göstererek, teoriler yarıştırılıyor. Aşikâr görünüyor ki, kimse “iyi oynayanın kazanacağı” bir oyunda kazanabileceğine inanmıyor. Kendisine, iyi oynayabileceğine inanmayanların sahnelediği biçimsiz bir oyuna mahkûm durumdayız.
Erdoğan, “artık yeter, iyi oynayan kazansın” diyenlerin omuzlarında yükseldi. İyi oynayanın kazanabileceği bir oyun kurabilecek, masayı devirebilecek kapasitesi yoktu. Kimin kazanacağını tayin etme kudretinin tadını çıkarmayı tercih etti. Karşısında “iyi oynayan kazansın” diyebilecek bir özne olmadığı için bunca yıl sahnede kalabildi. Yarınlarımızı tükete, tükete…
Ama görünen o ki, masa başında Erdoğan tarafından kazandırılmış olanların kazanmayı hak edenler olduğu kanaatini sürdürmenin yolu kalmadı. “Bir gün en başta verdiği sözü tutacak, iyi oynayanın kazanacağı bir oyun kuracak” ümidiyle bekleşenler kaçmaya başladı. Şirretlik bundan. Tiksinti verici üslup bundan.
Ve biz çaresiziz. İyi oynayanın kazanacağı bir oyun kurmaya hiç hevesi olmayan, böyle bir iddiayı dile getirmeyi bile aklına getirmeyen, “o masa olmadı, kimin kazanacağı kararlarını bu masaya havale edin” diyen bir muhalefetimiz var.